Salı

İngiliz Charles 56 yaşında Müslüman olur. İslâm’ı din olarak kabul etmesinin hikâyesi şöyledir:

1927’de İngiltere’nin Oxfordshire beldesinde doğmuştur. Kiliseye pek gitmeyen bir Hıristiyan aileye mensuptur. Çocukluğu için şöyle diyor: “Sıradan bir Hıristiyandım ama eğer o yıllarda biri bana ‘Gün gelecek Müslüman olacaksın ve hayatın değişecek’ deseydi, bunu bir şaka olarak değerlendirir ve gülerdim…” Ondört yaşında okulu bırakır, onsekiz yaşında askere alınır, İngiliz mandası altında bulunan Filistin’e gönderilir. İngiliz askerleri arkadan vurulduğu için o ülkeyi sevemez. Yirmibir yaşında İngiltere’ye geri döner. 1975’te bir İsrail sempatizanı olarak Filistin’e tekrar gelir; The Jerusalem Post gazetesine ilan vererek bir iş bulur. Üç ay sonra İngiltere’ye geri gider, çünkü çevresindeki Yahudilerle arkadaşlık bağları kuramamıştır. Uçak havalanınca içinden bir ses dönmekle hatâ ettiğini fısıldar kendisine. İngiltere’de bir iş bulur, çalışmaya başlar ama içindeki ses ona hep Filistin’e dön demektedir. Bir yıl sonra Tel Aviv’e yeniden gelir. Yine fazla kalamaz, İsrail’i terk eder. Ses ona ‘Hatâ ediyorsun, burada kalmalıydın…’ deyip durmaktadır. Bir yıl sonra İsrail’deki bir arkadaşından mektup alır. “Eğer bir daha buraya gelirsen Tel Aviv’e gitme, kibbutz denilen kolektif çiftliklerinden birinin bulunduğu bir kasabaya git” tavsiyesinde bulunmaktadır. Üçüncü defa İsrail’e gelir. Kırsal kesimde bir iş bulur. O zamana kadar düşman olarak gördüğü, sevmediği Filistinli Müslümanlarla birliktedir. Yahudi yerleşimciler için yapılan mesken inşaatlarında çalışmaktadır. İşçiler Filistinli Araplardır. Zalimlerin işleri için boğaz tokluğuna çalışmaktadır. Filistinli Araplar, Yahudi dostu bu İngiliz’e kötü gözle bakmazlar, iyi arkadaş olurlar. Charles’in önyargıları dağılmaktadır.

Bir gün Filistinli işçilerden biri onu civardaki bir Arap köyüne davet eder. Giderler. Mevsim yazdır, insanlar evlerinin önünde çay içmektedir. Önünden geçtikleri her evin halkı onları güler yüzle davet eder. İngiliz buna şaşırır. Çünkü, yoldan geçeni davet etme gibi bir adetin yabancısıdır. Nihayet bir eve gelirler. Burada fakirlik her haliyle kendini belli etmektedir. Lakin gönül zenginliği vardır. İngilize ve onu getiren Filistinliye çay ve bisküvi ikram ederler. Evde 5-6 yaşlarında bir çocuk vardır. İngiliz’in karşısındaki köşede sükunet içinde oturmaktadır. Bir miktar hoşbeşten sonra gitme vakti gelir. Misafirler ayağa kalkınca çocuk önlerine gelir ve Arapça bir şeyler söyler. İngiliz anlamaz, Filistinli tercüme eder: “Bu çocuğun ismi Yusuf’tur. Senden iyi geceler öpücüğü istiyor…” der. Bunun üzerine İngiliz duygularını şöyle ifade ediyor:

“Bir anda her şey durmuştu. Ortalığı bir sessizlik kapladı. Sanki beynimden vurulmuştum… Donup kalmıştım. Nasıl oluyor da, bu çocukcağız benden, bir İngiliz’den kendisini, yani bir Müslümanı öpmesini isteyebilirdi?..”

O anda tarif edemeyeceğim bir şey oldu, kendimi dizlerimin üzerinde yerde buldum. Artık insanlığın en alt basamağında gördüğüm Arapların seviyesindeydim, Küçük Yusuf’un hizasındaydım. Göz göze geldik. Küçük Yusuf kollarını omuzlarıma atmış, kalbime yaslanmıştı. Onu öpmüştüm. O anda her şey değişmişti. Sanki bir bomba patlamış da beni tekrar ayağa kaldırmış gibi doğruldum. Yusuf hâlâ kollarımdaydı. Ağlamaya başladım, gözlerimden yaşlar boşalıyordu. İçimden beni affetmesi için Tanrı’ya yalvardım ve duamın kabul edildiğini hissettim. Kulağımda bir ses çınlıyordu: ‘Bunlar senin insanların… Bunlar senin insanların…’ Artık burası İsrail değildi, Filistin’di. Bir anda her şeyi farklı bir açıdan görmeye başlamıştım, sanki hayata yeniden doğmuştum. Artık bu insanlar benim bir parçam olmuşlardı. Beni buraya çeken şey Yahudilere yardım etmek değil, benim insanlığımı bulmakmış. Orada dakikalarca ağladım. Benimle beraber bütün ev halkı ağladı. Herkes olağanüstü bir şey olduğunun farkında idi. O gece benim için bir başlangıç oldu. Müslüman oluşumun başlangıcı.”

Charles bu hadiseden sonra haftada iki-üç kere o köye gitmeye başlar. Halkla tanışır, düğünlere katılır. Din konusunda herhangi bir konuşma yapılmaz. Filistinliler ona İslâm’dan bahs etmezler.İslâm’ı sözle değil hal ile öğretmek istiyorlardır sanki. Charles “Artık İslâm’ı hissetmeye, anlamaya başlamıştım. Allah beni hidayete doğru götürüyor ve bu Müslümanlar vasıtasıyla bana İslâm’ı sevdiriyordu. Buralara niçin gelmiştim, ne olmuştum? Doğruyu bulmuş, gerçeği öğrenmiştim…” demektedir o günler için.

Bütün bu gelişmeler Yahudilerin işine gelmez. Bir gün iki polis gelir ve Charles’i karakola götürür. Orada sorguya çekilir ve sınırdışı edilir… İngiltere’de kendisini yabancı bir ülkedeymiş gibi hissetmektedir. Ruhen ıstırap çekmektedir. Bulunduğu yerde Müslüman yoktur. O ise Müslümanları özlemektedir. Sonunda bazı Müslüman topluluklarla irtibat kurar, onların faaliyetlerine katılır ve nihayet Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman olur. Bu konuda Charles’in sözü aynen şudur: “Bir Hıristiyan asıl evine, İslâm’a dönmüştü…”

Yukarıda naklettiğim ihtida (doğru yola geliş) hikâyesi gerçektir ve İSAM (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi) tarafından yayınlanmış olan “Neden İslâm’ı Seçiyorlar” adlı kitabın 163-5 sayfalarından alınıp özetlenmiştir. Bu kitap Dr.Ali Köse’nin İngiltere’de yapmış olduğu doktora tezidir. İngilizcesi “Conversion to Islam: A Study of Native British Converts” başlığıyla Kegan Paul yayınevi tarafından Londra ve New York’ta 1996’da yayınlanmıştır.

Ülkemizdeki agresif misyonerler, ahlâk ve dürüstlük kurallarını çiğneyerek birtakım vatandaşlarımıza para vererek, çocuklarına tahsil imkânı sağlayarak, zengin ülkelere göç hususunda ümit vererek kendi tarikatlarına (sect) çekmektedir. İngiliz Charles ve benzerleri ise İslâm’ı para, maddî menfaat için seçmemişlerdir. Müslümanlar başkalarını Hak Din’e davet etmek için agresif ve yapışkan bir şekilde misyonerlik yapmaz. İslâm’da tebliğ ve davet elbette vardır ama bir kısım misyonerlerin yaptığı şekilde değildir.

Muhterem okuyucularımın dikkatlerini küçük Fİlistinli Yusuf’un İngiliz’in karşısına geçip ondan “İyi geceler öpücüğü istemesi”ne çekmek istiyorum. Bu çocukcağızın saflığı, samimiyeti, sevgisi İngiliz’i ağlatmıştır.

Bundan on sene kadar önce bir Japon televizyon ekibi Kayseri taraflarındaki yaylalarda el dokuması Türk halı ve kilimleriyle ilgili belgesel bir film çekmeye gelirler. İşlerini görürken orada Ali isminde bir çoban ile tanışırlar. Çoban onlara güleryüz gösterir mütevazı yemeklerini ve ayranını onlarla paylaşır. Aralarında bir dostluk meydana gelir. İşler biter ayrılık vakti gelince hem Çoban Ali hem Japonlar ağlamaya başlar. Dizinin veda sahnesi, bu ağlayışlar Japonya’da televizyonda gösterilince seyircilerin bir kısmı da ağlar ve televizyon idaresine bir yığın talep gelir: Bu Çoban Ali’nin adresini bize verin, biz de oralara gidip onu görmek istiyoruz…

İslâm söz dini değil, iş dinidir. Sadece kal ile davet ve tebliğ olmaz. Asıl davet ve tebliğ hal iledir. Maalesef bizi bozmak için uzun yıllardan beri içimizdeki ve dışımızdaki şeytanlar çok kötülükler ve tahribat yapmıştır.

Lozan’ın gizli protokolları Türkiye’den İslâm’ı kazımak gayesini güdüyordu.

Şimdi de, içinde bulunduğumuz şu yıllarda agresif misyonerler Türkiye’den İslâm’ı ve Müslümanları kazımaya ahd etmişlerdir.Maalesef onlara “bazıları” tarafından büyük kolaylıklar gösterilmektedir.

İslâm’ı yabancılara sevdirmenin ve anlatmanın birinci yolu tasavvuftur. Lâkin gerçek tasavvuf. Maalesef Türkiye’de Masonluk serbest, Bahaîlik Serbest, misyonerlik serbest, Yahova Şahitliği serbesttir ama İslâm tasavvufu, İslâm tarikatleri, islâmî tekke ve dergahlar yasaktır. Bu yasak hukuka, millî kimliğimize, evrensel insan haklarına, eşitliğe aykırıdır. Bugünkü iktidar misyonerlere olanca hoşgörüyü ve kolaylığı gösterirken niçin bu anti-demokratik yasağı kaldırmak için parmağını kıpırdatmıyor? 25 Ağustos 2004