Pazar

 

1945 Ağustosunda dehşetli iki atom bombası yememiş olsaydı Japonya kayıtsız şartsız teslim olmazdı. Baktılar ki, atom bombasına karşı çareleri yoktur, silahı ve savaşı bıraktılar. Yine de hayli Japon, dünyada bir tek Japon kalıncaya kadar savaşma taraftarıydı.

Amerikan Missuri zırhlısının güvertesinde imzalanan ateşkes anlaşmasından tam yirmi sekiz sene sonra,

1978’de Filipinlerin bir adasında ormanlar içinde tek başına yaşayan bir Japon askeri yakalanmıştı.

Evet tam yirmi sekiz sene sonra. O uzun müddet zarfında vahşi ormanda yalnız yaşamıştı. Bulunup yakalandığı zaman,

“Niçin bu kadar uzun müddet ormanda saklandın?”

sorusuna

“Bize verilen son emir, teslim olmayın, sonuna kadar savaşın idi…”

cevabını vermişti. Rekor bu yirmi sekiz senelik askerde değildi. Daha sonra tam otuz bir sene saklanan bir asker bulmuşlardı.

Muson ikliminin hüküm sürdüğü, senede altı ay bardaktan boşanırcasına yağmur yağan, yılanlar çiyanlar, bin türlü vahşi hayvan ve haşerenin yaşadığı bir adada yirmi sekiz sene, otuz bir sene korkunç mahrumiyetler içinde yaşamak. Ekmek yok, yemek yok, ilaç yok, doğru dürüst barınacak bir yer yok. Başka insan yok…

Japonya’yı Japonya yapan sırlar, başkalıklar, özellikler vardır. Evet onlar da iki elli, iki ayaklı, iki gözlü, bizim gibi beyinleri olan insanlardır ama onları Japon yapan farklılıklar bulunmaktadır. Nazariyeyi bırakayım da örnekler vereyim.

Mesela Japon okçuluk sanatı. Dikkat buyurunuz spor demedim, sanat dedim.

Alman profesör

Eugen Herrigel’in

“Zen in der Kunst der Bogenschieszens” adında bir kitabı vardır. Bu zat, Japonya’da bulunduğu zaman beş yıl boyunca çok zahmetli, çok ıstıraplı, çok çileli bir eğitim görerek, üstadlarından ok atma sanatını öğrenmiştir. Tam beş sene… Dile kolay. Yayı gerip ok atmak için beş sene zahmet ve çile çekmenin ne lüzumu var diyenler çıkabilir. Mesele o kadar basit değildir. Japonya’da milyonlarca insan Zen felsefesinin ışığında okçuluk sanatı ile uğraşmaktadır. “Yayı gerdim, oku attım ve hedefi vurdum…” ile olacak şey değildir bu. Zen okçuluğu bizdeki eski fütüvvet gibi bir şeydir. Bir şövalyeliktir, bir gönül yiğitliğidir, muazzam bir ruh terbiyesi, nefs eğitimidir. Bu işi öğrenen bir Japon, attığı okun hedefi vurması ile sevinecek kadar basit ve ham bir kişi değildir.

Japonları Japon yapan sanatlardan biri de

ikebana sanatıdır,

yâni birtakım dalları, çiçekleri vazolara yerleştirmek sanatı.

Bunun neresi sanattır, alırsın çiçekleri, yeşil yapraklı dalları, otları ve vazoya koyarsın… Ya öyle mi? Bu sanat da senelerce eğitim görerek öğrenilir. İkebananın çeşitli üslupları vardır.

Japon çay seremonisi de böyledir. Bir ibadet ciddiyeti içinde çay hazırlanır ve sonra muazzam bir edeb ve erkan dairesinde içilir.

Saksılarda küçük ağaçlar yetiştirme sanatı veya felsefesi: Bonsai. Elli yaşında minik, cüce bir elma ağacı, çiçek açmış, küçük meyveler vermiş. Ona tam elli sene emek verilmiş. Lüks mağazalarda bunların bazısı milyarlarca liraya satılıyor. Bundan kolay ne var, biz de yaparız… Yap da görelim!

Ya Japon bahçeleri… Bu yazıyı yazarken önümde bir Japon bahçesi resmi var.

Tokyo’da Ryoan-ji Zen tapınağının meşhur bahçesinin resmi.

14’üncü yüzyıldan kalma. Dokuz metreye yirmi dört metrelik bir büyüklükte, içinde ağaç, çiçek, yeşillik yok. Bu dikdörtgen yüzeyin üzerine kum dökmüşler, kumu tırmıklamışlar, on beş kaya parçasını kumun üzerine yerleştirmişler. Bu ne biçim bahçedir? Anlamak çok zor. Bunun sırrını, felsefesini, mânasını anlamak için işin üstadlarından yıllarca eğitim almak gerekiyor.

Japon kaligrafisi, yani güzel yazısı. O da bir sanat. Yeni Türkler bunu hiç anlayamaz. Çünkü mâlum, biz eski zor yazımızı attık, yerine Latin yazısını aldık ve bu sayede çağdaş uygarlık zirvelerine füze gibi tırmandık…

Japon geleneksel tiyatrosu… Nô tiyatrosu, Kabuki oyunları…

Japon kimonosu da bir sanat, bir felsefe, bir başka alemdir. Japonlar Japon evlerinde otururlar. Japonlar, kendi geleneksel yer sofralarında yemek yerler. Monşer ne ilkel değil mi?.. Bizim atalarımız da yer sofrasında oturup yerlerdi ve bir ara ordularımız Viyana önlerine kadar giderdi, Akdeniz bir Türk gölüydü; o imparatorluğun enkazından kırka yakın irili ufaklı devlet çıkmıştır.

Japonların daha nice Japonca mârifetleri ve hünerleri vardır.

Belki de onların en önemli özelliği beyinlerinin işleme şeklidir.

Evet onların da bizim gibi iki yarım küreli beyinleri vardır; vardır da onlar beyinlerini bizim gibi kullanmazlar, çalıştırmazlar, Onların beyinleri bizim gibi çalışmış olsaydı, o çekik gözlü toplum çoktan tarihten silinip yok olurdu. Petrol yok, demir yok, kömür yok, diğer madenler yok… Yeterli arazi yok… Yiyeceklerinin bir kısmını dışarıdan getirtmek zorunda kalıyorlar. Yüzölçümlerine göre nüfusları çok fazla.

Bunca olumsuzluğa rağmen çok yüksek bir eğitim, üniversite, kültür hayatları var.

Japonlar adam gibi çalışır. Orada asalaklık, tembellik, yan gelip yatmak, işi şişirmek ve tavsatmak, hakketmediği maaş ve ücreti almak yoktur.

Japon okul ve üniversitelerinde kopya çekerek mezun olmak mümkün değildir.

Japonlar en büyük güçlerini çok zor, çok çetrefil, öğrenilmesi son derece müşkül yazılarından alırlar. Baba bana at al… Ana bana top al… Böyle öğrenilmez Japonca. Kolay bir alfabe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir dil, bir toplumu geri zekalı yapar. Bir yazı, bir imlâ, bir gramer, bir lisan ne kadar zorsa, onunla konuşan ve düşünen toplum o kadar zeki, o kadar bilgili, o kadar marifetli ve hünerli olur. Okuma-yazma bilmez, geri zekalı ve cahil bir toplumu okur yazar yaparsanız, “Okuma yazma bilen geri zekalı ve cahil bir toplum” meydana getirmiş olursunuz.

Japonlar o çetrefil, o karışık yazılarıyla dört yüz küsur üniversitede dünyanın en zeki, en bilgili, en kültürlü, en başarılı, en becerikli, en işbilir insanlarını yetiştirirler. Bunların bir kısmı Japonya’ya bir yığın Nobel Ödülü kazandırmıştır. Japonya’da bir tek günlük gazete günde 14 (yazıyla: Ondört) milyon adet basar.

Japon Türkoloğu Suzuki bey, Kanunî Sultan Süleyman hakkında güzel bir kitap yazmış ve bu eser orada 80 bin adet satılmış.


Bizde Japon imparatoru Meji hakkında bir kitap yazılsa 80 adet satılmaz.

Japonya Asya’da bir harikadır. Biz Ortadoğu’nun Japonyası olabilirdik ama olamadık. Niçin? Fazla düşünürseniz Türk Ceza Kanununun 312’nci maddesi mucibince başınız belaya girebilir.

Vaktiyle Türkiye’yi Türkiye yapan birtakım değerler; kurumlar kültürler vardı.

  • Loncalar vardı.
  • Ahîlik teşkilatı vardı.
  • Fütüvvet (gönül yiğitliği) ahlâkı vardı.
  • Tasavvuf, tekkeler, dergahlar, zaviyeler vardı.
  • Kendimize mahsus örflerimiz, adetlerimiz vardı.
  • Çok zengin bir edebî-yazılı lisanımız vardı.
  • En ince ve hurda teferruatına kadar belirlenmiş merasimlerimiz vardı.
  • Türk evleri, Türk giyim kuşamı, Türk sofraları, Türk terbiyesi vardı.

Bizi biz yapan en önemli değer

“Tarihî devamlılık şuuruydu.”

Bir zihniyet bunların hepsine saldırdı ve yıktı. Ülkedeki bütün tarihi ecdat kabristanlarını bile düzlediler. Düzleyemediklerini tahrip ettiler, eski mezar taşlarını kırdılar. Sadece bir mezarlığa dokunmadılar. Üsküdar’daki Bülbülderesi Pembeler mezarlığı. Yakın tarihimizde bu ülkedeki on binden fazla Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarî eseri yok edilmiştir. Bunlar toplumun hafızası idi, bunlar bu toprakların bize ait olduğunu gösteren kültürel tapu senetleri idi.

Yetmiş beş sene önce bir karikatür dergisinde şöyle bir karikatür yayınlanmış:

On iki yaşlarında bir piç mahkemede hakim huzurunda. Hakim çocuğa soruyor:

“Babanı bir kurşunla vurup yere sermişsin, öyle mi?..”

Piç it gibi sırıtarak küstahça şu cevabı veriyor;


“Evet, maziye ait her şeyi yıkacağız!..”

Yıktınız ama sonunda işte böyle cascavlak kaldınız… 02 Ağustos 2004