Salı

 

Birkaç gün önce Japonya’da, 7 şiddetinde bir zelzele oldu. Ajanslar sadece 1 kişinin öldüğünü, 400 kişinin yaralandığını, bazı binaların çatladığını bildirdiler.

Bu şiddette bir zelzele, Türkiye’nin büyük şehirlerinden birinde olsaydı netice ne olurdu?

– Binlerce, belki de on binlerce insan ölebilirdi.

– On binlerce insan yaralanırdı.

– On binlerce bina çökerdi.

– Okul, hastane, devlet binaları enkaz yığını haline gelirdi.

– Doğalgaz şebekeleri patlar, dehşetli yangınlar çıkardı.

– Korkunç bir kargaşa meydana gelirdi.

Japonya bizim gibi bir Doğu ve Asya ülkesi. Lakin onlar bizden daha akıllı, daha becerikli, daha başarılı, daha tedbirli. Birtakım kötülükler iliklerimize, ruhumuza kadar işlemiş. Zelzele bölgesinde bina yapıyoruz ve gerekli, zarurî şartları yerine getirmiyoruz. Şiddetli bir zelzele oluyor, büyük kayıplar veriyoruz. Yine akıllanmıyoruz, uslanmıyoruz, derlenip toparlanmıyoruz.

Peki, bizde binalar niçin çürük yapılıyor? İnsanımız çürüktür de onun için.

Kadın İmam

Amerika’da bir yerde cuma namazı kılınmış, imamlığı bir kadın profesör yapmış, onun başı örtülü. Başı açık bir kadın müezzinlik yapmış, cemaatin manzarası dillere destan. Kadın erkek karmakarışık, saf olmuşlar.

Ne kadar dinsiz, İslâm düşmanı, İki Kimlikli varsa hep bir ağızdan:

– İşte böyle olmalı… diyorlar.

1400 küsur yıllık İslâm tarihinde böyle rezalet olmamıştır.

Dinimizi yıkmak istiyorlar. Doğrudan doğruya saldırmakla hedeflerine ulaşamayacaklarını bildiklerinden; reformculukla, yenilikçilikle, değişimle yıkmak istiyorlar.

Bir kapı açtılar, bundan sonra camilere kadın imam tayin etmeye kalkışabilirler. “Olmaz, bu kadarını da yapamazlar” demeyin, onlardan her şey beklenir.

Bizde, alınları bütün ömürleri boyunca bir kez bile secdeye varmamış birtakım kişiler, müftülere kadın yardımcı verilmesi hususunda harıl harıl çalışıyorlar. İslâm tarihinde böyle bir şey görülmüş müdür? Ne lüzumu vardır? Diyelim ki, ilahiyat fakültesi mezunu bir bayan müftü yardımcısı oldu. Başını örtebilecek midir? Böyle bir şeye de karşı çıkacaklardır.

Sayın Başbakana bu konuda, muhterem bir din âlimi tarafından gereken nasihat yapılmıştır. Kadın müftü yardımcıları çığırını açmak fitne kapısını açmaktır. Böyle bir şeyin vebali çok büyük ve ağırdır.

Dinsizler, dindar olmayanlar, iki dinliler; biz Müslümanların din ve ibadet işlerimize karışmasınlar. Onların, din gibi benimsedikleri bir ideolojileri var; bizim dinimiz bize, onların dini onlara…

Küçük İyilikler

Çoğumuz güzel, iyi, faydalı, doğru, kurtarıcı bilgilere sahibiz. Fakat bunları hayatımıza ve hayata uygulayamıyoruz. Mesela, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” hadîs-i şerifini biliyoruz. Peki, bu hadisten ders alıp her günümüzü bir öncekinden daha hayırlı, faydalı, iyi yapmaya çalışıyor muyuz?

Çoğumuz hayır hasenat yapmayı masraflı, zahmetli, imkânlarımızın dışında bir iş gibi görüyor. Ne kadar yanlış bir düşünce.

Vatan gazetesinde okudum, son derece dar gelirli, sıkıntı çeken iki aileyi anlatıyordu. Bunlardan biri o kadar yoksulmuş ki, pazar yerine akşama doğru gidip çürük ve bozuk oldukları için atılan meyve ve sebzelerin bir kısmını eve getirip ayıklayıp yiyorlarmış… Yoksul annelerden biri, dört çocuğunu bin bir zahmet ve çile içinde okutmaya çalışıyormuş. Elde yok, avuçta yok… “Defter, kalem, silgi parası bulamıyorum”, diyor boynu bükük anne. Bu gibi fakir ve düşkün vatandaşlarımıza yardım etmek için zengin olmak gerekmez. Kendi bütçemizden, masraflarımızdan keserek onlara, az da olsa bir miktar yardım edersek imdatlarına koşmuş oluruz.

Kaçta kaçımız bu gibi küçük hayırları yapmayı düşünüyor? Taşradan bir öğrenci ziyaretime gelmişti, bir yurtta kalıyormuş, arkadaşlarından birisi, evden para gönderilemediği için çok sıkıntı çekiyormuş. Bende emanet duran bir miktar yardım parası vardı, bir zarfa koydum, öğrenciye verdim, “bunu arkadaşına götür” dedim. Küçücük bir iyilik… Ama sıkıntıda olan genç bir vatandaşa yardım edilmiş oldu.

Müslüman aksiyon yani iş, eylem, hareket insanı olmalıdır.

1950’li yıllarda Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyordum. Mevki Hastanesi’nde ihtisas yapan bir asker tabiple tanışmıştım. Nakşî tarikatına mensuptu, gerçek ve samimi bir dindardı. Yazın sıcak günlerinde sık sık nafile oruç tutardı. Akşamleyin hastaneden evine dönerken, akşam yemeğine götürmek için misafir arardı. Bütün gün çalışmış, yorulmuş, üstelik de oruçlu… Hava sıcak, günler uzun… Lakin o, hâlâ misafir ağırlayarak, ikram ederek sevap kazanmak peşinde. Müslüman böyle olmalı.

İyi bir lokantaya yemeğe gidiyorsunuz. Diyelim otuz milyon lira vereceksiniz. Sizin aklınız olsa, aynı paraya iki kişinin doyabileceği bir lokantaya yanınızda bir misafirle gidersiniz. Böylece sevap kazanırsınız. Bir Müslüman kendi yediği yemekten dolayı sevap kazanmaz. Başkasına yedirir, ikram ederse sevap, manevî ücret kazanır. Bu hesaplara niçin aklımız ermiyor?

Hiç masrafsız yapılacak birtakım iyilikler, hayırlar, hasenat da vardır:

– Üzüntülü, sıkıntılı, stresli birini sakinleştirmek.

– Komşularına güleryüz göstermek.

– Kuşlara, kedilere yiyecek vermek.

– Bir mezarlığın yanından geçerken ölüler için Allah’tan rahmet dilemek.

– Hastaları ziyaret etmek.

“Küçük iyilikler, küçük mutluluklar” ismiyle bir kitapçık yayınlanmalıdır. Müslümanlara, az zahmet ve masrafla ne gibi iyilikler, hayırlı işler yapabileceklerini anlatmak için.

Sevgili Peygamberimiz (salât ve selam olsun O’na) şöyle buyuruyor:

“İman yetmiş küsur şubedir. Birincisi “La ilahe illallah Muhammedur Resulullah” demektir. Sonuncusu, yolda gelip geçene eziyet veren bir şeyi kaldırıp kenara koymaktır…” Bu hadis-i şeriften alacağımız ne kadar büyük, kurtarıcı, önemli dersler var. Sadece dini bilmekle iyi Müslüman olunmaz. İslâm’ı yaşamak, uygulamak gerek. 23 Mart 2005