Pazartesi

Kadıköy’e epeydir gidemiyorum. Eskiden haftada bir gider kitapçıları dolaşır, yemek yer, Baylan’a uğrardım. Ya acı bir kafe expresso, yahut nefis bir kup griyye… Keseme göre bir şey bulabilirsem, taşıyabileceğim ağırlıkta ve hacimde eski bir eşya. Dönüşte, biraz yorgun, fakat mutlaka mesut, vapurda yeni aldığım eski kitap ve dergilere göz atardım.

Kadıköy artık o eski, 1940’ların, 50’lerin Kadıköy’ü değil. Boğazdan çok sular aktı… Eski Kadıköy vapurlarının saltanatını hatırlıyorum. Birinci mevkide hanımefendiler, beyefendiler, büyük hanımlar, büyük beyler, küçük hanımlar, küçük beyler görülürdü. Rumların gürültülü patırtılı konuşmalarına mukabil, Türkler çok sâkin ve sessiz olurdu.

O zamanlar bir tek iskele vardı. Moda tarafındaki tarihî bina. Vapurdan inince, iskele binasının önündeki tramvaylara binilirdi. Rahmetli Hamdune teyzem ile birlikte Fenerbahçe tramvayına biner, Kalamış’ta oturan Maviş teyzelere giderdik. Eşi, liman müdürü mühendis Naci bey, annesi Hasibe yenge… Deniz kenarında geniş bir bahçe içindeki iki katlı bir villada otururlardı. Hiç unutmam bahçede, ilk önce tepesinden bir maşraba su dökülmeden çalışmayan bir eskizaman tulumbası vardı. Çocukluk bu ya, o tulumbayı çalıştırır, su çekerek eğlenir ve yorulurdum.

Akraba ve hısımlarımın hepsi öldü, rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ölen sadece onlar mı? Fenerbahçe öldü, Kalamış öldü, Kadıköy öldü, uzatmayalım İstanbul tümden öldü. Acaba Todori’nin bahçesinde yine bülbüller ötüyor mu?

Kalamış vapur iskelesi ne kadar güzeldi. Deniz oralarda sığ olduğu için hayli uzundu. Sabah akşam yandan çarklı eski bir vapur uğrardı. Kim bilir kaç kere ona da binmiştim.

40’lı yıllarda teyzemler bir keresinde Fenerbahçe’ye yazlığa gitmişlerdi. Türkiye’ye yerleşmiş, Türk vatandaşı olmuş yaşlı bir Alman çiftinin ahşap evlerinin üst katını kiralamışlardı. Biraz bakımsız fakat nefis bir bahçesi vardı. Güller, çiçekler içinde. O evin civarında, gözleri bağlı bir dolap beygirinin, kuyusundan durup dinlenmeden su çektiği bir bostan vardı. Mis gibi taze sebzeler yetiştirilir ve civardakilere satılırdı.

Dolap beygirleri… Cefâkeş hayvanlar…

*

Akademisyen sayın Eser Karakaş beyin “Bir düşüncenin meşru olması ne demek?” başlıklı yazısını okurken birden eski Kadıköy’ü hatırladım, biraz hüzünlendim.

Eser bey, zikri geçen yazıda neler yazmış, hangi konuyu işlemiş. Birkaç cümle alıyorum:

* “Kadıköy Belediyemiz her sene Cumhuriyet Bayramı öncesi Bağdat Caddesi’ne, nereden bulduklarını bilmediğim Atatürk’e ait olduklarını hiç sanmadığım bir dizi ilginç sloganı pankart olarak asıyor. Bu sene yine caddeyi süsleyen (!!!) bu ilginç pankartlar arasında en ilgimi çekeninin üzerinde aşağı yukarı şöyle yazıyor: “Fikir özgürlüğü kutsaldır ama bu fikirler Cumhuriyete saygılı ve meşru olmalıdır.”

* “Kadıköy ve özellikle son zamanlarda denize yakın bölgeleri ile, Devletimizin klâsik lâiklik anlayışına çok yakın duran bir ilçe; AKPtavana vurduğu zaman bile Belediye Başkanı CHP’li oluyor…”

Eser Karakaş bey yazısında Kadıköy Belediyesi zihniyetinin, bir fikrin meşruiyeti ile ilgili anlayışını tenkit ediyor.

Meşruiyet hukuksallıkla aynı şey değildir diyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1976’da Handyside kararı adı verilen bir karar veriyor. Eser bey, bu konuda şunları söylüyor:

“Handyside kararı ifade özgürlüğünü, şiddet çağrısı ve övgüsü yapmayan ama toplumu sarsıcı, çoğunluğun değer yargılarını altüst edici, bireyleri şok edici fikirlerin ifadesine olanak tanıması olarak tanımlıyor; bu tanım çerçevesinde fikir özgürlüğünün sınırları doğal olarak toplumsal meşruiyetin sınırlarını çok zorluyor, ötesine geçiyor.”

Eser Karakaş bey, yazısını şu temenni cümlesiyle bitiriyor:

“CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin, ülkenin muhtemelen eğitim düzeyi en yüksek ilçesinin belediyesi olarak, Kadıköylüleri biraz daha ciddiye alması, ilkokul sloganlarının dışına taşması gerekiyor.”

Bu temenniye yürekten âmin diyorum.

Maalesef ülkemizde, dıştan çok özgürlükçü görünen, gerçekte ise çok totaliter ve baskıcı bir zihniyete sahip olan bir tâife vardır. Bunlar çoğunluğu teşkil eden Müslümanlara veriştirir, onları gericilikle, ülkeyi karanlığa sürüklemekle, dar kafalı olmakla suçlarlar. Aynaya baksınlar, karşılarında hiç de parlak olmayan yüzler göreceklerdir.

Kadıköy Belediyesi zihniyeti avaz avaz feryat ediyor ve gericiler ülkemizi İran’a çevirmek istiyor diyor. Peki kendileri ne yapıyor? İran’da tesettür mecburî imiş, kadınlar açık gezemiyormuş. Bizimkiler Türkiye’de ne yapıyor? Onların, hiçbir medenî ve demokrat ülkede bulunmayan başörtüsü yasağı, ülkemizi İran benzeri bir havaya sokmamakta mıdır? İran’da açıklık yasak, bizde tesettür yasak… İkisi de netice itibarıyla aynı noktaya varmaz mı?

Kadıköy Belediyesi zihniyeti, prensiplerle hareket etmiyor, sloganlarla propaganda ve edebiyat yapıyor. İlkokula gittiğim yıllarda (1940-45) bayramlarda sokaklara slogan pankartları asılırdı:

* Vatandaş, durmayalım, düşeriz…

* Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için…

* Sınıfsız, imtiyazsız bir milletiz.

Slogan değil mi, uydur uydur söyle…

Bu sloganların değerini artırmak ve onlara bir dokunulmazlık kazandırmak için de altına Atatürk imzasını atıyorlar. Ne zaman, nerede, hangi maksatla söylemiş; kaynağı belli mi? Arayan, soran yok.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu konuda ne diyor:

* Toplumu sarsan düşüncelerin, görüşlerin açıklanması,

* Çoğunluğun (Kadıköy Belediyesi çoğunluğunun) değer yargılarını altüst edici,

* Bireyleri şok edici… fikirlerin açıklanması suç teşkil etmez.

Eser Karakaş bey yazısında “Devletimizin lâiklik anlayışı” diyor. Müsaadesiyle bunu düzeltmek isterim: Devletimizin değil, birilerinin, bazılarının, Kadıköy Belediyesi zihniyetinin, sistemin, düzenin lâiklik anlayışı demeliydi.

Devletimiz kısır tartışmaların, slogan edebiyatının üzerindedir.

Kadıköy Belediyesi “Benim düşüncem doğrudur ve meşrudur.Senin düşüncen, benimkine uymadığı için meşru değildir ve yanlıştır. Senin için düşünce özgürlüğü yoktur” demek istiyor. Allah akıl fikir ihsan buyursun. 07 Kasım 2006