Çarşamba

 

Herhangi bir konuda uzman olmak başka şeydir, genel kültür sahibi olmak başka şey. Halkımız belli bir konuda yüksek tahsil yapmış kimselerin her şeyi iyi bildiğini zanneder. Diyelim ki, adam Amerika yahut Almanya’da astronomi yahut genetik biyoloji ihtisası yapmış, ülkeye dönmüş, branşında ünlü bir uzman olmuştur. Çevresi onun her şeyi iyi bildiğini, her konuda serbestçe konuşup hüküm verebileceğini sanır.

Siyasetin ilmi ve kültürü vardır, o da bir uzmanlıktır. Ülkemizde herkes; doktor, mühendis, veteriner, ziraatçı, tacir, esnaf, sanayici, eğitimci siyasi konularda konuşur, ahkam keser. Din konusu da böyledir, herkes kendisini din hocası sanır; sanki din kumaştır, konuşan da makas, kes babam kes!..

Şifahî, ilkel, bedevî, okur-yazar cahil, zevzek toplumlarda siyasi konuşmalar, futbol hooliganlığına dönüşmüştür. Böyle toplumlar bol miktarda arivist (ikbal avcısı) haşaratın yetişmesine son derece müsaittir.

Medenî, ileri, vasıflı toplumlarda siyasetçiler ucuz edebiyat, demagoji yapmazlar, yapamazlar. Toplum demagoglara kanmaz, aldanmaz, onlara prim vermez. Aksine, böylelerini tasfiye eder. Şifahî ve bedevî toplumlarda ise en geçer akçe demagojidir; gerçekleştirilemeyecek vaadlerle, yalanlarla halk oyalanır, aldatılır.

Medenî ülkelerde de kokuşma olur ama, bir limiti, bir sınırı vardır. Meselâ Finlandiya, dünyada en az kokuşma olan ülkedir. Birleşmiş Milletlerin her yıl yaptırdığı ankete göre, o ülkenin “temizlik” notu 10 üzerinden 9 küsurdur. Türkiye ise kokuşma yahut temizlik konusunda liste sonlarındadır; notu 3 küsurdur.

Şifahî kültürlü, bedevî zihniyetli insanlar ve yığınlar aldanmaya, aldatılmaya mahkûmdur. Kırk kere yanılsalar, kırk kere aldatılsalar veya dolandırılsalar yine uyanmazlar, aldanmaya devam ederler. Bu onların kaderidir.

Almanya başta olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerindeki milyonlarca gurbetçi vatandaşımız Anavatandaki birtakım kurnazlar tarafından uzun yıllardan beri kaz gibi yolunmakta, inek gibi sağılmaktadır. % 25 veya 35 kâr nasıl verilebilir Euro’ya? Kuş kadar aklı, böcek kadar iz’anı olan bir insan bu kadar yüksek kâr ödenmesinin mümkün olmadığını hemen anlar. Lakin bizim saf kardeşlerimiz anlamamışlar ve nicesi tokat yemiştir.

Politika da böyledir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1945’te Türkiye’de tek partili sisteme son verilmiş, CHP’nin dışında başka siyasi parti kurulmasına izin çıkmıştı. Çocuktum, hatırlıyorum, ilk kurulan parti idealist iş adamlarından Nuri Demirağ’ın “Millî Kalkınma Partisi” idi. Ardından sürü sepet parti kurulduydu. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Demokrat Partisi, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi…

Tek parti zamanında iktidardaki tek partinin aday listesi bir tek kağıt olur, seçmenler gelir, onu sandığa atarlar; CHP % 100’e yakın oyla seçilmiş olurdu. Bunun adı da “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur…”du. 1946 seçimlerinde muhalif partilerin de oy pusulaları bulundu ama CHP’nin baskısı, terörü, sindirmesi sürüyordu. Birçok yere muhaliflerin pusulaları gönderilememişti. Aslanköy ve Senirkent’te oy sandıkları kaçırılmış, durumu protesto eden vatandaşlar isyancılıkla suçlanmış, zincirlere bağlanarak götürülmüştü. 46 seçimlerini de CHP kazandı, ancak onun bu galibiyeti son derece şaibeli bir kazanmaydı.

Aradan elli küsur sene geçti, Türkiye siyaset ve demokrasi konusunda olgunlaştı mı? Bu soruya olumlu cevap vermek çok zordur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri, ihtilalleri demokrasinin tepesine indirilmiş balyozlardır.

Ülkemizdeki, bugünkü tekelleşmiş, kartelleşmiş, bir kısmı mafyalaşmış, büyük ölçüde militan ve Jakoben Sabataycıların kontrolünde olan büyük medya ile sağlıklı bir siyaset, gerçek bir demokrasi oluşması çok zordur.

Berberlik, simitçilik, köftecilik yapmak için bile ustalık, uzmanlık, ruhsat gerekiyor, siyaset için hiçbir kayıt ve şart yok.

Diyanet yerine “Dinayet” diyenler dinî ve şer’î konularda sere serpe konuşuyor, mangalda kül bırakmıyor. Yıllarca önce sahibi bulunduğum Bedir Yayınevi’ne bir vatandaş gelmiş, “Tesfir” almak istediğini söylemişti…

Şifahî ve bedevî kültür ve zihniyetle gerçek demokrasi olmaz. Önce medeniyet, vasıf, yazılı kültür ondan sonra demokrasi, kaliteli siyaset.

Yakın tarihimizde Türkiye’de vasıflı ve güçlü siyasetçiler görülmüştür, ancak bunlar birer istisnadır.

En verimli çağında, genç yaşında şüpheli bir kazaya kurban giden Adnan Kahveci vasıflı bir politikacıydı. Ülkenin üç bin köyünü dolaşmış, halkın dertlerini dinlemiş, problemleri yerinde incelemişti. Politikaya vasıf getirme konusunda bir projesi vardı. Kahveci’nin yeri doldurulamadı.

Geçenlerde yine müessif bir kaza ile aramızdan ayrılan Recep Yazıcıoğlu, benzeri az görülen bir idareci ve bürokrattı. Emekli olmasına birkaç yıl kalmıştı, onun politikaya gireceğini ve hayırlı hizmetler yapacağını ümit ederdim. Allah rahmet eylesin, kısmet değilmiş.

1950’lerde Millet Partisi’nin Meclis’te tek milletvekili merhum Osman Bölükbaşı’ydı. Tek başına büyük bir heyet kadar muhalefet yapar, hizmet görürdü. İçi belgelerle dolu çantasıyla kürsüye çıktığı vakit, akıcı ve tesirli bir lisanla konuşur, tenkit ederdi. Bir keresinde çizmeden yukarı çıktığı için dokunulmazlığı kaldırılmış ve hapse atılmıştı. Her seçimde onu Meclis’e gönderen Kırşehir de vilayet olmaktan çıkartılmış, tenzil-i rütbe ile ilçe yapılmıştı.

Şu anda Büyük Millet Meclisimizde çok değerli, çok vasıflı, çok vatansever milletvekillerimiz bulunmaktadır. Lakin hangi sebeptendir bilinmez, mutlaka konuşmaları, mutlaka çıkış yapmaları gereken konularda suskun kalmayı tercih ediyorlar. Mesela başörtüsü konusunda niçin, sadra şifa olacak sözler söylemiyor, olumlu tenkitler yapmıyor, çare ve çözümler üretmiyor, teklifler getirmiyorlar? Parti disiplini mi?..

Neşe Düzel’in, Avni Özgürel ile yaptığı röportaj Radikal’de yayınlanınca yer yerinden oynamalıydı. Heyhat ki, bu dehşetli röportaj Türkiye’nin mâşerî vicdanında bir tepki meydana getirmedi. Vatansever, vasıflı, şecaatli, cesaretli birkaç milletvekilimizin bu röportajdaki korkunç, dehşetli, akıl almaz iddiaları Meclis kürsüsünden ülke gündemine taşımaları gerekmez miydi?

Niçin susuyorlar? 20 Kasım 2003