KALPAK
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 16 Aralık 1991
Realiteler hayalleri geçti!.. Erdal İnönü kalpakla gezmeğe başladı. Şapka kanunu delindi, devrimler tehlikeye girdi. Kalpak giymek ne demektir biliyor musunuz? Bu iş 1926’da yapılsaydı, kalpaklıyı İstiklâl Mahkemesi kararıyla asarlardı. 1940’larda cereyan etseydi, fâili tabutlukları boylardı. 50’lerde, 60’larda kalpak giyeni polis yakalar, nezarete atar, oradan cezaevine gönderilir, beraat etse bile çektiği çileden anası ağlardı. 1971, 1980 askerî hareketlerinden sonra kalpakla dolaşmak medenî cesaret işiydi.
Yıl 1991 ve ismet Paşazâde Erdal bey kalpakla dolaşıyor. Bundan âlâ perestroyka olur mu?
Bir ilkeciye sordum, bu kalpak işine ne diyorsun diye. “Sen üstündekine değil, altındaki kafaya bak” dedi. Hazır cevap kerata! Erdal İnönü’nünkü kafa da Müslümanınki ne!
Bunların hâlâ adam olacakları yok. Şapka da giyseler, kalpak da giyseler kafa aynı kafadır.
RUS DEĞİŞMEZ
Rusya’da rejimler değişir ama Rus emperyalizmi ölmez. Çarlık, komünizm, liberal cumhuriyet, hangisi olursa olsun Deli Petro’nun vasiyetnamesi geçerliliğini korur. Eski Sovyet mahkûmu dış Türklerin öyle kolayca, tereyağdan kıl çeker gibi istiklâllerine kavuşacaklarını zannetmek ucuz bir hayalden başka bir şey değildir.
Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Beyaz Rusya arasında bir Slav Birliği kurulmuştur Bağımsızlıklarını ilân eden Türk cumhuriyetlerinin kendi aralarında bir Türk Birliği kuramamaları, aksine Slav Birliği ne katılmak istemeleri tarihimize eklenen yeni bir kara sahifedir.
Ankara’dakilerin ve onlara tâlimatlar fısıldayan dış güçlerin en büyük endişesi, dış Türklerin millî kimlik anlayışında İslâm’ı birinci faktör olarak kabul etmeleriydi. Bunu önlemek için de var güçleriyle onlara latinciliği ve lâdinciliği tavsiye ve empoze ediyorlardı.
Ankara’nın bugünkü gelişmelere yıllardan beri hazırlıklı olması gerekirdi. Bir üniversite kadar büyük ve teşkilâtlı bir Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi kurulmuş, yıllardan beri bilgi toplanmış olmalıydı. Bizimkilerde bu kafa nerede gezer?
Hazırlıklı olsaydık, bağımsız Türk Devletleri Birliğini kurmakta öncülük edebilirdik.
Rus emperyalizmi, Azerbaycan’ı, Kazakistan’ı ve diğer eski sömürgelerini öyle kolay kolay bırakmaz, istikbal vahim hadiselere gebedir, hazırlıklı olmak gerekir.
ETEKLERİ ZİL ÇALIYOR
Evvel yoğ idi, bu iş de bir-iki senedir çıktı. Koca koca politikacılar, iktidar adamları, ağızları kulaklarında, görülmemiş bir sevinçle “Başkan Bush bana telefon etti. Sayın Bush ile telefonla görüştüm. Bush beni telefondan aradı…” gibi beyanlarda bulunuyorlar. Ya Rabbi ne günlere kaldık!
Yıl 1699, Osmanlı İmparatorluğu, 1683 İkinci Viyana bozgunundan sonra on küsur yıl yedi düvelle savaşmış, büyük kayıplar vermiş ve mağlub durumda sulh masasına oturmağa karar vermiştir. Barış, Karlofça şehrinde imzalanacaktır. Ancak son anda, bir anlaşmazlık çıkar. Osmanlı heyeti, toplantı binasının kapısından içeriye birinci olarak girmek istemekte, galip haçlı devletler ise, hayır önce biz gireceğiz demektedirler. Nihayet şu çare bulunur: Binaya başka kapılar açılır, heyetler aynı anda o kapılardan içeriye girerler.
Vaktiyle devletimizin haysiyeti böyleydi. Mağlub olur, fakat itibarından tâviz vermezdi.
Şimdi her telefon çalışta, bazıları etekleri zil çalarak koşuyorlar. Bize, Başkan Bush aradığında, özel kalem müdürüne, “şimdi işim var, sonra arasın.” diyecek adamlar lazım.
İKİ ŞIK
ASLINDA işin kolay tarafı şudur: Resmî veya özel sektördeki bilumum Batı’cı, mason, rotaryen, ilerici, Jön Türk, levanten, Bektaşi, solcu, viskici, Şeriat düşmanı kadrolar hidayete gelecekler, tevbe edip Müslümanlığı benimseyecekler; içki şişelerini pişmanlık taşında kırıp, hatunlarının başına eşarp örtüp yola gelecekler.
Hayalen kolay da gerçekleşmesi bugünkü şartlarda mümkün olmayan bir şeydir bu. O zaman Müslümanlara ikinci şık kalıyor. Madem ki muarızlarımızın adam olacakları yok, bari biz adam olalım. Ne demek mi istiyorum?
Biz onlardan daha kuvvetli olalım. Bizim üst kadrolarımız onlarınkinden daha muktedir ve becerikli olsun. Basında onları geride bırakalım. Özel televizyon istasyonları kuralım, halkın yüzde doksanı bizim yayınlarımızı seyr etsin. Onların çıkardıkları ansiklopediler 100 bin adet satarken bizimkiler bir milyon satsın. Biz romanlar yazalım, düzinelerle yabancı dile çevrilsin, öyle ilim adamları, sanatkârlar, edibler yetiştirelim ki, içlerinden birkaçı Nobel kazansın. Açtığımız özel lise ve kolejlerden mezun olanlar, diğerlerini silip süpürsünler. Mimarlarımızın yaptığı binalar güzellikleri, sanat boyutları ve mükemmeliyetleri ile onlarınkinden bin kat daha üstün olsun.
Ya onlar Müslümanlığı kabul ederek adam olsunlar. Yahut biz Müslümanlar adam olalım. Bir üçüncü şık yoktur.
ONLAR BÖYLEDİR
Biz Trabzon mebusu Ali Şükrü beyin, İskilipli Âtıf Efendi’nin öldürülmelerinin hesabını sorar, cânilerin muhakeme edilmesini istersek bu gericilik olur.
Karacübbelli yobazlar, başörtülü kızları fakülteye sokmazlarsa bu onların gözünde çok laik ve doğru bir yasaklamadır.
Dinî inançları yüzünden Müslüman subay ve astsubaylar ordudan atılınca dut yemiş bülbül gibi susarlar. Müslümanların onlar katında su kaplumbağaları kadar kadr ü kıymeti yoktur.
İşte onlar böyledir.
RÜŞVET
Haftalık bir dergi, ülkemizdeki rüşvet olayını bütün boyutları ile incelemiş ve yürürlükteki tarifeleri listesini yayınlamış. Tabii ki, bu listede büyük eksiklikler var. Bazı çok büyük rüşvetleri yazmamışlar, yazamamışlar. Hiçbir gazeteci trafik kazasına kurban gitmek istemez. Rüşvet günlük hayata girmiştir. Birçok firma ve kuruluş, rüşvet masraflarını mâliyete dahil etmektedir. Nice sahada rüşvetsiz iş gördürmenin imkânı kalmamıştır. Bunu herkes bilmektedir. Şu anda önleyecek bir güç de yoktur. Çünkü rüşvet ve kokuşmuşluk düzenin temel prensibi haline gelmiştir.
Aslında rüşvet, insanlığın kadim mesleklerinden biridir. Yüzde yüz kaldırılması düşünülemez. Vahim olan taraf bunun istisna olmaktan çıkıp kural haline gelmiş bulunmasıdır.
Belediyelerdeki imar ve ruhsat işlerinin rüşvetsiz halledilmediğine dair dedikodular ayyuka çıkmıştır. Partiler değişir, kadrolar değişir, nöbetler değişir, rüşvetçiler değişir ama rüşvet değişmez.
Yalanın dinsizliğin, inkârın, zulmün, tuğyanın acı meyveleridir bunlar. İslâm’a savaş ilân etmek ahlâka, fazilete, bilgeliğe, erdeme savaş demektir. Akıbeti de ahlâksızlık, erdemsizlik, şerefsizlik, namussuzluk, rüşvet, soygun, rezillik, kepazelik içinde sürünmektir.
16.12.1991