İSTANBUL Boğazı’nda sık sık kazalar oluyor. Geçenlerde yine iki gemi çarpıştı, biri battı. Çünkü Boğaz dardır, çeşitli akıntılar vardır; bunları bilmeyen, tecrübesi olmayan iyi bir kaptan bile hatâ yapabilir, kazaya sebep olabilir. Gemilerin Boğaz’dan geçerken kılavuz kaptan alması gerekir.

Şu dünyanın, şu insan hayatının da binbir tehlikesi vardır. Dar boğazlar, akıntılar, kayalar, fırtınalar. Bir Müslüman, hayat denizinde gemisini batırmamak, tehlikeli sularda boğulmamak istiyorsa bir mürşid-i kâmile bağlanmalıdır. Mürşidi kâmil öyle olgun bir Müslümandır ki, bu devirde Resûlullah Efendimizin vekilleri ve halifeleri meyanında bulunmakta olup, kendisine tâbi olanları Allah’ın Kitabına, Peygamber’in Sünnetine, Sâlih Seleflerin yoluna dâvet eder.

İstanbul’da 1327 senesinde, İkinci Meşrutiyet devrinde basılmış “Meş’al-i Hidâyet” adlı 56 sayfalık Osmanlıca bir risalede (Müellifi: Ahmet ‘Âkıl ibn Mustafa) mürşidi şöyle anlatılıyor:

“Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin işleri, hareketleri tarikattır. Nebinin vârisi olan yâni onun nurunu, ahlakını, fiillerini hâiz olan bir zata mürşid denir ki, onun varlığı (doğru) yolun ta kendisidir. Onun varlığı ile doğru yol bulunmuş olur. Böyle bir zata intisab ederek, Allah’a ve Resûlullah’a ulaşmak için onu bir vasıta ve vesile edinmeye ve emirlerine tâbi olarak feyz almaya tarikat denir. Erkek, kadın, çocuk, yaşlı, âlim, câhil, isterse çoban veya hammal olsun herkes ehl-i tarikat olabilir. Mü’minler denildiği zaman, bir ayırım yapılmamıştır, iman eden herkes mü’minler topluluğuna dahildir. Hakikat ilmini öğrenmeye ve rabbanî vuslata erişmeye tâlib olan herkese bir mürşid-i kâmil, bir kalplerin mürebbisi lâzımdır. Bâyezid-i Bistamî, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” buyuruyor. Çünkü nefsi hastalıklarından kurtarmak ve kötü ahlakı terk ettirerek Şeriatın meziyetlerine, hakikî tarikata (Peygamber yoluna) ulaştırmak için mürşidler mânen Peygamberin vekilleridir.” (S. 10-11)

“İmamı Gazalî hazretleri mürşidi Eyyühe’l-Veled nam kitabında şöyle târif ve tavsif ediyor: Mürşid dünya muhabbetine ve dünya makamlarına asla itibar etmez. Az yemek yer, sözü ve uykusu az olur. Çok namaz kılar, nafile ibadetlere ve zikrullaha devam eder. Nafile orucu dahi çok tutar. Sabır, şükür, tevekkül, yakîn, sehâvet (cömertlik, kerem), kanaat, ilm, hilm, tevâzu (alçak gönüllülük), sıdk, hayâ, vekar, vefa, sükûn, teenni ve bunlar gibi güzel ahlâkı ile her halinde Peygamberimize benzer harekâtı olur. Her kimin yanında muhabbetullah çoğalır; dünya muhabbeti, nefs-i emmâre hevâsı ve şeytanî vesveseler mahv olursa ve kalbe Cenab-ı Hakk’ın Cemalinin nuru gelirse ve Resulullah’ın muhabbeti çoğalırsa o zat mürşiddir.” (S. 14-15)

Müslümanların bu devirde mürşid-i kâmile olan ihtiyaçları çok fazladır. Çünkü âhir zaman âlametleri zuhur etmiş, dünya fitne, fesat, nifak, şikak, şirk, küfür, dâlâlet, zındıklık, ilhad, isyan, tuğyan, bid’at ile dolmuştur. Böyle bir zamanda insan birkaç dinî kitap veya mecmua okumakla kendini nasıl kurtarabilir? Nefs azgınlıkları görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Toplumda para tek değer haline gelmiş; kendilerini Müslüman sanan nice gafil Altın Buzağı perestişkârı olmuştur da haberi yoktur.

Gerçek bir mürşid-i kâmil bulup da ona intisap eden, onun emir ve nasihatlarını tutan, onu hayat boğazında kılavuz ve rehber olarak kabul eden kimse büyük bir saadete erişmiş olur.

Fakaaat… Mürşid diye sahte bir şeyhe bağlanan kimse de büyük bir felâkete uğramış, iman ve İslâm sermayesini yol uğrularına kaptırmış olur.

Hakikî ve kâmil mürşid kendisine bağlanananlardan para ve mal istemez, kendisi istemeden verilse bile asla kabul etmez. Çünkü o Peygamberin vekili, vârisi, halifesidir; o yüce Peygamber tebliğ ve irşad hizmetini Allah için yapmış, ücretini Allah’tan beklemiş, yaratıklardan bir şey almamış ve kabul etmemiştir.

Hakikî ve kâmil bir mürşid Müslüman iş adamlarını, sanayicileri, iktisatçıları, tâcirleri teşvik eder ama kendisi bizzat bu işlerin içine girmez ve tarikatı da ticarethâne haline getirmez.

Tarikat yol demektir; Allah’a, ebedî saâdete ulaştıran nurlu yol. Hazret-i Âdem’den beri gelen bütün Peygamberler (Hepsine selâm olsun) insanları bu yola çağırmışlardır. Son olarak gelen bizim Peygamberimiz de bu Allah dâvetçilerinin reisi ve seyyididir.

Peygamberlerden sonra her asırda ve devirde onun vekili, vârisi, halifesi durumunda olan rabbanî âlimler, hakikî şeyhler, mürşidler mevcut olmuş ve Müslümanlara rehberlik etmişlerdir. Padişahların, sultanların, büyük devlet adamlarının, zâhir âlimlerinin, müctehidlerin bile şeyhi olmuştur. Fıkhın babası olan Ebû Hanife hazretleri çok âlim, çok takvalı, çok zâhid bir kimseydi ama yine de şeyhi vardı. Câfer-i Sâdık hazretlerine intisablıydı. İmamı Gazalî hazretleri de çok büyük âlimdi ama onun da şeyhi vardı.

Ben şeyh, mürşid falan istemem, kendi yolumu kendim bulurum diyenler farkında olmadan günün birinde şeytanı şeyh edinirler de haberleri olmaz.

Bu devirde bir şeyh, bir hakikî mürşid bulmak o kadar kolay değildir. Çünkü yıllardan beri tarikatlar kapalıdır, yasaktır. Zamanımızda da elbette hakikî şeyh ve kâmil mürşid vardır ama bu sahaya sahteleri, yalancıları da girmiştir.

Tarikata girmek, bir şeyhe intisab etmek nasip meselesidir. Kimse, yalancı reklamlara, aldatıcı propagandalara kapılıp da müteşşeyyihlere bağlanmasın.

Dünya mallarına, dünya makam ve mansıblarına, dünya gururuna dönük olan kimseler şeyh ve mürşid değildir. Şeriat hükümlerine sım sıkı bağlı olmayan şeyh ve mürşid değildir. Peygamber sünnetine uymayan şeyh değildir. Paraya, dünya şehvetine, gösterişe, âlâyişe, tantanaya, şaşaaya düşkün olan şeyh ve mürşid değildir. Bağlılarından para, menfaat, mal talep eden, şeyh ve mürşid değildir.

Şeyhlerin kerametleri haktır. Bu devirde en büyük keramet sahih bir itikada sahip olmak, ahkâm-ı şer’iyeyi kendi hayatına tatbik etmek ve başkalarına o hükümlere uymalarını tavsiye etmek, Sünnet-i seniyeye riayet etmek; Peygamber ahlakı ile mütahalli (ziynetli) bulunmaktır.

Hakikî şeyh, kâmil mürşid olan kimseler, tarikat yoluyla para toplayıp da kendilerine saraylar yapmazlar, lüks dabbelere binmezler, israf ve tantana içinde yaşamazlar. Onlar, “Ölmeden önce ölünüz” meâlindeki hadîs-i şerifin sırrına ermişlerdir. Duaları ve ruhaniyetleri üzerimize sâyeban olsun.