Kanaatsizlik Zillet Getirdi
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 14 Şubat 2019
Perşembe
Ülkemizdeki dehşetli, yaygın, genel, yıkıcı, batırıcı kokuşmanın temel ve ana sebeplerinden bazılarını açıklamaya çalışacağım.
(Birincisi) Kanaat ahlâkının terk edilmiş olmasıdır. Eskiden bu ülkenin halkının ezici çoğunluğu hayatlarında, geçimlerinde kanaat ile yaşarlardı. Halkın yüzde sekseni köylüydü. Yemek vakitlerinde ortaya bir sofra serilir, ortasına çorba, bulgur pilavı, mısır unundan yapılmış bir yemek veya bunlara benzer mütevazı ve ucuz yiyecekler konulur, herkes kaşığıyla bundan alıp yerdi. Şimdi insanlar ucuz şeyler yemek istemiyor, başta et olmak üzere pahalı ve ağır besin maddelerini istiyor. Kazançları, bütçeleri, gelirleri yeterli olmasa da lüks yaşamakta ısrar ediyorlar. Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Kanaat eden aziz olur, israf eden (lüks yaşayan)zelil olur” buyurmuşlardır. Yeme içme hususunda Osmanlı atalarımız, başta padişahlar olmak üzere kanaatli yaşarlardı. Osmanlı sultanlarının oturduğu Topkapı Sarayı, Avrupa kral ve imparatorlarının saraylarına nisbetle ne kadar mütevazıdır; âdeta bir çadırlı ordugâh şeklindedir. Lüks ve israflı bir hayat sürmek isteyen toplumun, kazancının da ona göre olması gerekir. Bizim kazancımız, fert başına düşen millî gelirimiz çok azdır, buna rağmen lüks ve israflı bir hayat sürmeye kalkışınca bittabiî ahlâksızlığa, harama, yolsuzluğa meyl edilecektir. Nitekim öyle olmuştur. Bugün nice aile patates, makarna, mercimek, bulgur gibi ucuz besin maddelerini tüketmeyi zül addetmektedir. Nice cahil karı, gözyaşları ve isyan içinde kocasına “Yavrularıma patates ve makarna yedirmekten bıktım. Bize iyi yiyecekler temin et. Aksi takdirde ölmek istiyorum…” diye haykırmaktadır. Galatasaray Lisesi’nde okuduğum yıllardaSorbonne’da tahsil görmüş Gürcan Kürkciyan adında İstanbul efendisi bir biyoloji hocamız vardı. “Çocuklar, mercimekteki besin değeri etten az değildir, hattâ etten yüksektir” derdi. Maddî sıkıntı çeken ailelere samimî tavsiyem şudur: İslâm’ın kanaat felsefesini hayata tatbik etsinler, hem sıkıntıdan kurtulacaklar, hem de geçimlerine, gelirlerine, hayatlarına bereket gelecektir. Çocuklarını şımarık ve terbiyesiz yetiştirmesinler. Terbiyeli ve hayırlı bir çocuk sofraya ne gelirse onu seve seve iştahla yer ve şükr eder. Ben patates, ben makarna yemem diyen çocuk başbelasıdır, âfettir.
Vakit bulursam, “Anti-tüketim Kılavuzu” adında bir kitap hazırlayarak beslenme, ev döşeme, tedavi, giyim kuşam, seyahat hususunda kanaatli hayat sürmenin sırlarını açıklamaya çalışacağım. Allah insanı topraktan yaratmıştır. İlle de beş yıldızlı otelde kalacağım, çevreme gösteriş yapacağım, saçıp savuracağım, başkalarına tepeden bakacağım diyen insanlar zâhirde dindar gibi görünseler de gerçek dindar değildirler. Peygamberimiz Efendimiz “Müsrifler (savurganlar) Şeytan’ın çocuklarıdır” buyuruyor.
(İkincisi) Hedonist ahlâk ve felsefedir. Yani hayatın gayesini mümkün olduğu kadar haz ve zevk almak şeklinde görmektir.Hedonistler yaşamak için yemezler, yemek için yaşarlar. Onlar işkembelerine, cinselliğe, gösterişe büyük önem verirler. Haram helâl bilmezler. Lüks lokantalara giderler, kasıla kasıla tıkınırlar. Tabiî fazla yedikleri için kilo alır ve semirirler.Sonra da zayıflamak için doktorlara, özel hastahanelere müracaat ederler, çuvalla para harcarlar. Hedonistler Nemrud, Firavun, Neron tabiatlı adamlardır. Hedonizm ile İslâm’ın hayat felsefesi ve tarzı asla bağdaşmaz.
(Üçüncüsü) İslâm dininin ve ahlâkının darbelenmiş oluşudur. Kendilerini örnek dindar olarak gösteren bazı İslâmcılar kesinlikle samimî ve örnek dindar değildir. Samimî, ihlâslı, örnek, gerçek dindar asla ve asla haram kazanç ve servet elde etmez. Gerçek dindar haramdan kaçtığı gibi şüpheli, şaibeli, bulaşık kazançlardan da uzak durur. Gerçek dindar para ve servet hırsıyla kudurmaz. Ülkemizde İslâm’la, dinî ahlâkla, dinin kanaat felsefesiyle, din alimleriyle, tasavvufla mücadele eden zihniyet ve ideoloji bugünkü tahribata ve kokuşmaya sebebiyet vermiştir. Onlar var güçleriyle din ile hayatı birbirinden ayırmak, yâni sekülerizm=çağdaşlaşma için gayret sarfediyor. Peki dinin yerine koyacakları bir değer var mıdır? Yoktur. Türkiye toplumunu ancak ve ancak İslâmi değerler ayakta tutar. Mevlânâ’ların, Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş’ların, Hacı Bayram Veli’lerin, Ahmed Yesevî’lerin, Aziz Mahmud Hüdaî’lerin, İmam-ı Birgivî’lerin, Abdülkadir Geylânî’lerin, Ahmed er-Rufaî’lerin, Hasan Şazelî’lerin, Şaban-ı Velî’lerin, Muhammed Zâfir el-Medenî’lerin ve benzerlerinin temsil ettiği İslâmî değerler… Onlar bırakınız harama bulaşmak, helâllere bile talip olmazlar, zühd ve kanaat ile yaşarlardı. Zamanın padişahı Üftâde Hazretlerini ziyaret için Bursa’ya gitmişler, şeyh ile görüştüğünde ondan iki şey rica etmişlerdi. Biri kendisini oğulluğa kabul etmeleri idi.Şeyh Hazretleri bunu kabul etmişti. İkincisi, üç köyün gelirini tekkeye bağışlamak istemişti. Şeyh, padişahın bütün ısrarına rağmen bunu kabul etmemişti. Dünya onun ayakları altındaydı, padişah da olsa, kimsenin hediyesini kabul etmezdi. Gerçek şeyhleri, kâmil mürşidleri tenzih ederim ama nerede o eski büyük ve aziz şeyhler, nerede bugünkü bazı paracı, malcı, servetçi müteşeyyihler.
(Dördüncüsü)Birtakım fesat protokollarının maddeleri gereğince Türkiye’nin genç nesilleri, halk yığınları tembelliğe, asalaklığa, ahlâksızlığa, fuhşa, içkiye, kumara, seks azgınlıklarına kasıtlı olarak itilmiştir. Güney Kore, Taiwan, Singapur gibi uzak şark ülkelerinin halkı ve gençliği harıl harıl çalışır ve üretirken bizim gençliğimizin gayesi devlette ve özel sektörde maaşlı bir memuriyet bularak yan gelip yatmaktır. Ahlâksız, rezil, vatan haini, namussuz, şerefsiz, döküntü, moloz politikacılar popülizm yaparak, devlet bünyesinin kaldıramayacağı kadar memur tayin etmişler, ettirmişlerdir. Devlet dolabına o kadar memur ve bürokrat koşulmuştur ki, birbirlerini çiğnemekten dolab-ı devlet dönmez olmuştur. Türkiye üretmeden tüketen bir ülke haline getirilmiştir.Türkiye kendi kendini yiyerek bitmiş, batmış, bugünkü hale gelmiştir. Rantçılık, repoculuk, faizcilik almış yürümüştür. Çalışan tacir cadde üzerindeki dükkanına ayda binlerce dolar kira ödüyor, kendisi gece gündüz çalıştığı halde doğru dürüst bir kazanç elde edemiyor, mal sahibi asalak rantiye ise küçük parmağını oynatmadan her ay büyük gelirleri elde edip lord gibi yaşıyor. Böyle sistem, böyle sosyal adalet, böyle yönetim olur mu?
(Beşincisi) Haçlı ve Siyonist emperyalistler Türkiye’nin güçlenmesini asla istemiyor. Onlar Türkiye’yi zahirî bir bağımsızlık perdesi ardında bir sömürge gibi idare etmek, soymak, ezmek istiyor. Bunun için de içimizdeki iki kimlikli, gizli, esrarlı azınlıkları kullanıyor. Onlar Türkiye’deki kokuşmayı teşvik ediyor. Bundan yirmi sene kadar önce bir Amerikan firması uçak alımı için bizim bazı kodamanlarımıza yüklü rüşvetler ödemişti. Aynı firmanın başka ülkelerdeki verdiği rüşvetleri alanlar açıklandı, fakat Türk rüşvetçiler açıklanmadı, açıklanmıyor.
Ayda yedi yüz elli milyon lira maaş alan bir bürokrat, aynı müddet içinde yedi milyar liralık masraf yapıyor, ayrıca trilyonlarca liralık mal ve servet sahibi oluyorsa o ülkenin düzelmesi mümkün müdür? Ya doğruluk ve namusluluk, yahut kötü şekilde batış ve bitiş. Türkiye’nin önündeki iki yol bunlardır. 11/12Ocak 2002