Cumartesi

 

Türkiye’de şu anda yüz kadar büyük kötülük hüküm sürmektedir. Bunların biri de kapkaççılıktır.

Kapkaççılık birtakım küçük çocukların işlediği bir suç değildir. Arkasında bazı büyüklerin bulunduğu son derece organize bir suçtur.

Sadece bu kötülük bile ülkemizi batırmaya yeter de artar. Dikkat buyuruyorsanız bu kötülük bir türlü önlenemiyor, aksine gün geçtikçe artıyor, büyüyor, şiddetleniyor. İş o hale geldi ki, İstanbul’da bir polis memuru bile kapkaççılar tarafından öldürüldü.

Kapkaççılık işinin arkasındaki büyükler kimlerdir? Medya bu işin peşine niçin düşmüyor? Bu sütunlardan, başarılı medyacı

Uğur Dündar

beye sesleniyorum. Programlarında nice kötülüğü, yolsuzluğu gün ışığına çıkartmaktadır. Bu kapkaççılık işini de inceleyip, geri plandaki bazı büyükleri teşhir edebilirse ülkeye, devlete, halka gerçekten büyük bir hizmet etmiş olacaktır.

Türkiye AB’nin dikte ettirdiği kanunlarla bir felakete ve kaosa doğru yol almaktadır. Bir suçlu cürmümeşhud (suçüstü) halinde yakalanıyor, karakola veya herhangi bir polis dairesine götürülüyor, ifadeler alınıyor, mağdur ve şahitlerin dedikleri kağıda geçiriliyor ve sonra ilgililer oradan ayrılıyor. Mağdur, yani haksızlığa uğrayan vatandaş evine doğru giderken bir de bakıyor ki, karakoldaki zanlı çoktan salıverilmiş, sokakta meydan okurcasına volta atıyor.

Evet AB normları ülkemizdeki suçları patlatmıştır. AB normları suçluların üzerine şemsiye olmuştur. Haksızlık, adaletsizlik ve işkence yapılmamak şartıyla millî bünyemize, tarihî, kültürel ve sosyal bünyemize uygun kanunlar ve nizamlar yapılmalıdır. Böyle giderse Türkiye AB’ye girmeden önce batacaktır. Böyle giderse bazı büyük şehirlerde, mesela İstanbul’da bir seneye kalmaz sokağa çıkmak imkânı kalmayacaktır.

Şimdiden tavsiye ediyorum: Beyoğlu gibi kalabalık ve sancılı yerlere giderken yakınlarınızla helalleşiniz. Liselerde her gün bir çocuk bıçaklanıp öldürülüyor. Galatasaray Üniversitesi’nde öğrenci bir kız, asansörde başına vurularak ağır şekilde yaralandı. Hâlâ komadan çıkamadı. Kendine gelirse, bütün ömrü boyunca felçli kalacakmış. Polis saldırganı arıyormuş. Üniversiteli kızımızın gittiği barlarda, pavyonlarda, batakhanelerde, işret yerlerinde araştırma yapılıyormuş. Genç kızımıza şifalar diliyoruz, lakin yaman bir öğrenciymiş gerçekten.

Beyoğlu dedim, geçen akşam oraya gitmiştim. Anacaddenin hali gerçekten bir rezaletti. Yolları o şekilde yapan müteahhidi, Osmanlı devleti zamanında olsa, Cadde-i Kebir’de bir darağacında ayaklarından asarlardı… Bir yol bundan daha kötü yapılamazdı. Yol deyip, kaldırım deyip geçmeyelim. Bunlar medeniyetin, bayındırlığın simgeleridir.

Hatay vilayetimizde olup bitenleri öğrenmişsinizdir. Orada bütün işler, o işleri yapmaya ehil ve layık olanlara değil, bir partinin rantçılarına verilmiş. Bir memleket böyle batar. Bu kafa ile yollar böyle yapılır. Haksızlıklara, emanetlere hıyanet edilmesine ses çıkartmayan, tepki göstermeyen bir toplum batmaya, sürünmeye, zillet içinde yaşamaya mahkûmdur.

Megafon

Dumdum bey kadim dostu Derkar beyi evinin denize nazır balkonunda ikindi çayı içmeye davet etmiştir. Masa kurulmuş, börek ve çörekler hazırlanmış, çay demlenmiştir. Misafir gelir, yerini alır, çaylar bardaklara konulur. Dumdum bey de, masa kenarındaki yerini alır. Konuşma ve sohbet başlıyor. Aaaa o ne!.. Dumdum bey, masanın altından kocaman bir megafon çıkarır, ayarını sonuna kadar açar, âleti ağzına yaklaştırır ve

“Sevgili dostum Derkarcığım hoş geldin, sefalar getirdin, epeydir görüşemiyorduk, nasılsın, iyi misin?..”

der. Der ama sesin şiddeti 150 megavattır ve Derkar bey neye uğradığını anlayamaz, şaşkınlıktan balkondan bahçeye düşer ve ağır yaralanır.

İşte bir megafon faciasının senaryosu… Şimdi buna benzer ikinci bir senaryoyu anlatayım:

Küçük bir camideyiz, öğle veya ikindi ezanı okunmuştur. Sünnet kılınır, farz başlayacak, imam mihraba geçer. Camide sadece bir buçuk saf vardır. A o ne! İmam efendi, kablosunun ucu yerde yılan gibi sürünen bir mikrofonu mandal ile yakasına sıkıca bağlar ve iftitah tekbirini getirip namazı başlatır.

Be mübarek! O camiyi yapanlar zaten akustik ilmini ve tekniğini bilen kişilerdi, ona göre yapmışlardır. Bir buçuk saflık cemaate, küçük bir camide kesinlikle hoparlör gerekmez.

Dumdum beyin balkondan megafonla yaptığı ile küçük camideki imam efendinin yaptığı arasında fark yoktur. İkisi de lüzumsuzdur, fuzulîdir, yersizdir, hattâ gülünçtür. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan rica ediyoruz. Camilerimizdeki hoparlör fetişizmini mutlaka önlesin.

Hoparlöre hayır demiyorum, hoparlör fetişizmini, bu cihazın lüzumsuz yere kullanılmasını tenkit ediyorum.

Bir de, sesleri ve müzik bilgileri ezan okumaya müsait olmayan kimselerin minarelerde ezan okumaları kesinlikle yasaklanmalıdır. Bed sesle okunan bir ezan, ezana ve İslâm’a zarar verir. Camilerdeki bütün fetişizmlerin önüne geçilmelidir. Camilerde İslâm medeniyetine, İslâm kültürüne, İslâm sanatına, İslâm ahlâkına, İslâm görgüsüne aykırı hiçbir iş yapılmamalı, hiçbir şey sergilenmemelidir.

İstânbul’da Mısır Çarşısı arkasındaki tarihî ve cemaati bol Marpuççular Camii imamını ve derneğini, cami önündeki pis, çirkin ve gülünç naylon poşetleri kaldırdıkları için tebrik ediyorum. Camiler kutsal mekanlardır. Mabetlerin giriş kısmına, en şerefli yerine pis ve çirkin çividi mavi fıçılar veya yine pis ve çirkin tahta sandıklar ve koliler konuluyor, bunların içinde pis ve çirkin, aynı zamanda mikroplu naylon torbalar ve sanki yapılacak başka bir iş ve hizmet kalmamış gibi,

“Vatandaş, camiye girerken ayakkabılarını torbaya koy!”

emri…

Ne gülünç, ne lüzumsuz bir bid’attir bu… Geçen gün bir parktan geçerken öğle ezanı okundu, en yakın camiye yetişeyim dedim. Sünnet bitmiştir, farza başlayacaklar, nefes nefese caminin kapısına geldim, ayakkabılarımı çıkardım tam içeriye gireceğim ki, beriden bir adam üzerime doğru koşmaya başladı. Aman ya Rabbi, bu adam niçin üzerime doğru geliyor? Önüme geldi, sandıktan buruşuk ve kirli bir torba çıkardı ve

“Ayakkabılarını buna koyacaksın!..”

diye emr etti.

Ayakkabılarımı tekrar giydim, bağlarını bağladım ve geri döndüm. Yolumu kesip naylon torba kabadayılığı yapan adama biraz veriştirdikten sonra, yakındaki başka bir camiye gittim, lakin farza yetişemedim… Birinci camiden ayrılırken bana bu işi yapan adama dönüp baktım, içeriye girip namaz kılmadı. Anlaşılan, onun vazifesi ayakkabılarını torbaya koymayanlara hadlerini bildirmektir, namazı bilmem de cemaatle alâkası yoktur.

Düşünebiliyor musunuz? Benim gibi bir adamı cami kapısından geri dönmeye mecbur ediyorlar.

Hatırıma geldi: Vaktiyle Ankara’da Hacı Bayram Camii şerifinin içine, cemaatin secde edeceği yerlere, birkaç santim yükseklikte, üzerleri kahverengi muşamba kaplı secdegahlar konulmuştu. Bunlar bid’atti. Ama din işlerine, ibadet işlerine müdahale eden CHP iktidarı bunu yapmıştı. Halk bu bid’ati sevmemişti. Nitekim Demokrat Parti iktidara geçtikten bir müddet sonra bu muşambalı, yerden biraz yüksek secdegahlar kaldırıldı. Yaşlılar hatırlar.

Cami kapılarındaki naylon torba sandıkları, fıçıları, kolileri gerçekten çirkindir. Kutsal ibadet mekanlarının girişi çöplük değildir. Bunların içindeki defalarca kullanılmış torbalar mikropludur, sağlığa zararlıdır. Müslümanlar bin dört yüz küsur yıldan beri, pabuçlarını ellerine alıp içerideki özel yerlere koyarak camilere gelmişler, ibadet etmişlerdir.

Cemaate nasihat etmek, hatırlatmak konusunda nice eksiklikler var. Mesela yeni Müslümanlar başları açık olarak namaz kılıyor. Bu, sünnete ve edebe aykırıdır. Haydi caminin kapısına naylon torba fıçısı koydunuz, bari gelen herkese bu konuda baskı yapmayınız, benim gibi bir Müslümanı kapıdan geri döndürmeyiniz. İçeriye giren bir kimse sünnet namazını kılmasa veya tesbih çekmese ona baskı yapılıyor mu? Yapılmıyor. O halde ayakkabısını kirli ve pis naylon torbaya koymayana da baskı yapılmamalıdır. Ne günlere kaldık! 02 Nisan 2006