Çarşamba
1908’de Jön Türkler’in İkinci Meşrutiyet darbesi olduğunda da bazı Osmanlılar çok iyimser olmuşlar, memleketi güzel günlerin beklediğini sanmışlardı. Sultan Abdülhamid, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koyunca bazıları ne kadar sevinmişlerdi.
Bugünkü “Dinlerarası Diyalog” hareketi gibi o günlerde de bazı sarıklı hocalarla kara cüppeli papazlar sokaklarda öpüşüp koklaşmışlardı. Halk, gençlik, okumuşlar çılgın gibiydi. Yaşasın hürriyet, yaşasın adalet, yaşasın müsavat (eşitlik), yaşasın uhuvvet (kardeşlik) diye naralar atılıyordu.
Basın serbest kalınca bir sürü gazete ve dergi çıkartılmış, eli kalem tutan herkes ahkâm kesmeye başlamıştı. Hattâ, meşrutiyet sarhoşluğu içinde Con Ahmed Bey diye birisi, termodinamik kanunlarını hiçe sayarak bir “Devr-i dâim” makinesi üzerinde çalışmaya başlamıştı. Öyle ya, hürriyet gelmişti…
Hürriyet gelince bütün Osmanlıların kardeş ve dost olacağı sanılıyordu. Gayr-i müslim gazete patronlarından biri bu hayhuy içinde bir cümle sarf etmişti:
“- Ben Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım…” demişti. Bu ne demekti?
1909’da düzmece 31 Mart vak’ası ile tecrübeli Sultan Abdülhamid tahttan indirildi. O, Osmanlının son hakikî halifesiydi. Ondan sonra gelen Mehmed Reşad ve Mehmed Vahidüddin hanlar hakikî halife değil, sûrî halifeydi, yâni şeklen halifeydiler, iktidarları yoktu. İktidar İttihadçıların, Jön Türkler’in, Selanik Dönmeleri’nin, Masonların, İslâm karşıtlarının eline geçmişti.
Memleket hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet çılgınlığı ve sarhoşluğu içinde çalkalanırken birden İtalya’nın Trablusgarp (bugünkü Libya) vilayetimize saldırdığı haberi geldi. Denizden oraya asker gönderecek güçlü bir donanmamız yoktu. Afrika’daki bu son toprağımız Haçlıların eline geçti. Oluk oluk Müslüman kanı aktı. Mukaddesatımız ayaklar altında kaldı. Trablusgarp ile birlikte Ege denizindeki Oniki adalar da elimizden gitti.
Bu acı darbenin tesirlerini atlatmadan Balkan Savaşı patladı. İttihadçılar hürriyet nutukları atmakta ustaydılar ama siyaset ve diplomaside tecrübe ve birikimleri yoktu. Bu savaşta üç ordumuz perişan oldu. Batı’daki ordumuzu Sırplar darmadağın etti, Selanik’teki ordumuzu Tahsin Paşa bir kurşun atmadan Yunanlılara teslim etti, doğu ordumuz yenildi, Bulgarlar Çatalca’ya kadar dayandı. Koskoca Rumeli-i şahane elimizden gitmişti. Sultan Abdülhamid’i beğenmeyenlerde, ondaki siyasetin binde biri yoktu.
Balkan harbi tarihimizin en büyük faciasıdır. Milyonlarca Müslüman öldürüldü. Kadınların kızların ırzına geçildi. Ne kadar kutsal değerimiz varsa düşman ayakları altında çiğnendi. Edirne de elden çıkmıştı. Bereket versin düşman devletler birbirlerine girdiler de o bölgeyi geri alabildik. Sultan Abdülhamid zamanında Adriyatik denizi sahillerine uzanan Rumeli elimizden gitmişti.
Müslümanlar ve Türkler; Jön Türklerin hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet hayallerinin faturasını çok ağır bir şekilde ödüyorlardı. Balkan harbi felaketinin ardından türediler devletimizi birinci dünya savaşına soktular ve dört sene sonra imparatorluğumuz Mondros mütarekesiyle teslim oldu. 1922’de de son padişah ve halifenin yurt dışına gitmesiyle 622 yıllık bir saltanat yıkıldı.
Evet o zamanlarda da, “Memleketin ve devletin durumu iyi değildir. Gidişat fenadır. Ufukta kara bulutlar vardır…” diyenlere karşı birtakım iyimserler “Azizim bu kadar bedbin (karamsar) olma, geleceğimiz çok parlaktır…” diye itirazlarda bulunuyorlardı.
Bir ülkenin, devletin, halkın iyiye gidip gitmediğinin birtakım ölçüleri vardır.
“Herkesin elinde lüks ve pahalı bir cep telefonu var. Binaenaleyh Türkiye iyiye gidiyor…” şeklinde konuşanlara geri zekalı mı demeli, ahmak mı?
İyiye mi gidiyoruz, kötüye mi, bir bakalım:
1. İç ve dış borçlar 250 milyar doları aşmış. Devlet bütçesi bu ağır yükü kaldıramıyor. Bunların faizlerini bile ödemekte zorlanıyoruz. Faiz ödemek için yeniden borç alıyoruz. Bu, iyi bir gidiş midir?
2. 200 milyar dolardan fazla kara para olduğu söyleniyor. Böyle bir birikimin olduğu ülke iyi durumda mıdır, kötü durumda mıdır?
3. Kokuşma korkunç boyutlara ulaşmıştır. Rüşvet, talan, soygun, haram yeme, hortumlama, emanete hıyanet, adam kayırma, ihalelere fesat karıştırma almış yürümüştür.
4. Eğitim, kültür, fikir, sanat, mimarlık son derece gerilemiştir.
5. Birçok temel müessese son derece kirlenmiştir.
6. Toplum, kendisini ayakta tutan ana değerleri yitirmiştir. Para, maddî menfaat birinci değer haline gelmiştir.
7. Gelir dağılımında büyük adaletsizlik ve çarpıklık vardır. Ülkenin balını kaymağını küçük bir azınlık yerken, on milyonlarca vatandaş sıkıntı içinde kıvranmaktadır.
8. Bütün medenî, hukuklu, ileri, dengeli ülkelerde ve sistemlerde devlet, dominant din ile barışık olduğu halde bizde bitmez tükenmez, kasıtlı, müzmin bir din-devlet çatışması ve uzlaşmazlığı hüküm sürmektedir. Bu da, sosyal barışı darbelemektedir.
9. Devletin, seçilmiş iktidarın, Millet Meclisi’nin, halk iradesinin, millî kimliğin, hukukun, insan haklarının üzerinde tabulaştırılmış bir resmî ideoloji vardır. Son sözü onun temsilcileri söylemektedir.
10. On onbeş yıl önce dünyanın sayılı tahıl ambarlarından olan ülkemiz şimdi halkına yetecek buğdayı bile üretememekte, dışarıdan buğday satın almaktadır. Hayvancılığımız da çökertilmiştir. Yağlı bitkiler tarımı da darbelenmiştir ve Amerika’dan tankerlerle sıvı yemek yağı ithal edilmektedir.
11. Türkiye, sermaye olarak kullanması gereken trilyonlarca dolarlık servetini lüks otomobillere, lüks meskenlere, lüks eşyaya, sefahate, aşırı tüketime, saçıp savurmaya harcamakta, yatırmaktadır.
12. Ülkede güvenlik krizi vardır. Kolluk kuvvetleri kapkaççılarla başa çıkamamaktadır. Asayiş son derece bozuktur.
13. Bursa’da ayda 550 milyon lira maaş alan bir mahkeme zabıt kâtibesinin bankada trilyonlarca liralık hesabı çıkmıştır.
14. İslâm Peygamberine -hâşâ- terörist diyen azılı Evangelistlerin ülkemizde serbestçe çalışmalarına izin verilmiştir. Şu anda 55 bin misyoner gece gündüz Anadolumuzu Hıristiyanlaştırmak için faaliyet göstermektedir.
15. Haçlılara böyle hürriyet ve imkân verilirken Müslüman halkın temel hak ve hürriyetleri son derece kısıtlıdır. Müslümanların dinî dernek kurmaya bile hakları yoktur. Daha birkaç gün önce, Müslüman bir yazar, sekiz yıl hapis yattıktan sonra tahliye edildi. Ülkenin başbakanı, bakanları, milletvekilleri başları eşarplı eşleriyle birlikte bir takım resmî toplantı ve resepsiyonlara gidememektedir.
16.
Dış siyasetimiz ABD ve İsrail’in, iç siyasetimiz AB’nin, iktisat ve finansımız IMF’nin eline verilmiştir.
17. Ülkenin ana güçlerini, binayı ayakta tutan iki sütununu teşkil eden İslâmî kesim ile milliyetçi-Türkçü kesimde büyük kirlenme olmuştur.
18. Halkın dili, gözü, kulağı olması gereken büyük medya kirlenmiştir.
19. Sosyolojik ve antropolojik bakış açısından toplumda çözülme, çürüme, dağılma alametleri görülmektedir. Bir taşra vilayet merkezinde 17 yaşındaki kızla ilişkiye giren saygın kişiler. Bir ilçede 9 yaşındaki erkek çocuğunu kullanan saygın kişiler. Cep telefonu için trenden atılarak öldürülen üniversite öğrencisi, alabildiğine azgınlaşan ve yaygınlaşan kapkaççılık, faizcilik-tefecilik, bitmez tükenmez yolsuzluk hadiseleri…
Ah muhterem Rıfkı beyciğim, siz bu tablo içinde nasıl iyimser olabiliyorsunuz? Bendeniz iddia ettiğiniz gibi karamsar değilim, sadece gerçekçiyim… 11 Kasım 2004