Pazartesi

Öteden beri bilinen bir şeydir. İktidardaki partiye göre ortalık güllük gülistanlıktır. İstikbal (gelecek) ufukları pespembedir, başarıdan başarıya koşulmaktadır ve saire ve saire…

Muhaliflere göre durum felâkettir, büyük olumsuzluklar vardır, böyle giderse geleceğimiz kapkaranlıktır ve saire ve saire…

Bendeniz meseleyi politik açıdan değil, dinî, sosyal, kültürel, felsefî ve hikemî açıdan ele almak istiyorum.Bu saydığım disiplinlerin kendilerine mahsus ölçüleri, kıstasları, endazeleri bulunmaktadır.

Önce din açısından ele alalım: Türkiye, islâmî ölçülere göre iyiye mi gidiyor, kötüye mi gidiyor?

Namaz büyük ölçüde terkedilmiş, bir kısım Müslümanlar şehvetlerine uymuşlar.

Cayır cayır yeni cami yapılıyor, kubbeli, birkaç şerefeli minareli, çinili, mermerli, yaldızlı, nakışlı mabetler. Son derece süslü, müzeyyen, lakin genellikle içlerinde cemaat çok az. Kürsülerine çıkıp toplumu aydınlatan ulema yok.

Kadınların bir kısmı açılmış saçılmış, bazısı ölçüyü iyice kaçırmış.

Müslümanlar irili ufaklı bin parçaya bölünmüş. Ümmetin üniter bir yapısı yok, bir başı yok, hiyerarşisi yok. Ayaklar baş olmuş, başlar ayak.

Hedonizm, dünya sevgisi, mal şehveti ve hırsı, lüks israf hastalığı toplumu kasıp kavuruyor. Milyonlarca Müslüman sefalet, yoksulluk, ihtiyaç içindeyken; zengin bir Müslüman azınlık çılgınca yaşıyor, sorumsuz ve vicdansızca her israfı yapıyor. Öyle Müslümanlar görüyoruz ki, artık beş yıldızlı lüks oteli bile beğenmiyor, yedi yıldızlıya gidiyor. Din kardeşleri sürünürken bazıları yüz elli-iki yüz bin dolarlık otomobillerle fink atıyor. Doğuda, Güneydoğuda tarhana çorbası, bulgur pilavı bulamayanlar var; büyük metropollerdeki süper zengin Müslümanlar adam başına yüz elli lira ödeyerek lüks lokantalarda gösterişli iftar ziyafetleri tertipliyor.

Vicdansızlık görülmemiş boyutlarda. Bu ülkede dindarı da dinsizi de “din” diye bağırıyor. Ülke gündeminin birinci maddesi, din. Lâkin doğru dürüst dinî hizmetler ve faaliyetler yapılamıyor.

Uzatmayayım, İslâm ölçülerine göre Türkiye’nin durumu, geleceği pek parlak görünmüyor.

Sosyolog gözüyle baksanız, toplumun yapısı sağlıklı bir durum arz etmiyor. Dağılan bir toplum. Kendisini ayakta tutan değerleri koruyamayan bir toplum. Yabancılaşan bir toplum. Her türlü öldürücü, yıpratıcı, ağır şekilde hasta edici mikrobu kapmış bir toplum. Direnmeye çalışıyor ama kendisini hasta eden unsurları kesin bir şekilde tecrit edemiyor.

Kültürel bakımdan bakıyorsunuz, Osmanlı İmparatorluğu’nun vârisi olan şu ülkede artık yeni nesiller dedelerinin mezar taşlarını, eski anıtlardaki millî dille yazılmış mermer kitabeleri okuyamıyorlar. Toplumsal hafıza 1928’den önceki yazıyla kaleme alınmış, basılmış kitapları, arşiv belgelerini, senetleri okuyamıyor. Ya Rabbi! Ne korkunç bir câhilliktir bu.

Tarihî ârızalar ve kazalar hâkim olmuş; tarihî devamlılık zinciri kopmuş. Ârızalarla, kazalarla daha ne kadar ayakta kalabiliriz?

Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Dr.Yusuf Halacoğlu, bundan birkaç ay önce bir konuşmasında: “Biz bu kafayla gidersek bu toprakları elde tutamayız…” demişti. Toplum bu dehşet verici uyarıyı bile dikkate almadı. Günü gününe yaşayan, dünden kopmuş, yarını düşünmeyen insanlar uyarı muyarı dinlemez.

Radikal gazetesinde Mine Kırıkkanat 2003’te yazmıştı. Çelik Gülersoy ona şöyle demiş: “Mine Hanım, göreceksiniz, gelecekler ve İstanbul’u elimizden alacaklar…” Bu da dehşetli bir uyarıydı bizim için.

1940’lı yıllarda İstanbul’da Osmanlı devrinden kalma yaşlı bir Rum avukat yaşıyordu, Yorgaki Efiminiyadis. Bu zat, (sanırım 1944’te) “Tehlike Çanları” adında bir kitap yazarak ta o zamandan işaret etmişti. Uzun yıllardan beri tehlike, felâket, alarm çanları Türkiye için, bizim için çalıyor:

Sanemler sert eser tunç/ Çalar korkunç korkunç…

Biz tarihin de dışına çıkmışız, halimizi de bilmiyoruz, geleceğimizi de yitirmişiz.

Tarih felsefesi gözlüğüyle baksak, durumumuz yine parlak değil.

Birtakım hafif adamlar ne kadar boş lâflar ediyorlar. Nurlu ufuklara dört nala koşuyormuşuz. Aman dikkat edin, tökezlemeyin. Binlerce üniversitesine, yüz binlerce yüksek beynine, o dehşetli araştırma enstitülerine, kütüphanelerine rağmen Amerika bile içinden çıkılamayacak bir bataklığa girdi. Peki, bizdeki Amerikan bağımlıları girdikleri çıkmazdan nasıl geri dönecekler?

Dünya tarihinde örneği görülmemiş bir felâkete düçar olmuşuz. Üçyüz küsur yıl önce zuhur eden bir cemaat, Türkiyemizi pençesine almış. Bizim ülkemiz ve devletimiz de Japonya gibi, Güney Kore gibi olabilirdi, hatta bizim coğrafyamız, topraklarımız, madenlerimiz, imkânlarımız, potansiyelimiz onlarınkinden daha müsaitti. Olamadık… Bir ülke, bir halk için en büyük esaret ve felâket kendi millî kimliğini ve kültürünü yitirmesidir. Kültür ve kimliğin birinci dayanağı edebî-yazılı lisandır. Biz yakın tarihimizdeki resmî despotik manipülasyonlar yüzünden, zengin lisanımızı, hafızamızı yitirdik.

Üniversiteler bir ülkenin, bir toplumun beyni durumundadır. Üniversitelerimizin şu günkü haline bakınız: Onları benim gibi bir dindar değil, nice dinsiz bile tenkid ediyor.

Eğitimimizin haline bakınız, eğitimi bu halde olan bir toplum geleceğe güvenle bakabilir mi?

Eşkıya bir firma, bir ormanı eline geçirmiş, bunun yüzde altısında bina yapabilirmiş, yüzde doksan dördünde yapmış. Yani ormanı tahrip etmiş. Böyle bir yapılaşmaya “kalkınma” denilebilir mi? Bizdeki çeşit çeşit yapılaşmalar, gelişmeler hep buna benziyor.

Eskiden büyük bir tehlike ve felâketle karşı karşıya kalan Hıristiyan ülkelerde kiliselerin çanları durmaksızın çalarak halkı uyarırmış.

Tehlike çanları bizim için çalıyor. Devletimiz, vatanımız, ülkemiz tehlikede…

Düşman ajanları içimize girmiş. Parçalanmış, küçültülmüş Türkiye haritaları dünya basınında sergileniyor. Bu kadar kokuşma olan bir ülke ilânihaye ayakta durabilir mi?

Birkaç aylık gazete koleksiyonlarını tarayınız, internet haberlerini tarayınız ve yolsuzlukların, mafyacılığın, çetelerin, hainlerin bir listesini yapınız.

Gerçek aydın böyle bir ülkede mutlaka ama mutlaka muhalif olmaya mecburdur. Muhalif derken siyasî iktidara yapılan muhalefeti kasdetmiyorum, tüm kötülüklere toptan muhalefet. Haksızlıklara muhalefet, zulümlere muhalefet, insan hakları ve hürriyetleri ihlâllerine muhalefet. Dehşet verici gelir eşitsizliğine ve adaletsizliğine muhalefet. Çetelere muhalefet. Eğitimin ve üniversitelerin bu hale gelmesine muhalefet. Medyadaki tekelleşmeye, kartelleşmeye, yozlaşmaya muhalefet.

Kendilerini aydın olarak satan birtakım yalakalar, dalkavuklar, kemik yalayıcıları aydın değil, karanlık insanlardır.

Müslüman bir ülkeyi ve halkı dinsizler, din düşmanları kurtaramaz. Dindarlar kurtarabilir. Bu işi başaracak vasıflı, güçlü, üstün, ahlâklı, faziletli, yüksek karakterli kadrolara sahip olmayan Müslüman bir toplum kendini suçlasın, bahtına ağlasın. 12 Aralık 2006