Cuma

 

Adamın biri çıkıyor, “İlmihal Müslümanlığı aslına uygun ve gerçek bir İslâm değildir. Peygamber ölmüştür, ölümünden sonra işi bitmiştir. Sünnet ve hadîslere uyulması gerekmez. Hakikî İslâm’ı ben anlatıyorum, beni dinleyin, bana uygun…” meâlinde propaganda yapıyor.

Bir başkası çıkıyor, islâmî medya kurmak için Müslüman halktan büyük paralar topluyor, kadınların ziynet eşyalarını, bazılarının gayr-i menkul mallarını alıyor ve sonunda ortaya ucûbe gazeteler, televizyonlar çıkıyor.

Bir ötekisi, Türkiye batarken dünyanın yüz ayrı ülkesinde ve şehrinde Türkiyeli Müslümanların verdiği paralarla birtakım müesseseler kuruyor.

Başka biri ortaya atılıyor, islâmî bir hareket ve cemaatin başına geçiyor, “Beni desteklemeyen Müslüman değildir” diyor.

Bazıları Arap âleminde ve Pakistan’da başarılı olamamış doktrinleri, reçeteleri, metodları Türkiye’de denemek için seferber oluyor, kitaplar yayınlıyor, propagandalar yapıyor.

Kimisi kurtuluşumuzu Cemalüddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza üçlüsüne tâbi olmakta, onların açtığı çığırda gitmekte buluyor.

Velhasıl Müslüman kesimde büyük bir parçalanmışlık, kargaşa, fırtına, toz duman, koşuşturma, fitne fesad, nifak ve şikak görülüyor. Bu hengâme içinde her yıl Ehl-i İman’dan milyarlarca dolar dine hizmet parası toplanıyor. Birtakım adamlar trilyoner oluyor, holdingler tesis ediliyor, Titancılar gibi saâdet zinciri metoduyla efsanevî meblâğlar devşiriliyor. Tartışmalar, fanatizmler, sen-ben kavgaları, hizipçilik, fırkacılık gırla gidiyor. Ortada bir sürü sahte mehdi, sahte gavs, sahte kutub, sahte mücahid, sahte kurtarıcı geziyor.

Bütün bunlar olurken Müslüman halk, başörtülü öğrenciler eziliyor. Temel hak ve hürriyetler çiğneniyor. Hukuka ve adalete aykırı bir sürü zulüm ve haksızlık yapılıyor. Ülkede huzur, sükûn, emniyet ihlâl ediliyor.

Gözleri para, servet, maddî menfaat, enâniyet, şöhret, riyâset, alkış, itibar, mal ve cah, pâye hırsı ile dolmuş adamlar ve onların sâdık bendelerinin gözleri başka bir şey görmüyor. Onlar daha fazla para, daha fazla alkış, daha fazla şöhret, daha fazla nüfuz, daha fazla nefs okşayıcı şeyler istiyor.

Müslümanların birlik ve beraberlik olması için; Müslümanların Şer’a, akla, hikmete uygun hareket etmesi için; Müslümanların içinden vasıflı, ahlâklı, faziletli, güçlü, üstün elemanlar ve kadrolar çıkması için; Müslümanların ülkenin en güçlü medyasına sahip olmaları için; Müslümanların zilletten kurtulup izzete çıkmaları için elbirliğiyle çalışma yok. Her cemaat, her baron, her zümre, her hizip, her fırka, her güruh kendi kafasına, kendi re’yine, kendi heva ve hevesine göre bildiğini okuyor. Sanki bunlar birleşmemek konusunda birleşmişlerdir.

Müslümanlar şaşırmış vaziyette. Geçen gün biri gelmiş bana “Aponun durumu ne olacak, sizce onu asacaklar mı?” diye soruyordu. A zavallı, a geri zekâlı, a şaşırmış! Apo’dan sana ne. Sen kendi haline, Müslümanların şu perişan durumuna baksana.

Öyle din baronları, sahte mehdiler, ucuz mücahidler var ki, onlar yarın Kıyamet’in kopacağını bilseler yine para toplamaya devam ederler.

İslâmî kesimde öyle ahmaklar var ki, Kıyamet kopsa yine hizipçilik, fırkacılık, cemaatçilik asabiyeti yapmaya, “Benim hazretim çok yüksek, senin hazretin alçak; benimki uçuyor, seninki sürünüyor” şeklinde hezeyanlar savurmaya ve varını yoğunu bağlı bulunduğu din baronuna vermeye devam edecektir.

Ne acayip zamanda yaşıyoruz.

Ahlar Kitabı

Bir

“Ahlar”

kitabı yazmak lâzım. Her bölüm için hattatlara güzel yazılar yazdırıp kuşe kağıdına dört beş renkli olarak bastırmak lazım. Birinci ah, mürüvvet olmalı. Bu kelimenin mânasını bilen kaç kişi kaldı? Mürüvvetsiz bir dünyada kaldık. Mürüvvetsiz bir hava içinde yaşamak ne zor, ne çetin bir bilseniz.

Sonra

“Ah edeb!”

levhası ve faslı gelmeli. Edeb ilâhî bir taçtır. Edebin, terbiyenin olmadığı bir zaman ne yavuz bir zamandır.

Âlicenablık da yazılmalı. Hem levhası, hem faslı.

Sanırım merhum şeyh Muzaffer Ozak hazretleri vaktiyle bir

“Ah teslimiyet!”

levhası yazdırtmıştı. Onu da bu kitaba koymak gerekir.

Ah ihlâs, ah istikamet, ah kerem, ah şecaat, ah nezaket, ah hikmet, ah hafifü’l-haz olmak, ah tevazu, ah ruh asaleti…

Yokluklarına ah ettiğim faziletler, güzel hasletler, yüksek ahlâk tekrar geri gelecek mi?

Kuduz bir para ve maddî çıkar hırsı bütün ülkeyi sardı. Elbette parasız ve kazançsız yaşanmaz. Lakin para tek değer olunca o toplumun, o ülkenin bozulması, hastalanması, çökmesi mevzuubahistir. Sağlıklı toplumların birtakım ulvî değerleri vardır. Adalet vardır; insanlık vardır. Hukuk vardır, namus ve şeref vardır. Emanetlerin ehil olanlara tevdii (verilmesi) vardır. Sağlıklı bir toplumda yalan söylenmez, söyleyenler dışlanır. Vaadlere riayet edilmesi gerekir. Değil insanlara; hayvanlara, bitkilere, taşa toprağa, denize göle, ırmağa koruyucu kanatlar gerilmesi gerekir.

Bu yazıyı yazmakta olduğum sırada, bir doktor dostum telefon etti, kendisiyle epeyce konuştuk. Hastahaneler, doktorlar, tıb, ilaç sanayii hakkında konuştu. Bir kısım hastahaneler, müşterilerinden (Onlar için hasta yok müşteri vardır) azamî miktarda para çekmek için bir sürü yolsuzluk ve usûlsüzlük yapıyormuş. Lüzumu olmadığı halde pahalı tahliller, yeni çıkmış elektronik âletler ve cihazlarla hastaların içine bakıp haritalarını çıkartmalar, yerli yersiz pahalı antibiyotikler vermeler ve daha neler neler. Yeter ki, hastadan, pardon müşteriden daha fazla, en fazla, çok fazla para çekilsin. Bir kısım hastahâneler kâr-hâne haline dönüşmüş, yâni ticarethâne olmuş.

Bu milletin, bu devletin, bu ülkenin aklı başında, bilge, gerçekten münevver kişilerinin bir kurultay halinde toplanarak ülkeye ahlâk, fazilet, hikmet, ilim, irfan, marifet getirmek için tedbirler düşünmeleri, çare ve çözümler aramaları gerekmez mi?

Vaktiyle Hazret-i Musa Tur dağına çıktığı zaman Yahudiler Samirî adında bir herifin yaptığı Altın Buzağı’ya tapmaya başlamışlar. Hazret-i Musa dağdan gelince bunu görmüş, son derece öfkelenmiş. Bu devir insanları da paraya, Altın Buzağı’ya tapar gibi bağlandılar. Kâfir para diyor, Müslüman para diyor. Başka değer ve ölçüler ikinci plana atıldı veya hiç itibar görmez oldu. 27 Mart 1999