Pazar

Tahirü’l-Mevlevî

, Mesnevî Dersleri’nin birinci cildinin

(1949-50’deki ilk baskısı)

1204-1207’nci sayfalarında Kazvinli birinin hamamda dellâke vücuduna bir arslan dövmesi yap dediğini, dellâk bedenine iğne batırmaya başlayınca acısından kuyruksuz, kulaksız, karınsız bir arslan resmi yapılmasını istediğini anlatan ve en sonunda

“Kuyruksuz, başsız, karınsız arslanı kim görmüştür? Allah bile böyle bir arslan yaratmamıştır. ..”

(Mesnevî’nin 2990’ıncı beyti)

denilen kıssayı açıklarken şu satırları yazıyor:

“Hikâye burada bitiyor. Bu lâtif fıkradaki

Kazvinli ile arslanı bazı moda Müslümanlarıyla, onların Müslümanlığını andırmıyor mu?

Dinin sünen ü âbadını

(sünnetlerini ve edeblerini)

bir tarafa bırakalım; esasatından (esaslarından, temellerinden) olan namaz, oruç, zekât, hac gibi feraizi (farzları) gözönüne getirelim. Kazvinlinin temsil ettiği bu Müslümanlara namaz denildi mi, “Aman efendim, günde beş vakit namaz pek fazla zaman işgal ediyor. Yatıp kalkmaktan ve diz çökmekten pantolonun ütüsü bozuluyor. Ayak basılan yerlere yüz koymak lâzım geliyor. Hele soyunup abdest almak külfetli bir iş. Namaz iki vakte indirilirse; rükû, sücûd, kuûd gibi hareketler kaldırılırsa, abdest almak için ellerin ve yüzün yıkanması kâfi görülürse pek âlâ namaz kılınır amma böyle bir reform yapacak münevver âlim nerede?” cevabını verirler.

Oruçtan bahsolundu mu, aç durmanın mideyi rahatsız, sahibini de mütezzi edeceğinden (eza ve cefaya sokacağından), hattâ yiyinti mutadının

(alışkanlığının)

bozulması insanı zaif ve hasta düşüreceğinden dem vururlar. Zekât sözü geçti mi,

“Monşer!” Hersene servetinden yüzde iki buçuğun verilmesi az şey midir? Şu iktisat devrinde bu hareket israf değil de nedir? Hem benim malımda fukaranın ne hakkı olabillir? Onlar da çalışsınlar, kazansınlar. ..”


ukalalığında bulunurlar.

Hac lakırdısı açıldı mı,

“Çöl halkını geçindirmek için düşünülmüş bir tedbir. .. Ayağımızla gidip onları beslemeye ne mecburiyetimiz var? Hem öküz öldü, ortalık ayrıldı; Arabistan bizim idaremizden çıktı. Öyle iken hâlâ mı onları düşüneceğiz, hâlâ mı onların Kâbe’sini tavafa koşacağız?”


diplomatlığını ederler.

Bu ukala taslakları bilmelidirler ki,

din bir vaz’-ı ilahîdir

yeni tâbirle

Allah’ın bir müessesesidir.

Onun esas hükümlerinde hiç bir vakit değişiklik olmaz. Tenzilat ve tedbilât

(indirim ve değişiklik)

ile meydana getirilecek bir meslek

(doktrin, sistem),

belki ahmakları celbedecek

(çekecek)

bir mezhep olur; fakat Müslümanlıkla bir alâkası bulunmaz. Medeniyetten bahsolundu mu, inkılap prensiplerinden söz geçti mi,

“Ya hep, ya hiç!” diyorlar. Ezan-ı Muhammedî’nin aslına ircâı

(Arapça hakikî Ezan okunması yasağının kaldırılması)

dolayısıyle:”- Atatürk’ün prensipleri bozuluyor!..”

diye az mı yaygara edildi. (………….) düzelmesine tahammül edemeyen bu gayretkeşler, Allah’ın emir ve peygamberin tebliğ etmiş olduğu hükümlerin değiştirilmesine beis

(sakınca)

görmüyorlar.

Madem ki, Avrupa medeniyeti “Ya hep, ya hiç” imiş; Müslümanlık da böyledir.

Ya ahkâmının

(hükümlerinin)

hepsini tasdik ve tatbik etmeli

(kabul edip uygulamalı),

yahut hiçbiriyle alâkadar olmamalı ve İslâm camiasından çıkmalıdır.

Ötesinden berisinden kırpılmak ve beğenilmeyen hükümleri atılmak suretiyle meydana getirilecek Müslümanlık, fıkradaki Kazvinlinin başsız, kuyruksuz, dişsiz ve pençesiz arslanı gibi olur ki, öyle bir arslan olamayacağı gibi öyle bir din ve Müslümanlık da olmaz.

Allah öyle bir arslan yaratmamış ve bazı ukalânın

(akıllı taslaklarının)

keyfine göre tesis edilecek bir din de vaz’eylenmemiştir. ”

Merhum Tahirü’l-Mevlevî

bu satırları kaleme alalı yarım yüzyıldan fazla bir zaman akıp geçti. Eskiden

İslâm dininde reform yapılmasını

, bir vaz’-ı ilahî olan bu yüce dinin kuşa çevrilmesini

Dönmeler, Masonlar, ateistler

istiyordu. Maalesef zamanımızda kendilerine

yenilikçi

denilen ve

içlerinde bazı ilâhiyatçıların da bulunduğu bir zümre

var ki, onlar da dinimizde değişiklik, reform, yenilik yapılmasını istiyor. Yenilikçiler yeknesak, homojen, hepsi aynı çizgide bir zümre değil. Çeşit çeşit yenilikçi ve reformcu var.

Onların bazısının görüşleri, istekleri şunlar:

(1)

Bugünkü ilmihal Müslümanlığı bozukmuş.

Sayın ilâhiyatçının sunduğu Kur’ân İslâmlığıymış. Peygamber ve Sünneti bırakılmalıymış ve bu adamın peşine düşülmeliymiş.

İslâm’ın hükümlerinin kaynağı dört değil birmiş,

o da sadece Kur’ân’mış. Kur’ân’ın tefsir ve yorumunu da ancak bu ilâhiyatçı doğru olarak yapıyormuş. ..

(2)

Kur’ân’daki ve Sünnetteki bazı hükümler geçmiş zamana aitmiş.

Bu devirde geçerli değilmiş…

(3)

Hadîs kitapları mevzu hadîslerle doluymuş.

Hattâ,

“Esahhü’l-kitab ba’de Kitabillah”

(Allah’ın kitabı olan Kur’ân’dan sonra en doğru kitap)

olduğunda Ehl-i Sünnet’in icmâ etmiş olduğu

Buharî’de bile mevzu hadîs varmış.

(4)

Müslümanları kurtaracak önder, takiyye yaparak İranlı ve Şiî olduğunu gizleyen, binaenaleyh Müslümanları aldatan, koyu Farmason ve reformcu Cemalüddin Afganî ve tilmizleri Muhammed Abduh ile Reşid Rıza imiş.

(5)

Herkes ictihad yapabilirmiş, herkes kendi kafasına göre Kur’ân-ı yorumlayabilirmiş;

mezhebler bid’at imiş, doğru olan mezhepsizlikmiş.

(6) Şeriata ve fıkha lüzum yokmuş.

Memlekette icazetli hakikî ulema hemen hemen kalmadı ya, bu reformcular ve yenilikçiler mangalda kül bırakmamacasına atıp tutuyorlar. 1950’li yıllarda, Osmanlı zamanında yetişmiş, Bulgaristan’dan gelmiş icazetli ve güçlü ulema vardı. O zamanlarda çatlak ses çıkartan reformcular hemen hakkettikleri cevapları alıyor, şamar oğlanına dönüyorlardı.

Şimdi maalesef ehl-i sünnet geçinen şahıslar ve gruplar bile reformculara, yenilikçilere, karşı gerektiği şekilde tenkit, cerh, ibtal ve müdafaa yapmıyor.

Meşhur bir reformcunun kitaplarının baskı adedi yekûn olarak bir milyonu geçmiştir.

Ona karşı yazılan bir iki reddiye ise üç beş bin basılmıştır.

Sözü uzatmayayım ve açık konuşayım:

Yüce İslâm dini, Allah’ın koymuş olduğu bir dindir. Onun esaslarında hiçbir değişiklik,

tâdilat, tenzilât, reform yapılamaz.

İnsanlar İslâm dinini kendilerine ve zamana uyduramazlar; kendilerini İslâm’a uydurmak zorundadırlar. Aksi takdirde sapıtırlar, helâk olurlar, ebedî saadetlerini yitirirler.

Kur’ân’ın birinci ve asıl yorumu Peygamberin sünnetidir, hadîsleridir.

“Peygamber bir postacı idi, ölmüş ve işi bitmiştir. Sünnet islâmî hükümlerin kaynağı değildir”

iddiası büyük bir yanılgı ve sapıklıktır.

Sünnetleri inkâr edenler, fıkhı ve Şeriatı inkâr ve tahrip ederek hakikî İslâm’ın yerine

uyduruk bir İslâm hümanizması

, bir nevi

İslâm protestanlığı

getirmek istiyorlar.

Dinimizin ana hükümleri evrenseldir, zamanlar ve mekânlar üstüdür.

Onların reforma, yeniliğe ihtiyacı yoktur. Değişmesi gereken Müslümanlardır. 29 Eylül 2002