Türkçenin sadeleştirilip,

arı duru, tavşan suyunun suyu fakir bir dil

haline getirilmesi neticesinde birtakım kelime ve kavramlar unutuldu.

Eskiden iki Türkçe vardı. Biri günlük konuşma ve iletişim Türkçesiydi. Onun yanında konuşulmayan, yazılı-edebî Türkçe vardı.

Bu ikinci dil zengin ve engin bir lisandı; bir kültür, medeniyet, sanat hazinesiydi.

Bir insan lisanıyla ölçülür, değerlendirilir. Birkaç yüz kelimelik bir sokak diline sahip kimse yoksul bir insandır. İnsanın ilmi, irfanı değeri, kültürü bildiği, kullandığı zengin yazılı-edebî lisanıyla orantılıdır.

Gazetelere bakınız. Onlarda bazı zarurî ve önemli kelime ve kavramların kullanıldığını hiç göremezsiniz.

Bazı misaller vereyim:

FAZİLET: Faziletli insan, faziletsiz insan… artık böyle değerlendirmeler yapılmıyor. Zamanımızda faziletin pabucu dama atılmıştır. Fazilet nedir? Kelime ve istilah olarak mânasını hakkıyla bilen kaç kişi çıkar?

MÜRÜVVET: Bu da unutulan kelime ve kavramlardandır. Belki bu devirde hâlâ mürüvvetli birkaç kişi kalmıştır ama onların onda dokuzu mürüvvet kelimesini bilmeden mürüvvet sergileyen kişilerdir. Molière’nin

“Kırk senedir nesir yapıyormuşum da haberim yokmuş!”

diyen kibarlık budalası gibi.

TAKVA: Kur’ân’da

“Allah katında en üstününüz en takvalı olanınızdır”

mealinde bir âyet bulunuyor. Peki, Müslümanlardan yüz kişiyi toplasak, bir salona koyup, “Takva hakkında iki mektup kağıdını dolduracak kadar bir kompozisyon yazınız” desek, geçer not alacak kaç kişi çıkar içlerinden?

HİKMET: Bu da hayattan kovulan kelime ve kavramlardandır.

İslâm’da

hurmet-i musahere

denilen bir kavram ve fıkıh terimi var. Bilen kaç kişi çıkar? Eskiden her fenne ve ilme ait kitabın başında, o fen veya ilme verilen ismin lügat mânası, istılah mânası güzelce açıklanırdı. Şimdi bunlar tarihe karıştı.

Gıybet büyük günahlardandır.

Gıybet nedir?

Bir kimsenin gıyabında

(olmadığı bir yerde)

onun hakkında, duysa hoşlanmayacağı ve üzüleceği bir şey söylemektir. Bu söylenen söz yalan ise gıybet değil,

iftira

olur.

Söylenen doğrudur, fakat hakkında konuşulan kişi üzülecekse işte gıybet budur.

Şimdi nice zamane sofusu bol bol gıybet yapıp duruyor. Yapma denildiği zaman da

“Ben doğru söylüyorum”

diye karşılık veriyor.

İhlas kelimesi hâlâ sık sık kullanılıyor ama mânasını hakkıyla bilen kaç kişi kaldı. İhlâs

katışıksızlık

demektir.

Hâlis zeytinyağı denildi mi, onun yüzde yüz, katışıksız zeytinyağı olması gerekir.

Yüzde doksan dokuz zeytinyağı olsa, içinde yüzde bir miktarı başka yağ bulunsa o yağa hâlis zeytinyağı denilemez. Şimdi adam yüzde 99 Allah için namaz kılıyor, yüzde bir de, insanlar kendisi için ne dindar, ne sofu adam desinler için kılıyor. Böyle bir musalli

(namaz kılan)

ihlâslı değildir, münafığın tekidir.

Kur’ân ribayı kesin olarak yasaklamıştır. Peki

riba nedir?

İktisatçı, işletmeci, hukukçu, doktor, mühendis, gazeteci Müslümanlar riba konusunda imtihan edilseler, geçer not alabilirler mi?

Allah Peygambere Kur’ân’ı vahyetmiştir.

Vahiy nedir?


Vahiyle ilham arasında ne fark vardır?

Bir âyette

“Rabbin balarısına vahyetti…”

buyuruluyor. Arıya vahy edilmesi ne demektir? Okumuş, yüksek tahsilli, dindar Müslümanlar vahiy kelimesi ve kavramı konusunda yeterli bilgiye sahip midir?

Zamanımızda

tesettür

denilince kadın ve kızların başlarını örtmeleri anlaşılıyor. Halbuki

tesettürde iki unsur vardır.

Birisi

örtünmek

, ikincisi

nâmahrem erkeklerle ihtilat etmemektir.

Biz cehaletimiz yüzünden bu ikinci tesettürü unutmuşuz, defterden silmişiz.

İmam-ı Kebir nedir?

Peygamber,

“Yaşadığı zamandaki İmam’a biat etmeyen ve onu bilmeyen kimsenin ölümü cahiliyet ölümü gibi olur”

buyuruyor. Ne büyük bir tehdit. Peki bu incelikleri bilen kaç kişi kaldı.

Zengin Osmanlı Türkçesinde

fevz ile feyz

kelimeleri var. Ne mânaya geliyorlar?

Hıyanet

ne demektir,

ihanet

ne demek?..

Birkaç sene önce bir yere gitmiştim. Oradaki zat,

“Efendim size kahve mi, yoksa çay mı lütfedeyim?”

diye sorunca gülmemek için kendimi zorlamıştım.

Bir başkası,

“İnşaallah yakında size teşrif edeceğim”

şeklinde konuştu. Bir üçüncüsü, kendinden büyük bir zata

“Demin arz ettiğiniz gibi”

dedi. Ya Rabbi ne kadar çok çam deviriyoruz…

Tahsilsiz halktan geçtim, şimdi okumuşlar da anadillerini doğru dürüst konuşup yazamıyor.

Üniversiteyi bitirmiş, bir şey söyleyecek, şizofren hastalar gibi kopuk kopuk, acayip, bir telgraf diliyle zar zor birkaç laf edebiliyor.

Be adam cümleyi tamamlasana! İki kelime söylüyor, biraz duruyor,

“ıııı”

diye bir ses çıkartıyor, tekrar bir kelime, ne dediğini anlamak için zorlanıyorsunuz. Hiçbir cümlesi tamam değil, yarım yamalak. Vah vah.

Televizyonlardaki açık oturumlarda zaman zaman Türkçenin ve edebiyatın ırzına nasıl geçildiğine dikkat ediyor musunuz?

Benim çok şükür televizyonum yok da azap verici programları dinleyip seyretmekten kurtuluyorum.

Son günlerde Hazret-i Mevlânâ aleyhinde ne hezeyanlar savrulmuş.

Cahiller cesur olurmuş. Kuş beyni kadar beyni olmayan bir takım süfehanın ve humekanın ulu bir veli hakkında ulu orta konuşmaları ne büyük bir edebsizliktir.

Türkçeyi çok iyi bilen üstadlarımızdan biri Mahir İz beyefendi idi. Allah ona rahmetiyle muamele buyursun. Talebelik yıllarımda bir gün kendisine Ankara’dan gönderdiğim mektubun sonuna

“İhtiramat-ı meveddetkârânemi arz ederim efendim”

diye yazmıştım. Cevabında beni şefkatle azarlamış ve uyarmıştı.

Meveddet akran arasında olur, mâdun mâ fevkine bu kelimeyi kullanmaz

demişti.

Şimdi ne meveddet kaldı, ne mürüvvet, ne necabet, ne kerem.

Kuşlar gibi göç ettiler hepsi.

Olanak, olasılık, koşul, sorun, simge, imge, irdelemek, imgelemek.

Lisan ve edebiyat yozlaşınca memleket battı. 08 Mayıs 2002