Cumartesi

 

Kitabullah’tan yâni Kur’an-ı Kerim’den sonra kitapların en doğrusu olan Buharî-i şerifteki bir hadîste Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam efendimiz “Kıyamet kopuncaya kadar otuz şu kadar Deccâlûn (Deccallar) ve Kezzâbûn (Çok yalancı şahıslar) zuhur edecektir. Bunlar ya tanrı olduklarını yahut peygamber olduklarını iddia edeceklerdir” buyurmaktadır.

Yalancı peygamberler henüz Resûlullah Efendimiz sağ iken çıkmaya başlamıştı. Bunlardan biri Müseylimetü’l-Kezzab idi. Peygamber Efendimize elçi göndermiş, kendisinin de peygamber olduğunu iddia etmişti. Kezzab yani çok yalan söyleyen lakabını kazanmış bu ekfer herif Müslümanlar tarafından Yemâme savaşında öldürülmüştür.

İslâm tarihinde zuhur eden bazı Deccal ve Kezzablar ise kendilerinin tanrı olduklarını açık veya dolaylı şekilde iddia etmişlerdir.

Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında Hindistan’da zuhur eden Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî, nebi olduğunu ilân etmiş, çeşitli lisanlarla kendisine vahiy geldiğini bildirmiştir. Maalesef zamanımızda da böyle deccal ve kezzablar bulunmaktadır. Bunlar, Müslümanların gazab, öfke ve tepkilerinden korkarak açıkça tanrı veya nebi olduklarını ilan edemiyorlar ama bazıları, yakınlarına gizlice söylüyor.

İmdi bilinmelidir ki, Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselamdan sonra, ta Kıyamet kopuncaya kadar peygamber gelmeyecektir; ister resûl, isterse nebi olsun. Hazret-i Muhammed’in nebilerin hâtemi (en sonuncusu ve en büyüğü) olduğu ve kendisinden sonra Kıyamet’e kadar peygamber gelmeyeceği Kur’an’la, Sünnet’le, icmâ-i ümmetle sâbittir. Aksini iddia eden dinden çıkmış olur.

Ümmet-i Muhammed’i sahte peygamberlerin, şahıslarını tanrılaştıran sapıkların, deccal ve kezzabların şerlerinden korumak gerekir. Bu vazife de, başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere sünnî dinî kuruluşlara ve otoritelere düşer.

Her devirde, Peygamberimizin hakikî halifeleri, vekilleri, vârisleri bulunur. Bunlar gerçek ulema ile gerçek velilerdir. Ulema ve fukaha derece derecedir. En yüksek rütbede olanlara “Mutlak müctehid” denir ki, bin dört yüz yıl içinde bu dereceye yükselmiş, bu rütbeye çıkmış ancak yirmi kadar kimse zuhur etmiştir. Bunların en büyüğü bizim İmam-ı Azam dediğimiz Ebû Hanife hazretleridir. Sonra İmamı Mâlik, İmamı Şâfiî, İmamı Ahmed ibn Hanbel gelirler. Bu dördünün fıkıh sistemleri kalmış, diğer mutlak müctehidlerin fıkıh sistemleri devam etmemiştir.

Mutlak müctehid derecesinin altında “Müctehid fi’l-mezheb” gelir. Bunlar mutlak ictihad yapmamış, bağlı oldukları imamın mezhebi dairesinde kısmî ve tâlî ictihad yapmışlardır.

Fukahanın en alt derecesi ise müftülüktür. Müftü deyince Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vilayetlere ve ilçelere tâyin ettiği memurlar hatıra gelmemelidir. Müftülüğün birtakım şartları vardır. Ülkemizdeki en son büyük müftüler dersiâmdan Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen ile merhum Ahmed Davudoğlu hocaefendilerdir. Zamanımızda müftü kalmış mıdır? Belki birkaç hakikî müftü vardır, kesin konuşamam.

Medreseler ve tasavvuf dergâhları kapatıldığı, 1924’te İmamet-i Kübra müessesesi lağv edildiği için nice yıldan beri İslâm dünyasında dinî-İslâmî bir riyaset, hiyerarşi, üniter teşkilat kalmamıştır. Müslümanlar bin parçaya ve fırkaya ayrılmışlar, kafalar ve zihinler iyice karışmış, ortaya birtakım nevzuhur (türedi) kişiler çıkmıştır.

Tabakat-ı fukahanın en alt derecesi olan müftülük rütbesinde bile bulunmayan bazı din baronlarının dinî konularda ve işlerde keyfe mâ yeşâ (keyfince) konuşup hareket ettikleri görülüyor. Yazık ki, kimse onları uyarmamakta, hadlerini bilmeye çağırmamaktadır. Bazıları İslâm dinini kumaş ve kendilerini makas gibi görüyor ve nefs ü hevası ile nice yanlış görüş beyan ediyor, kesip biçiyor. Etraflarında binlerce bağlı bulunan ve her yıl İslâmî hizmet ve faaliyetler için milyarlarca dolar toplayan kimseler vardır. Bunlar Ehl-i Sünnet inancı ve fıkhı dairesinde kalsalar fazla bir şey denmez. Lakin bazıları, hiçbir kontrola ve denetime tâbi olmadıkları için ve müridleri tarafından çok pohpohlanıp uçurulmaları dolayısıyla dünyaya çok yüksekten bakmakta, çok yüksekten konuşmakta ve birtakım sorumsuz işler etmektedir.

İyi bilinmelidir ki, hiçbir din baronunun reformcu ve yenilikçi bozuk cereyanları desteklemeye hakkı yoktur. Fazla sayıda bağlısı ve bol parası var diye çok ileri giden bazı baronlar bilsinler ki, ilahî sille vurunca perişan olurlar. Büyük küçük bütün Müslümanların birinci vazifesi Kitabullah’ın, Sünnet-i Resûlullahın, Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyenin, eimme-i müctehidînin ve fukahanın çizgisi ve dairesi içinde bulunmak ve yürümektir.

Birtakım adamların acayip ictihadlar yaptıkları, garip fetvalar verdikleri, sorumsuzca işler ettiklerini görüyoruz. Onlara kim dur diyecektir?

Farmasonlar, Sabataycılar, mülhidler İslâmî hareketin içine sızmaya çalışıyor. İslâmî kesimde koyun sürüsü kadar ajan, casus, provokatör, manipülatör bulunmaktadır. Birtakım adamların Hıristiyan ruhanî liderleriyle, ABD zimamdarlarıyla, İsrail makamlarıyla, Sabataycı kurmaylarla gizli ilişkiler içinde bulunduğuna dair haberler alıyor, rivayetler duyuyoruz. Dinler arası diyalog diye, İslâm’ın kabul edemeyeceği birtakım ilişkiler kurulmakta, toplantılar yapılmaktadır. Biz Müslümanlar Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa efendilerimizi (İkisine de selam olsun!) peygamber olarak tanıyor, kendilerine iman ediyor ve onları seviyoruz. Musevîler ve Hıristiyanlar ise bizim Peygamberimizi inkâr ediyorlar. Böyle bir inkâr karşısında nasıl olur da, İslâm’ı temsil ettiklerini ilan eden bazı kişiler ve gruplar dinlerarası diyalog kurmaya kalkışabilirler? Bu hakkı ve selahiyeti nereden alıyorlar?

Kendilerini en yüksek makamlarda gören, nâçiz şahıslarını gavs, kutub, sahib-i zaman sanan, küçük dağları ben yarattım edalarına bürünen, aşılmaması gereken sınırları aşan, dinî konularda paşa canlarının istediği gibi hareket eden birtakım sorumsuz kişiler yarın Mahkeme-i Kübra’da nasıl hesap vereceklerini düşünüyorlar mı?

Bir kasaba vaizi bile olamayacak adamları, müridleri ve taraftarları evc-i alaya çıkartmıştır. İslâm dini bütün Müslümanlara tevazuu, alçak gönüllü olmayı emrediyor. Fahr-i Kainat Efendimiz bir topluluğa geldiği vakit baş köşeye oturmazlar, nerede boş yer varsa oraya ilişiverirlerdi. Yine, Ashab-ı Kiram (radiyallahu anhüm ecmain) efendilerimiz, Resulullah’ın kendisi için ayağa kalkılmasını sevmediğini bildikleri için, O bir meclise girdiği vakit ayağa kalkmazlardı…

Nemrud ve Firavun ahlâkıyla, şahsını putlaştırmakla, kendisini bir nevi peygamber gibi görmekle bu dine hizmet edilemez. Müslümanlar! Kalp gözlerinizi açınız ve kendinizi tehlikeli ilişkilerden ve bağlılıklardan koruyunuz. 15 Aralık 2002