Salı

 

Bugün Türkiye Müslümanlarının iki ana problemi vardır. Birincisi: Varlıklarını korumak; ikincisi: Kimliklerini korumak. Müslümanlar bu ülkede bir azınlık olsaydılar; din düşmanları, egemen azınlıklar, çeteler onları fiziken yok etmek, yahut yurt dışına kaçırmak suretiyle saf harici edebilirlerdi. Çoğunluğu, hem de ezici çoğunluğu teşkil ettikleri için, kimliklerini yok etmek suretiyle yola getirilmek durumundadırlar. Gerçek demokrasiye, hukuka, temel ve evrensel insan haklarına, millî menfaatlere aykırı olarak yapılan baskıların, edilen zulümlerin maksadı budur.

Müslümanlar, kimliklerinden uzaklaştırılmak suretiyle eritilmek, tehlikesiz hale getirilmek; sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaş, parya, zenci durumuna düşürülmek isteniyor.

Kimliklerini korumak, erimemek, yabancılaşmamak için Müslümanlar neler yapmalıdır, nasıl çalışmalıdır? Ne gibi çareler, çözümler, reçeteler bulmalıdır? İşte meselenin temeli budur.

Medenî âlemde resmî ideoloji sahibi tek devlet Türkiye’dir. Başka hiçbir ileri, kalkınmış, zengin, demokrat ülkede resmî ideoloji yoktur. Resmî ideoloji ile hukuk, demokrasi, temel insan hakları bir arada olamaz. Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, Fransa’da Napolyon ve Vichy rejimleri, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Lenin ve Stalin, İran’da Şah Pehlevî ideolojileri tarihe karışmıştır. İdeolojiler milletlerin, ülkelerin, devletlerin tarihlerindeki ârızalardır. Ârızaların başlangıç ve bitiş tarihleri vardır. Esas olan tarihî devamlılıktır.

Türkiye Müslümanları yakın tarihin ârızaları, baskıları, zulümleri, din düşmanlığı ve din sömürüsü yüzünden iki şeyin altında kalmışlardır: İslâm’ın gerisinde kalmışlardır; çağın, muasır (çağdaş) dünyanın ve insanlığın gerisinde kalmışlardır. Müslümanların kendi din adamlarını ve aydınlarını yetiştirecek eğitim sistemleri, okul ve üniversiteleri yoktur. Müslümanların yasal tasavvuf tarikatları, tekkeleri ve mürşidleri de yoktur. Şu yetmiş milyonluk ülkede, icazetli on din âlimi çıkmaz. Yine, icazetli olmak şartıyla on şeyh-mürşid de yoktur. Ulemasız, şeyhsiz, aydınsız, seçkinsiz kalan Müslüman çoğunluk gecekondu, kırsal kesim, köylü, taşra, varoş, kıyı köşe kültür ve zihniyeti bataklığına düşmüştür. Müslümanların birinci sınıf, birinci ligte oynayan, güçlü ve tesirli, nüfuzlu medyası yoktur. Kelle kalabalığı bakımından çoğunlukta olan Müslümanlar, keyfiyet, vasıf, güç, üstünlük noktalarından çok aşağı seviyeye düşmüşlerdir.

Bir yandan din düşmanlarının ve münafıkların, öbür taraftan din sömürücülerinin, baronların, yetersizlerin darbelerine maruz kalmış bulunan, âdeta örs ile çekiç arasında kalmış olan Müslüman kesimin bu şartlar altında kimliğini ve varlığını koruması çok zordur.

Bu vahim şartlar altında Müslümanlar ne yapmalıdır, nasıl çalışmalıdır, nelere önem ve öncelik tanımalıdır?

Müslümanlar bu memlekette insan gibi, haysiyet ve hürriyet içinde yaşamak istiyorlarsa öncelikle din sömürüsünü kaldırmalıdır. Çünkü onları yıkan, dış düşmanlarının gücü değil, kendi zaaflarıdır, kendi içlerindeki sömürücü haşarattır.

Japonya’nın Batı dünyasına ve medeniyetine açılması bundan bir buçuk asır kadar önce başlamıştır. Onlar kendi kimliklerini, kendi kültürlerini, kendi kişiliklerini, kendi geleneklerini, kendi zihniyetlerini muhafaza ederek Batı’nın ilmini, tekniğini, fenlerini aldılar ve kısa zamanda güçlendiler, yirminci asrın başında Rusya ile savaşa tutuşup onu yendiler. Şu anda Japonya ilim, irfan, sanayi, ticaret, eğitim, üniversite, düşünce bakımından bir devdir. İkibin beşyüz üniversitesi dünya ve çağ seviyesinde eleman yetiştirmektedir. Onların bir gazetesi günde ondört milyon tiraj yapabilmektedir. Nobel kazanmış Japon âlimleri vardır. Onlar bu başarıyı binlerce adadan meydana gelen, petrol ve demir yatakları olmayan, arazisi halkı doyurmaya yetmeyen, zelzele ve tayfunlarla sık aralıklarla harap olan bir zemin ve mekanda meydana getirdiler. Onların yazı sistemi bizimkine benzemez. İki bine yakın kargacık burgacık şekil ezberlemedikçe basit bir gazete haberini bile okumanın imkânı yoktur. Onlar bu çok zor, çok çetrefil, öğretilmesi ve öğrenilmesi çok güç millî yazıları ile ilimde, fende, edebiyatta, sanatta, felsefede harikalar meydana getirmişlerdir.

Japonya’da kimono giymek yasak değildir. Japonlar çok sade evlerde yaşarlar. Yer sofralarında yemek yerler, geceleri yere yatak sererek uyurlar. Avrupaî elbise giyseler de içleri, ruhları Japondur.

Türkiye, Japonlardan çok önce Batı ile temasa geçmiş olduğu halde bir türlü ilerleyemedi, kalkınamadı. Tam tersine bugünkü bataklığa düştü. Bırakınız sadece Türkiye’yi, bütün Türklük aleminden şimdiye kadar Nobel kazanan bir tek alim, edip, sanatkar, aksiyon adamı çıkmamıştır.

Türkiye Müslümanları son yarım yüzyılda Kur’ân kursları, hâfız mektepleri, İmam-Hatip okulları, ilahiyat fakülteleri, betonarme camiler, bol şerefeli çok yüksek ve zevksiz minareler, cami helalaları, imam ve müezzin meşrutaları, müftülük siteleri, camilere konulan ışıldaklar, fırıldaklar, zırıldaklar ile milyonlarca dolar ziyan etmiştir.

Müslümanların varlıklarını devam ettirmek, kimliklerini korumak için yapmaları gereken ilk iş güçlü, vasıflı, üstün elemanlar yetiştirip, bunlardan müteşekkil kadrolar kurmak olmalıydı. Bunu başaramışlardır. Bu elemanların bilgi, aksiyon (ahlâk, fazilet), estetik ve sanat boyutlarının düşmanlarımızınkinden üstün olmaları gerekirdi.

Küfür kurmayları, küfür stratejileri, küfür beyinleri Müslümanları parçalanmış halde bulundurmak, İslâm’ın ve çağın çok altında bulundurmak için, islamî kesimdeki yarı mühtedi, kompleksli, kimisi paraya din gibi tapan, kimisi nefs-i emmâresini put edinmiş olan birtakım denî ve bayağı din baronlarını manipüle etmişlerdir. Bu adamlar sarsılmaz bir birlik teşkil etmesi gereken Ümmet-i Muhammed’i onlarca büyük, yüzlerce orta, binlerce küçük hizbe, fırkaya, gruba cemaate, parçaya ayırmışlar; eski Hint mihraceleri gibi saltanatlar kurmuşlar, işe yaramaz, sadra şifa vermez bir sürü sözde hizmet ve faaliyetle ehl-i İslam’ın milyarlarca dolarını ziyan ve israf etmişlerdir.

Yanlış anlaşılmaması için şu hususu da kaydetmek isterim: Ben, din-i mübin-i İslam’a Kur’an, Sünnet, Şeriat, ahlak, hikmet prensipleri dairesinde hizmet eden hakikî âlimlere, hakikî şeyh ve mürşidlere, hakikî aydınlara büyük hürmet beslemekteyim. Onlar, ellerinden öpülecek kimselerdir. Tenkit oklarım onlara değil, din sömürücüsü haşarata, baronlaradır.

Şu anda Türkiye’de, ülke ve dünya çapında tek bir Müslüman medyacı bulunmamaktadır. Böyle biri olmayınca da Müslümanlar medya konusunda ikinci plânda, ikinci ligte kalmaya ve yenilgiye mahkumdur.

İslamî kesimde, Müslümanları ve Türkiye’yi bugünkü bataklıktan çıkartabilecek beyinler mevcut değildir.

Müslümanların böyle seçkin, zekası ve kültürü yüksek elemanlar yetiştirecek eğitim sistemleri, okulları, üniversiteleri yoktur. Bu işler hafız kurslarıyla olacak işler değildir.

Ben bu satırları yazarken birtakım din baronları ve avaneleri hizmet ve faaliyet yapmak için para toplamaya devam ediyorlar. Hangi hizmetler, hangi faaliyetler? Bunlar işe yarar mı, bunlar bizim selamete çıkmamıza, hür olmamıza sebep olur mu?

Müslümanlar otuz yıldan beri maceralar peşinde koşuyor. Artık boş işleri bırakmamız ve bütün gücümüzle adam yetiştirme işlerine yönelmemiz gerekir. Din sömürücüleri, dinsizlerin ajanları, zekâ özürlüler, yetersizler islamî hareketi mıncıklamaktan, dinî hizmet ve faaliyetleri, kirletmekten men edilmelidir. Varlığımız ve kimliğimizi koruyabilmemiz, kurtulmamız, hürleşmemiz için büyük bir iradeye ihtiyaç vardır. Bizde böyle kolektif bir irade mevcut mudur? 16 Şubat 2000