* Senin için “Dindar adamdır, temizdir, güvenlidir, kesinlikle haram yemez, herkese iyilik yapar, efendidir, naziktir…” deniliyorsa ne mutlu sana. Yok bunun aksine “Şu hacı yok mu, deveyi hamuduyla yutar, aksi herifin tekidir, herkesi kırar, ona güvenilmez…” şeklinde konuşuluyorsa vah sana, yazık sana.

* Çeneni tutabiliyorsan; konuştukların, söylediklerin hayırlı, faydalı şeylerse seni tebrik ederim. Abuk sabuk konuşuyorsan, bilmediğin her konuya burnunu sokuyorsan, “Benim şeyhim en büyük, öteki şeyhler en küçük… Benim tarikatım veya cemaatim en hak, ötekilerin hepsi berbat” gibi eşekce laflar ediyorsan yazıklar olsun sana.

* Kendini övüyorsan sen asla kâmil bir kişi değilsin. Kâmil insanlar kendilerini övmezler, başkaları onları över. Bu övgüler onların nazarında bir kıymet ifade etmez, sövgülerle bir tutulur.

* Para, mal, mülk, maddî menfaat peşinde koşuyorsan sakın ululuk taslama, kendine pâye vermeye kalkma. Yükselebilmek için yükünün hafif olması gerekir. Kuyruğuna kabak bağlı kaz uçamaz.

* Müslümanlık amel, aksiyon, hal dinidir. Sen lâf Müslümanı mısın, yoksa amel ve hal Müslümanı mı?

* Bilenler gerektiği zaman konuşurlar. Bilmeyenlerin konuşması, hem konuşan hem de onu dinleyen için vebaldir.

* “Allah’tan korkuyor musun?” sorusuna ne cevap vereceksin? “Korkuyorum” desen yalan söylemiş olacaksın, çünkü Allah’tan hakkıyla korkmuyorsun. “Korkmuyorum” desen küstahlık etmiş, küfre düşmüş olacaksın. Başını önüne eğ ve sus.

* “Bozuk düzenlerde, dârü’l-harbte haram para toplanır ve yenir” diyerek hayli hortumlama yapmışsın. Bu kadar ateşe nasıl dayanacaksın?

* Arabın Türke, Lazın Kürde, Çerkezin Boşnağa üstünlüğü yoktur. İslâm’da üstünlük ancak ilimle, irfanla, takvayla, ihlâsla, istikametle (doğruluk dürüstlük) hayır ve hasenatladır. Emanetleri, işleri ehil olmadıkları halde hemşehrilerine, ihvanına, yandaşlarına ve yoldaşlarına verdiğin için büyük suç işliyorsun.

* Karı satmak, uyuşturucu ticareti yapmak, yol kesmek, saçı bitmedik yetimin hakkını yemek, vatana hıyanet etmek, adam öldürmek, ırza tecavüz etmek… Bunlar mı daha ağır ve vahimdir, yoksa din sömürüsü yaparak servet sahibi olmak, Müslümanları aldatmak mı?.. Elbette din sömürüsü daha ağır, daha vahim, daha büyük bir suçtur.

* Adam diyanet yerine dinayet, tefsir yerine tesfir diyor ve sonra din hakkında işkembe-i kübrasından ahkâm kesiyor, uluorta konuşuyor. Bu bir âhir zaman âlâmetidir.

* İslâmcının biri namaz kılmıyormuş. Şuurlu, uyanık, kendisine yararlı ve zararlı şeyleri bilen bir Müslüman olsaydı kılardı; O Müslüman değil, İslâmcıdır.

* En iyi ticaret Allah ile yapılandır. Burada bir fakire yardım edersin, hesabına yazılır, âhirette kat kat karşılığını alır, mutluluk kazanırsın. İnsanlar niçin bu ticarete koşa koşa yönelmiyorlar?

* Lüks otomobiliyle övünen, caka satan, böbürlenen, gurur ve kibirlenen adam ne kadar zavallıdır.

* Sabah namazına, cami yaptırma derneği üyeleri bari gelselerdi. Hiç olmazsa on kişilik bir cemaat olurdu.

* Dürüst ve namuslu adam on bin dolar haram parayı almaz, bir milyon dolar da olsa almaz. On bin dolara tenezzül etmez, bir milyon dolara ise hiç ihtiyacı yoktur ki, niçin alsın?

* Başörtüsü ve tesettür düşmanlarına Yakup Kadri’nin “Çarşafa ve Peçeye dair” başlıklı nefis yazısını okutmak lazım. Acaba nasıl bir tepki gösterirler?

* Cep telefonları kanser yapıyormuş… Her lüksün bir faturası var.

* Kibar ve görgülü insanlar, çok aç olsalar bile çılgın gibi, siler süpürürcesine, sömürürcesine deli gibi yemek yemezler.

* Hem Müslüman, hem de âhireti düşünmüyor ve orası için hazırlık yapmıyor, azık toplamıyor. Bu ne biçim Müslümandır?

* Ehil ve layık olmayana ilim, hüner, marifet, sanat öğretmek doğru değildir. Hırsıza çilingirlik öğretilirse ne yapar? Irz düşmanına hipnotizma öğretilirse ne haltlar etmez ki? Bırakın bed-mâyeler cahil kalsın.

* Ateistin en büyük hatâsı, kendisi inanmadığı için Allah’ı yok sanmasıdır. Vücudundaki zerreler Allah Allah diyor da haberi yok.

* Efendi kimseler için en büyük azab, nâ-danlarla (cahil, kendini ve haddini bilmez) birlikte olmaktır.

* Nemrud, Firavun, Şeddat, Neron… Kendini İslâm’ın temsilcisi ve Müslümanların rehberi sanan kişilerin lüks, konfor, şatafat ve tantanada bu kâfirlerle yarışmaya kalkmalarından daha ayıp şey ne olabilir?

* Din binasından bir taş sökmek bile büyük yıkıma sebebiyet verir. Din bir bütündür, en küçük parçası bile korunmalıdır.

* Hem Müslüman, hem de dini imanı para. Bir Müslümanın iki dini olur mu?

* O adam akıllı olsaydı, akılcı (rasyonalist) olmazdı.

* Din âlimi olmayanlar, dinî bilgileri doğrudan doğruya Kur’ân’dan ve Sünnet’ten çıkartamazlar; ilmihal kitaplarından öğrenirler.

* Mezhep disiplin, nizam, birlik demektir; mezhepsizlik ise anarşi ve keşmekeş.

* Çeçenler ilk cihad hareketini Şeriat ve Tarikat kanatlarıyla uçarak yaptılar ve başarılı oldular. Sonra Arap dünyasından Selefiler ve Vehhabiler geldi, tasavvufa ve tarikata karşıydılar, savaşı kaybettiler.

* Müslüman bir ülke ve devlet olmayan ABD gücünü koruyarak daha uzun müddet yaşayabilir mi? Büyük İslâm âlimleri ve bilgeleri, “Gayr-i müslim bir devlet, adaletli olursa payidar olur” demişlerdir. ABD İsrail konusunda, Irak konusunda, İslâm âlemine karşı tutumunda adaletli midir, değil midir? Adaletli değilse bir müddet sonra zaafa uğrayacak, çökecektir.

Abbasî halifesi Harunürreşid, Frank kralı Şarlman’a elçisi ile bir çalar saati hediye olarak yollamıştı. Şarlman’ın yanındaki yüksek papazlar, devlet adamları bu âlete şaşkınlıkla bakmışlar, bunun içinde acaba şeytan mı var? demişlerdi. Şimdi İslâm dünyasının halkı, Şarlman’ın papazları ve vezirleri gibi Batı’nın, Japonya’nın yaptığı elektronik âletlere, ezan okuyan saatlere şaşkınlık ve hayranlık içinde bakıyor.

Bana niçin gerici diyorlar?

Ben Türkiyeliyim, Türkiye benim vatanım, başka gidecek yerim yok. Türkiye’yi seviyorum; bu sadece kuru bir lâf değil. Ülkemdeki ağaçları, çalılıkları, kuşları, toprakları, taşları bile sever ve korurum. Kargaya zararlı hayvan derler, ben onun bile öldürülmesini istemem. Çarşamba günü akşama doğru Sultanahmet camiinin altındaki Arasta otoparkının önünden geçerken uçamayan yaralı bir karganın acı acı bağırdığını gördüm. İki kedinin saldırısına uğramak üzereydi, parkın bekçisinden aldığım bir naylon torbaya koyup hayvancağızı eve götürdüm. Ertesi günü Yeşilköy’deki veterinere götürecektim, zavallı karga gece evde öldü.

Memleketimi sevdiğim için ülkenin, halkın, devletin soyulmasına, genel ve mahallî idare bütçelerinin yağma edilmesine, bankaların hortumlanmasına isyan ediyor, faillerine lânet okuyorum.

Kendimi öğmeyi sevmem. Yine de bir şey anlatmama izin vermenizi istiyorum: 1958/9 yıllarında yedek subay olarak Erzurum’da güç şartlar altında, şiddetli geçen bütün bir kış boyunca açıkta, arazide, bazen sabahlara kadar süren tâlim, tatbikat, hizmet gördüm. Terhisime bir gün kala herkesle vedalaştım, eşyalarımı hazırladım ve sonra odama kapanarak ağladım. Askerliği çok sevdiğim için mi? Hayır, öyle olsaydı tezkere bırakırdım. Vazifemi ve ülkemi çok sevdiğim için.

Kırk yıldır İstanbul’da gazetecilik yapıyorum. Mal beyanım, servetim bellidir. Liste kısa: İkamet ettiğim bir daire, İstanbul’a yüz kilometre uzaktaki bir köyde tek katlı tuğladan basit bir bağ evi, 1951 modeli külüstür bir otomobil; özel kütüphanem, duvarlardaki hüsn-i hat levhaları. Birikmiş param yok. Gazetecilikten maaş, ücret almam, bedava yazarım. Geçimim yayıncılıktandır, küçük bir yayınevim var.

Ve ben memlekette güven içinde yaşıyamıyorum. Niçin? Gericiymişim! Asla gerici falan değilim. Müslümanım, bugünün ölçülerine göre dindar sayılırım, beş vakit namaz kılarım. İdeoloji kokusu olduğu için bana İslâmcı denilmesini istemem, Müslümanlık yeter.

Ömrüm sıkıntı, baskı, eziyet, zulüm, haksızlık içinde geçti. Defalarca evim, yazıhanem arandı, kitaplarım, evrakım çuvallara konulup götürüldü. Kaç defa tutuklandım, hapishanelere atıldım. 1984’te Bayrampaşa cezaevinden Gerede’ye sevkedilirken, ellerimi bir zincirle sımsıkı bağladılar, kilitlediler, bir mahkum arabasının içindeki yirmi beş vatandaşla birlikte hepimizi sevk zinciri denilen bir zincirle tekrar sıkıca bağladılar ve öyle sevkettiler. Yolda ne bir yudum su, ne bir lokma ekmek, ne de tabiî ihtiyaçlarını görmek imkânı vardı. Suçum neydi? Yüzkızartıcı bir suçum yoktu. Şiddete yönelik bir insan da değildim; sadece düşünüyor, yazıyordum.

Kaldırılan TCK 163’üncü maddeden, 6187 numaralı kanundan çok çektim. Zindanlarda çürümektense 1969 ile 1974 yılları arasındaki zamanı gurbete geçirdim. Af çıktı da vatanıma öyle dönebildim.

Ben kendi öz vatanımda sürünürken, binbir çile çekerken büyük hırsızlar, büyük vatan hâinleri, büyük eşkiya, büyük soyguncular, büyük haramiler, büyük talancılar, büyük haydutlar keyf içinde yaşıyorlardı.

Bir çok ülkelere gittim, bazılarında ev tutup ikâmet ettim; hiçbirinde dinî inançlarım, fikirlerim dolayısıyla baskıya, zulme, sorgu suale mâruz kalmadım. Ama kendi memleketimde ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, parya, zenci gibi yaşıyorum.

Bana kimler gerici diyor?

Öncelikle militan, fanatik, aktivist Sabataycılar. Onlar aslında Yahudiliğin heterodoks bir koluna mensuplar, sayıları da fazla değil. Ben çoğunluğa mensup Müslüman bir vatandaşım; benim dinime, inancıma, düşünce ve görüşlerime ne karışıyorlar? Ülkeyi, cumhuriyeti tekellerine almak istiyorlar. Ne kadar uzun emellere sahip bu insanlar, hayalleri pek geniş. Bugünkü durumun hep böyle devam edeceğini sanıyorlar. Böyle bir şey mümkün mü? Bir gün gelecek saltanatları yıkılacak, hâkimiyetleri elden gidecektir. Bundan hiç şüpheleri olmasın.

Farmasonlarla da aram yok. Türkiye’de kaç mason var? Tam rakamı bilmiyorum ama olsa olsa on bin, yirmi bin kişiler. Hep kodaman, okumuş, şehirli, yüksek tabakadan kişiler. Köşebaşlarını tutmuşlar. Stratejik mevkiler onların elinde, işgalinde; Tapınak Şövalyeleri mi, Mâbet Şövalyeleri mi, gizli esrarlı, karanlık bir teşkilat. “Biz eşitlik taraftarıyız” diyorlar ama bu söz boş bir edebiyattan ibaret. Fakir, az tahsilli, köylü, işçi, küçük esnaf bir tek mason var mı? Evet, bütün vatandaşlar eşittir ama Masonlar daha eşittir!

Sovyetler Birliği yıkılmadan önce ülkemizde, ihtilâl yaparak rejimi yıkmak, kızıl bir diktatörlük kurmak isteyen şiddet taraftarı, aktivist, militan solcular vardı. Onlar emellerine nâil olsaydılar, Pol Pot’un Kamboçya’da yaptıklarını yapacaklardı. Onlarla da aram iyi olmamıştır. Şu andaki samimî fikir, görüş, çare, çözüm ve tekliflerimi sıralamak isterim. Zaten bunları sık sık yazıyorum:

  1. Hukukun üstünlüğü prensibinin ülkeye hâkim olmasını; devletin, siyasî iktidarın, rejimin üzerinde hukuk olmasını istiyorum. Tabiî ki, adalete, millî kimliğe uygun bir hukuk. Adalete ve millî kimliğe zıt pozitif hukuka taraftar değilim.
  2. Evrensel ve temel insan haklarına, hürriyetlerine, haysiyetlerine riayet ve hürmet edilmesini istiyorum. Bunların başında da din, inanç, inandığı gibi yaşamak hakkı ve hürriyeti gelir.
  3. Türkiye’de gerçek mânada laiklik yoktur; “devlet dini” sistemi vardır; siyasî iktidar, rejim, derin devlet dine ve dindarlara baskı yapmaktadır. Bu yüzden din-devlet çatışması vardır. Dindar çoğunluk devlete dargındır. Bunların halledilmesini, din-devlet kavgasına son verilmesini, din ile devletin barışmasını, uzlaşmasını, işbirliği yapmasını istiyorum.
  4. Üzerinde durulmayan, Türkiye’nin gündeminde olmayan önemli bir konu var: Lozan’ın gizli protokolları. Türkiye sanki ipotek ve vesayet altındadır. Bunun da kalkmasını istiyorum.
  5. Bir din gibi algılanan demokrasiye taraftar değilim ama bir idare sistemi olarak gerçek demokrasiden, demokratik haklardan yanayım.
  6. Türkiye ne çekiyorsa beyinsizlikten ve hıyanetten çekiyor. Bunlara da çare ve çözüm bulunmasını istiyorum.
  7. Asıl ismi olan Moiz Kohen’i gizleyerek, buram buram Oğuz Türkü kokan Tekin Alp takma adıyla milliyetçilik, Türkçülük kitapları yazan, bunlarda “Kahrolsun Şeriat” diye İslâm dinine saldıran militan, fanatik, kötü niyetli siyonistten ve onun gibi olanlardan da şikayetçiyim. Yahudi gençlerine “Flört yaptığınız Yahudi kızları ile yatmanız, zina yapmanız haramdır ama Müslüman kızlarla, kadınlarla yatmanızda, zina yapmanızda beis ve sakınca yoktur” şeklinde nasihatler eden, telkinlerde bulunan kimseleri tasvip etmem mümkün müdür?
  8. Devletin, rejimin bir resmî ideolojiye sahip olmasını, bu ideolojinin her şeyin üzerinde tutulmasını da istemiyorum. Bugün dünyanın hangi medenî, ileri, hür, kalkınmış ülkesinde resmî ideoloji var?
  9. Birtakım rezil, namussuz, alçak, şerefsiz, vatan haini, haydut politikacıların bu memleketi, bu devleti bir arpalık gibi görmelerine, ülkenin zenginliklerini yağmalamalarına, bir sürü uygunsuz iş etmelerine şiddetle karşıyım. Politikaya şeffaflık, temizlik getirilmesini istiyorum. Hizmet eden, yamukluk yapmayan politikacıları tenzih ederim.
  10. Tarihî ârızaların giderilmesini, tarihî devamlılığa dönülmesini, mâzide yapılmış olan yanlışlıklardan rücu edilmesini (dönülmesini) istiyorum.

Bu isteklerim akla, vicdana, mantığa, sağduyuya aykırı değildir. Bunlar yüzünden gericilikle damgalanmak, zulme uğramak, kendi vatanımda güvensizlik içinde yaşamak istemiyorum.

Reçete

Müslümanlar kurtulmak, zilletten izzete geçmek, hürleşmek için yeni yeni nice reçeteler denediler, başarılı olamadılar. Olamazlar. Kurtuluşun tek reçetesi vardır; o da İslâm’ı hakkıyla anlamak ve yaşamaktır. Yeni formüllere, teorilere, cereyanlara ihtiyaç yoktur. Kurtuluş esasları Kur’an’da, Sünnette, icmâda, ahkâm-ı şer’iyededir. Tumturaklı laflara, modern lügat ve terimlere başvurmanın bir faidesi olmaz. İslâm’ın kurtuluş reçetesi her devirde ve mekânda geçerlidir, evrenseldir.

Kurtuluş, yüceliş, selâmet adına ne boyalara girilmedi ki:

  1. “Asr-ı Saâdette mezhep yoktu. Mezhepler bid’attir, hattâ puttur. Bizi mezhebsizlik kurtarır” diyenler çıktı. Bunların bazısı daha sonra irtidat etmiştir. “İslâm dinini ve Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid’at mezhepsizliktir.” Suriyeli büyük din âlimi Profesör Said Ramazan el-Bûtî bu isimde ilmî bir kitap yazmıştır. Yirminci asrın büyük ulemasından Düzceli Muhammed Zâhid el-Kevserî de, Arapça kaleme aldığı “Mezhepsizlik Dinsizliğe Köprüdür” makalesinde bu yolu ve cereyanı çok kötülüyor.
  2. “Bizi telfik-i mezâhip kurtarır” diyenler çıktı. Üstadları ve imamları da Farmason Cemaleddin Afganî, Farmason Muhammed Abduh ve reformcu Reşid Rıza. Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu masonlara, reformculara tâbi olmaya mı kaldı?
  3. Arap dünyasında, Pakistan’da zuhur etmiş bazı aktivist siyasî hareketlere bağlananlar kurtuluşu İhvancılıkta, Mevdudî hareketinde gösterdi. Onlara sormak lâzım: İhvan hareketi Arap dünyasında başarılı olamadı, Mevdudî’nin Cemaat-i İslâmiyesi de Pakistan’da muvaffak olamadı. Bizde nasıl olacaklar?
  4. Maddî ve mânevî teşvik gören bazı İbn Teymiyeciler, kurtuluşumuzu Selefiye ve Vehhabiye cereyanlarına sarılmakta buldular. Velhasıl bir sürü formül, reçete, teori üretildi ve nihayet şu 2001 yılına geldik. Şimdi büyük dindar kesimde bir karamsarlık, bir ümitsizlik, bir bezginlik görüyorum. Bunlar Müslümana yakışmaz. Allah’tan asla ümit kesilmez.

Yapılacak işler şunlardır:

  1. İslâm’a öncelikle bir din olarak sarılmak.
  2. İtikadda sahih inançlara ve bilgilere sahip olmak; ehl-i sünnet ve cemaat çizgisinde bulunmak.
  3. Başta namaz olmak üzere ibadetleri eda etmek. Camiden ve cemaatten kopmamak.
  4. Peygamber efendimizin (Salat ve selam olsun ona) sünnetinden ayrılmamak; onu en büyük önder bilmek, izinden gitmek.
  5. Müslümanların, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik teşkil etmeleri gereğinin şuur ve idrakinde olmak; ümmet birliğini sarsan hareketlerden, aşırılıklardan kaçınmak.
  6. İslâm bir şehir medeniyeti olduğu için, şehirlerde yaşayan Müslümanların şehirlileşmek, şehir kültürüne sahip olmak için var güçleriyle çalışmaları gerekir.
  7. En zeki, en kabiliyetli, en istidatlı Müslüman çocuklarını eğitimci, hukukçu, siyasal uzmanlık, medya, güzel sanatlar, edebiyat, tarih, sosyoloji ilmî araştırma ve bunlara benzer sosyal kültür dallarında yetiştirmek, uzmanlaştırmak.
  8. Kemmiyete değil, keyfiyete önem ve ağırlık vermek.
  9. Bütün dinî hizmet ve faaliyetlere ihlası, istikameti (doğruluk) hâkim kılmak.
  10. Din sömürücüsü, mukaddesat bezirgânı alçakları ve soyguncuları saf haricî etmek.
  11. İslâmî bilgi bankası, stratejik araştırma enstitüsü, plan ve program dairesi kurmak.
  12. İslâmî harekete gölge düşüren, Müslümanlara leke süren bütün kirli, şâibeli hareketlerden kaçınmak. Dini ve mukaddesatı her şeyin üzerinde tutmak.
  13. İslâm karşıtlarının sahip olduğu gazete, dergi ve televizyonlardan daha güçlü, daha kaliteli, daha üstün medya organlarına sahip olmak için gereken her şeyi yapmak; bu sahada emanetleri ehil olanlara vermek, ehil olmayanlara emanet teslim etmenin ağır bir hıyanet olduğunu bilmek.
  14. İslâm; yalanı, verdiği sözden dönmeyi, emanete hıyanet etmeyi, şarlatanlığı, soytarılığı, yapamayacağı şeyler için “Yaparım, ederim” demeyi, kibri, gururu, hizmet paralarını zimmetine geçirip zenginleşmeyi, meşreb militanlığını, sekter düşünceyi, her türlü aşırılığı yasak etmiştir. Bu gibi çirkin şeylerden, bilhassa islâmî hizmet ve faaliyetler sahasında uzak durulmalıdır.
  15. Bin yarım âlim, bir tek gerçek âlim etmez. Ümmet-i Muhammed’in hem İslâm’ı hakkkıyla bilen, hem de içinde bulunduğu çağın kültürüne sahip güçlü, vasıflı, üstün âlimlere ve mürşidlere ihtiyacı vardır. Böyle önderler yetiştirilmesi için var gücümüzle çalışmamız gerekir.
  16. Müslümanların yapıcı ve müsbet olmak şartıyla özeleştiriye, sorgulamaya, denetlemeye büyük ihtiyacı vardır. Bu, elbette önüne gelenin tenkit etmesi, hesap sorması mânasına gelmez ama Kur’an, Sünnet, Sâlih Seleflerin metod ve menkıbeleri ışığında bu denetim sistemi mutlaka kurulmalı ve işletilmelidir. Adam hizmet ediyorum diyerek muazzam bir servet sahibi olmuş; ona “Nereden buldun?” diye sorulması gerekir.
  17. Dinî konular derin uzmanlık isteyen nazik ve önemli konulardır. Eline bir Kur’an meâli ve bir de hadîs külliyatı alan mühendis, doktor, bakkal, balıkçı gibi kimselerin kendi heva, re’y ve hevesleriyle konuşmaları, görüş beyan etmeleri, içtihad yapmaları mutlaka önlenmelidir. İctihad yapmak, fetva vermek, görüş beyan etmek, hüküm çıkarmak sadece ve sadece icazetli ulemanın işidir.
  18. Birtakım satılmış, kiralanmış, zındık ilahiyatçılar sahte bir din türetmek istiyorlar. Ümmetin bunlara karşı uyarılması gerekir.
  19. Yüce İslâm dini maddî ve dünyevî menfaatlerin, şahsî nüfuz ve itibarların, siyasetin, ideolojilerin, klik çıkarlarının üzerinde tutulmalıdır.
  20. Dâvet, tebliğ, tebşir (müjdeleme), uyarı, korkutma gibi konularda çok ciddî, çağ seviyesinde bir yeniden İslâmlaştırma kampanyası ve seferberliği açılmalıdır. Yüzlerce konuda mükemmel broşürler, kitapçıklar hazırlatılarak milyonlarca adet basılmalı ve dağıtılmalıdır.
  21. Bütün bu saydığım işler ve hizmetler çok kaliteli ve çok yüksek beyinlerle; bilgi, aksiyon (ahlâk), karakter, estetik, ihlas, istikamet, mürüvvet sahalarında çok yüksek derecelerde bulunan elemanlarla yürütülebilir. Kalitesiz, güçsüz, yetersiz adamlarla bir yere varılmaz.

Nereden başlayacağız diye soran çıkarsa, namaz kılanlar camiye ve cemaate katılsınlar, namaz kılmayanlar namaza başlasınlar cevabını veririm. En kolay, en çabuk yapılacak ilk iki iş onlardır.

 

Bugünkü dille..

Medeniyetin, kültürün, ilmin, irfanın temeli lisandır. Ama hangi lisan? Elbetteki, üçyüz kelimeden ibaret olan günlük konuşma ve iletişim dili değil; yazılı-edebî lisandır. Türkiye’de zengin bir edebî-yazılı Türkçe kalmış mıdır? Maalesef Türkçe bitirilmiştir. Lisan olmayınca da medeniyet, kültür, ilim, irfan, sanat gerilemiştir.

İsmail Hakkı Tonguç adındaki Marksistin çıkardığı ilköğretim seferberliği bizi bugünkü iflâsa götürmüştür. Eğitim herkese okuma yazma öğretmekten, eğitimi en alt tabanda yaygın hale getirmekten ibaret değildir. Asıl eğitim millî kimlik ve kültürü yaşatmak, öğretmek, bunun yanında çağ seviyesinde vasıflı genel kültür vermektir. Rejim bu ikisini de yapamadı. Millî kültür ve kimliğe sırt çevirdi, zıt gitti; çağ seviyesinde genel kültür de veremedi. Bizi yakın tarihimizde uygulanan ucube eğitim batırmış, bitirmiştir.

Türkçe’nin en güzel olduğu yıllar 1920’li yıllardır. O devirde lisanımız Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerle doluydu. Kökleri Arapça’dan ve Farsça’dan gelen bu kelimeleri biz Türkçeleştirmiş, kendi aksanımızın kalıpları içine sokmuştuk. Araplar güzel sanatlara fünunun cemîle diyorlardı, biz ona «sanayi-i nefîse» demiştik…

Zengin bir lisanın başka lisanlardan kelime almış olmasından daha tabiî bir şey düşünülemez. Fransızca esas itibarıyla Latince kelimelerden meydana gelmiyor mu? Almanca da en az otuz bin yabancı kökenli kelime yok mu?

Bizdeki lisanı sadeleştirme hareketi sonunda, 20’li yılların o zengin, güzel, medenî Türkçesi elden gitti. Onun yerine on küsur bin kelimelik (onun da çoğu ilmî tâbirdir) kısır, zayıf, yoksul, perişan, zavallı, ufuksuz bir arı, duru, sade, özleştirilmiş, tavşan suyuna tirit bir Türkçe geldi. Bugünkü arı-duru Türkçe ile ne medeniyet olur, ne edebiyat, ne sanat, ne şiir, ne kültür, ne de irfan…

Türk lisanına, Türk harsına, Türk irfanına hizmet etmiş Ermeniler vardır, onları tenzih ederim ama Türkçe’nin bugünkü hale gelmesine, imzalarını ölünceye kadar “A. Dilaçar” şeklinde yazmış olan Agop Martoyan adlı bir Ermeni’nin öncelik etmiş olduğunu söylemek istiyorum. Bu zat CHP zamanında Dil Kurumu’nun genel sekreterliğine getirilmiş ve Türkçe’nin canına okumuştur.

Fransa’da sivri akıllının biri çıksa ve “Öz Fransızca istiyoruz, dilimizdeki onbinlerce Latince kökenli kelime atılmalı, yerlerine eski Galya dilinden alınma kelimeler üretilmelidir” dese adama deli muamelesi yaparlar, kahkahayla gülerler.

Almanya’da biri çıksa, “Lisanımızdaki otuz bin yabancı kökenli kelime atılsın, yerlerine Cermence sözcükler uydurulsun” dese onu da tımarhaneye koyarlar.

Türkiye’de şu anda dil meselesi diye bir gündem maddesi yoktur. Halbuki bu mesele bizim gündemimizin birinci maddesi olmalıdır. Bir halkın, bir ülkenin, bir devletin dilini kaybetmesi en büyük, en vahim, en korkunç kayıptır. (Bu konuda Prof. Oktay Sinanoğlu hazretleri de çok uğraştı ama yalnız bırakıldı… –REB)

Çetin Altan bir yazısında bugünkü Türk toplumu için “Şifahî toplum” tâbirini kullanmıştır. Çok doğru, çok isabetli bir hükümdür bu. Aydınlarımız, yüksek tahsil yapmışlarımız, üst tabakamız çok konuşuyor, durmadan konuşuyor ama yazamıyor. Yazılanlar ortadadır. Bizde çok az kitap çıkıyor, çok az kitap okunuyor. Yayınlanan, okunan kitaplar da genellikle çok kalitesizdir.

Sabahları otobüste, metroda, tramvayda, vapurda, trende işine giderken kitap okuyan kaç kişi görüyorsunuz? Hemen hemen hiç yoktur. Eğitim seferberliği ile herkese okuma yazma öğretmişler… Okuma yazma bilmekle iş bitiyor mu? Eskiden okuma yazma bilmeyen cahiller vardı, cahilliklerini bilirler ve itiraf ederlerdi. Şimdi ortalık okuma yazma bilen milyonlarca cahil ile doldu ve onlar cahil olduklarını da bilmiyorlar, yâni mürekkep cahiller. Bin yılda oluşan, zenginleşen, büyük bir medeniyet lisanı haline gelen Batı Türkçesi yazık ki, elli senede mahvedildi, tarihe gömüldü.

Türkiye’de yetmiş iki üniversite var. Bunların yetmiş ikisini bir araya getirseniz ABD’nin Harvard Üniversitesi gibi bir üniversite olamazlar. (Yazı 1990 tarihli, günümüzde yüz civarında üniversitemiz var ama bunların da yüzünü bir araya getirseniz…. –REB) Bırakın Harvard’ı, Batı’nın, Japonya’nın birinci sınıf herhangi bir üniversitesi ile boy ölçüşemezler. Bizde maalesef bir tek gerçek üniversite bile yoktur. Bunun ana sebeplerinden biri de yazılı-edebî zengin bir lisana sahip olmayışımızdır.

Efendi ne olursan ol; Türk ol, Kürt ol, Sünnî ol, Alevî ol, Sağcı ol, Solcu ol, şu veya bu etnik kökene mensup ol, velhasıl ne olursan ol; şayet aydın, okumuş, gerçekten yüksek tahsilli bir vatandaş olmak istiyorsan mutlaka ve mutlaka zengin-edebî-yazılı Türk lisanını iyi bileceksin. Şimdi ülkemizde üniversite profesörleri bile okuma-yazma bilmiyor.

Herif aydın geçiniyor, kendini kültürlü sanıyor, önüne eski basım bir Fuzulî Divanı konuldu mu ne okuyabiliyor, ne anlayabiliyor, ne de haz ve zevk alıyor. Kültürlü bir İngiliz Shakespeare’in Hamlet’ini okuyup anlayamaz mı? Bir Fransız Cornielle’i, Racine’i okuyamaz mı? Bir Alman Schiller’i okuyamıyor mu?

Hayır, yabancı ülkelerdeki lise mezunları, okumuşlar, aydınlar, üniversite profesörleri kendi edebiyatlarını, kendi lisanlarını bilirler. Bizdeki cahilliğin dünya üzerinde başka bir örneği yoktur…

Yetmiş yıl Sovyet boyunduruğunda kalmış Türk ülkeleri bile kendi dillerini, edebiyatlarını, kültürlerini bu kadar kaybetmediler, bu kadar yozlaşmadılar. Azerbaycan’da bizden iyi Türkçe konuşuluyor. Onlar 50’li yıllarda bile İslâm-Arap harfleriyle Türk-Azerî edebiyatının klasik eserlerini basabiliyorlardı. Bizde hâlâ bin yıl kullanılmış olan millî yazımızla kitap basma, yayın yapma yasağı yürürlüktedir.

Aha oha moha, yuh be, amma da kral, lan, hoşt demekle Türkçe konuşulmuş olmaz. Üçyüz kelimelik sokak ve iletişim diliyle medeniyet, kültür, ilerleme, sanat, tefekkür olmaz. İsviçre Anayasası’nı tercüme edip alsak bile bu dilsizlikle, bu eğitimle, bu üniversitelerle yine de batmaya devam ederiz.

Lisan meselesi gündemde değil ki, kurtuluş için çareler, çözümler aransın. Benim kanaatimce 1920’lerin zengin Türkçesine dönülmelidir. Başka çare yoktur.

“Biz böyle bir gericilik yapamayız; arı, duru, sade, tavşan suyuna tirit, öz, uyduruk, fakir, yetersiz Türkçeyi bırakamayız” diyenlerin dediği olacaksa bu ülkeye, bu millete, bu devlete çok yazık, vah vah….

Mehmet Şevket Eygi üstadın haberkalem.com için yazdığı özel yazılarından “Yazı ve Lisan Kopukluğu Fâciası” başlıklı yazısını da mutlaka okuyun: TIKLAYIN

 

1952.. İşkenceler..

YIL 1952, Sabataycı gazeteci Ahmed Emin Yalman Malatya’da bir suikasde uğramış, yaralanmış, fakat ölmemiştir.[1] O zamanki Demokrat Parti iktidarı bu hadiseyi fırsat bilerek bütün memleket sathında görülmemiş bir tedhiş (dehşet verme) faaliyetine girişir. Bir takım tanınmayan kimselerden ve gençlerden başka Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atilhan, Mustafa Bağışlayıcı gibi Müslüman yazarlar ve fikir adamları da tutuklanır. Ben o tarihte Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciydim, yapılan çılgınlıkları, zulümleri, terörü biliyorum, daha sonra da, işin içinde olanlardan çok şeyler dinledim. Ahmed Emin Yalman hadisesi dolayısıyla tutuklananlardan biri de Mustafa Cemal Bayındır idi. Bu zat, 1989’da basılmış “Zulmün Pençesi, İmanın Sesi ve Mahkumiyetin Böylesi-Yaşanmış Gerçekler” adlı 237 sayfalık kitabının[2] 59’uncu sayfasında bakınız neler yazıyor:

“Malatya Savcı Yardımcısı Saim Polat bizzat kendisi bana ‘Söyle, söyle’ diyor, ben ‘Bir şey bilmiyorum, ne söyleyeyim?’ cevabını verince ‘Biz söyletmesini biliriz’ diye beni tehdit ettikten başka, sorguyu müteakip Sümer karakolunu boyladık.

Malatya merkez Emniyet Sümer karakolu mahzenindeki döğülme odasının giriş kapısı üzerinde «BURADA ALLAH YOKTUR!» ibaresi yazılıdır. Tabiî bu 1959’un panaroması, şimdi (1989) şu anda bu yazının durup durmadığını bilmiyorum. Bu odadan içeri atılanın vay haline. İşte buraya giren arkadaşlarımız gaddarca döğülerek çok acı çekmişlerdir, acıklı ve acınacak hallere mâruz kalmışlardır, kendilerine yapılanlardan birkaç nümune zikredeceğiz:

İçerisinde tel demeti bulunan lastik coplarla vura vura altlı üstlü bir kütük gibi şişen ayakları, tabanda göllendirilen tuzlu suda bir müddet bekletip yürüttükten sonra -tabiî yürüyebilirlerse- yeniden dövme faslına başlamak için biraz ara verilir, tekrar yoruluncaya kadar vurulur. Arkadaşımız Kadir Evcil’in göbeğine bir polisin tabancayı dayaması tüyler ürpertici bir manzaraydı, bundan hepimiz çok irkilip korkmuştuk, maddî varlığımızı unuttuğumuz gibi maneviyatımız da büsbütün sıfıra inmişti. Zebaniler tarafından çektirilen cehennem azabını daha bu dünyada iken tatmıştık. Arkadaşlarımızdan Abdülkadir Akçiçek dövülürken ‘Allah’ diye bağırıyordu. Polisler ‘Allah uçakla Ankara’ya gitti, çağır çağır da gelsin, seni kurtarsın’ diyorlardı. İşte böyle Firavunlar devrine rahmet okutan zulüm ve işkenceleri bizlere reva gördüler.”

Merhum Abdülkadir Akçiçek zayıf, nahif, nazik bir insandı. Zavallının merhametsizce dövülecek hali ve canı mı vardı? Cevat Rıfat’ı İstanbul’da tutuklamışlar, trenle Malatya’ya götürecekler, kelepçe takmaya kalkmışlar, “Ben İstiklâl savaşı gazisiyim, kelepçe taktırmam, zorla takarsanız başımı trenin camlarına vura vura canıma kıyarım” demiş de ondan sonra takmamışlar.

Adnan Menderes bu zulümleri yaptırtacak derecede merhametsiz de değildi ama Celâl Bayar’ın tesiri altında kalmıştı. Menderes Malatya hadisesinden sonra, biri Yeşilköy hava alanında olmak üzere iki basın toplantısı yapmış, Müslüman basını kastederek “Kara basının adedi otuz üçtü, 22’sini kapattık, gerisini kapatacağız” demişti. Bindiği dalı kestiğinin farkında değildi. 1959 yılı gelince azgın ve militan solcular, muhalifler iktidarını sarsmaya başlayınca birkaç milliyetçi zata telefon etmiş, “Bizi niçin desteklemiyorsunuz?” mealinde serzenişte bulunmuştu. Onlar da, “Beyefendi bizde imkân bırakmadınız ki…” cevabını vermişlerdi.

O tarihte, merkezi İstanbul’da bulunan Milliyetçiler Derneği yurt çapında büyük alâka görüyor, her yerde şubeler açıyor, taraftarlar buluyordu. Ahmet Emin Yalman Vatan’daki bir makalesinde “Bunlar bugün dernek adıyla faaliyette bulunuyor, yarın siyasî parti haline gelirlerse ne yapacaksınız?” diye Menderes’in ve Demokrat Parti kodamanlarının vehimlerini tahrik ediyordu.

Menderes ve şürekâsı Milliyetçiler Derneği’ni de kapattırmıştı. Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasından sonra ülke çapında bir Müslüman ve milliyetçi avı başlatılmıştı. Evler basılıyor, birkaç dinî kitap ve dergi bulununca sahibi yaka paça götürülüyordu. Korkularından nice Müslüman ellerindeki dinî gazete kolleksiyonlarını, İslâmî kitapları atmışlar, toprağa gömmüşler, yakmışlardı. Bu hadiselerin canlı şahitleri aramızdadır. Allah kendilerine uzun ömürler versin, mutlaka hatıralarını yazmalıdırlar.

İşkence edilmemek insanların temel haklarındandır. Hem uluslararası temel ve evrensel metinler, hem anayasamız, hem de kanunlar işkenceyi yasaklamaktadır. Lâkin bu yasak lafta kalıyor.

Ben polise, kolluk kuvvetlerine karşı değilim. Lâkin işkenceye şiddetle karşıyım. İşkence ile alınan ifadenin hiçbir kıymeti yoktur. Adamı soyacaksın, cinsel uzuvlarına elektrik vereceksin, döve döve kemiklerini kıracaksın ve sonra ağzından suçlu olduğuna dair beyan ve ifade alacaksın. Böyle şey olur mu?

Medeniyet, fen, teknik, ilim, uzmanlık çok ilerlemiştir. Bir sigara külü, maktülün tırnakları arasındaki mikroskopik deri parçaları, bir saç kılı, mektup pulundaki tükrük izi bile bir katili, bir suçluyu ele verebiliyor. Yeter ki, bu sahalarda uzmanlaşmış elemanlar olsun, laboratuvar çalışmaları yapılsın. Bunca imkân varken niçin sanıklara işkence ve vahşet uygulanıyor?

Zavallı sanık dayağın, işkencenin, vahşetin ve zulmün acısına dayanamıyor ve canını kurtarmak için “Ne istiyorsanız yazın, imzalayacağım” diyor. Böylece itiraf etmiş oluyor.

Bir hukuk devletinde işkence olmaz, dayakla ifade alınmaz. Bir hukuk devletinde yargısız infaz olmaz. Maalesef yakın tarihimizde binlerce yargısız infaz yapılmıştır. Elli küsur yıl kadar önce de, doğu sınırlarımızda otuz vatandaş mahkemesiz, araştırmasız kurşuna dizilmişti. Adam “sorgulanırken” dayağın şiddeti yüzünden ölüyor, cesedini pencereden atıyorlar ve “İntihar etti” diyorlar.

Elbette suçlular vardır, elbette ifadeleri alınacak ve mahkûm olmaları sağlanacaktır. Ancak her sanık suçlu değildir, nice mâsum ve bigünah vatandaşa da işkence yapılmıştır. Allah milletimize, memleketimize, devletimize selâmet versin. İdarecilerimize akıllar, fikirler ihsan buyursun.

Ahlâklı, fedakâr, cefakâr, kanunlara hürmetkâr polislerimize bir şey dediğim yoktur. Onların çektiklerini bilmiyor değilim. Ülkenin dirliği düzeni, âsâyişin sağlanması için niceleri can verip şehid olmuştur. Cenab-ı Hak yardımcıları olsun. Merhametsizlerin ve işkencecilerin islahları için dua ediyorum.

Riyâset Hırsı

Merhum Adanalı Sami Efendi Hazretlerinin, bir sohbetlerinde, “Riyaset (başkanlık) hırsı, cinsî şehvetten üç yüz altmış kere şiddetli bir hırstır” şeklinde konuştuğunu yıllar önce duymuştum. Eskiden bu hırsa, hubb-i riyaset denilirdi. Yüce İslâm dini ve Şeriatı riyasete tâlip olmayı haram kılmıştır. Kendisi tâlip olmadığı halde matlub (istenen) durumunda bulunanlar için iki şık vardır. Başkanlığı ehil değilse, matlub olsa bile kabul etmesi haramdır. Ehil ise kabul edebilir. İslâmî riyaset ateşten bir gömlektir. Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin efendilerimiz şehid edilmişlerdir. Nice sultan ve padişah cellad elinde can vermiştir.

Nefs-i emmâre sahibi düşük ve bayağı kimseler riyaseti dünya saltanatı, servet, zevk u sefa, şaşaalı köşk ve yalılarda oturmak, lüks limuzinlere binmek, özel uçaklarda seyahat etmek, lüks yemekler yemek, lüks elbiseler giymek, etraflarının alkış ve senalarına mazhar olmak velhasıl nefs-i emmarelerini tatmin etmek için isterler. Bunlar zâhiren Müslüman görünseler de, mecazî mânada şirk ehli beyinsizlerdir. Böyle adamlardan Ümmet-i Muhammed’e, İslâm dâvasına hayır gelmez. Bu türlü muhterisler (hırslı kişiler) beş kuruşluk hayır ederlerse, beş liralık da zarara sebebiyet verirler.

Zavallı Adnan Menderes, bir gece baskınıyla yakalanıp Marmara’daki Yassıada’ya tıkıldıktan sonra, asılmadan bir müddet evvel “İktidar ateşten bir gömlekmiş” diyerek riyasetin ne yaman bir yük olduğunu ifade etmiştir. Feci şekilde can verdi. Halbuki milletin çoğunluğunun desteğini almış, tek başına iktidar olmuştu. Allah taksiratını affeylesin ve rahmeti ile muamele buyursun.

Bazı Müslüman düşünürler ve yazarlar İslâmî riyaset konusunda saçma sapan ve gülünç görüş ve fikirlere sahipler. Bunlardan biri, 70’li yıllarda yayınladığı bir kitapta, “Halife adayları seçimlerden önce propagandalarını yaparlar, halktan oy dilerler” şeklinde garip bir cümle yazmıştı. Yahu, Ümmet-i Muhammed’e başkan olacak, Resûlullah Efendimizin vekili ve temsilcisi sıfatını taşıyacak bir kimse halk yığınlarının karşısına çıkıp da “Oyunuzu bana verin…” şeklinde propagandalar yapabilir mi? Papalar, patrikler, Dalay Lama’lar, Hahambaşıları, Mason üstad-ı âzamları böyle mi seçiliyor?

İçinde başkanlık muhabbeti ve hırsı bulunan kimse başkanlığa asla ehil ve layık olamaz. Müslümanlara başkan olacak kimse nefs derecelerinin yüksek makamına çıkmış, dünya hırslarından kurtulmuş, İslâmî hikmete sahip bir kimse olmalıdır.

Müslümanlara başkan olacak kişide şu şartlar ve hasletler bulunmalıdır:

  1. Şeriatı bilecek ve ona uyacaktır.
  2. Tasavvuf ve tarikat tarafı olacaktır.
  3. İslâmî ve genel kültüre sahip olacaktır.
  4. Dindar, afif (iffetli) sabırlı, mürüvvetli, âdil, kerim, hikmetli, ihlaslı, istikametli, insaflı, uzakgörüşlü olacaktır.
  5. Sadece dostlarının değil, düşmanlarının bile güvenini, itimadını kazanmış bir şahsiyet olacaktır.
  6. Ne kendisi yiyecek, ne de etrafındakilere yedirtecektir.
  7. Asla yalan söylemeyecek, asla emanete hıyanet etmeyecek, asla vaadinden dönmeyecektir.
  8. Ehliyetli ve layık danışmanları olacak, istişare ile iş görecektir.
  9. İlahî ilhamlara nail, ruhanilerin yardımına mazhar olacak, evliyaullahın dualarını alacaktır.
  10. Dünya saltanatını, lüks meskenlerde Firavun gibi yaşamayı, lüks sofralarda Nemrud gibi yemeyi, lüks ve pahalı elbiselerle caka satmayı sevmeyecek; tevazu ehli olacaktır. Yaşama, giyim kuşam, yeme içme, tefrişat gibi şeylerde Selef-i Sâlihîn’in yolundan gidecektir.

Çalınan Değerli Levha

İstanbul’da Teşvikiye Camii’nde nefis hüsn-i hat levhaları vardır. Bunlardan birisi, belki de en güzeli bundan bir iki ay önce çalınmış, bir antikacıya satılmış, antikacı levhanın çalıntı olduğunu anlayınca tekrar camiye iade etmişti. Levha, yerine “L” şeklinde çivilerle sağlamca asılmış, lakin hırsızlar bunları epey uğraşıp keserek levhayı tekrar çalmışlardır.

Çalına çalına camilerde hüsn-i hat kalmadı. Son birkaç levha da bu gidişle yerinde durmayacak. İlgili bakan beyefendiye, Diyanet İşlerine, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne sesleniyorum. Lütfen ve merhameten bir şeyler yapılsın da cami soygunları önlensin. Sadece camiler de değil. Bundan birkaç sene önce Vakıfların Topkapı’daki deposu önce boşaltıldı, sonra yakıldı.

Otuz sene boyunca onbinlerce camideki eski, antika, kıymetli, tarihî halı ve kilimler götürüldü. Bunların çoğunu maalesef cami cemaati, din görevlileri kendi istekleriyle ve rızalarıyla verdiler. Bir kısmı da aşırıldı. Yüzlerce yılda birikmiş olan muazzam bir tarih mirası birkaç on yıl içinde yok oldu. Hırsızlar, götürücüler halı ve kilimlerden sonra hüsn-i hat levhalarına, şamdanlara, işlemeli ahşap eşyaya, çinilere saldırdılar.

Cami ve vakıf soygunlarını işi bilen, uzman, tecrübeli, sabıkalı şahıslar ve çeteler yapmaktadır. Vakıfların kıymetli halı ve kilimleri yurtdışına çıkartılmış, bazılarının Londra’daki “Halı” isimli dergide fotoğraflı ilanları basılmıştır.

Vakıf mallarının böyle çalınması, yağmalanması bir ülkeye, bir millete, bir rejime uğur getirmez. Vakfiyelerde “Bunları çalanların üzerine Allah’ın laneti olsun!” diye yazılıdır. Lanet uğur getirmez.

Türbelerdeki vakıf eşya da yıllardan beri yağmalanıp bitirilmiştir.

Padişah türbelerindeki sandukaların üzerinde çok kıymetli işlemeli örtüler vardı. Hiçbiri yerinde değildir. Bende, Pertevniyal Valide Sultan’ın türbesindeki kıymetli eşyanın orjinal listesi mevcuttur. Orada sıralanan hiçbir eşya yerinde değildir.

Camileri, türbeleri, vakıf depolarını soyan namussuz, şerefsiz, alçak, it, bayağı, rezil, kaltaban, hırsız, eşkıya, harami, soysuz, muhannes, uğursuz heriflere lanet olsun. Çaldıkları kendilerine ateş olsun. Dünyada ve ahirette perişan olacakları muhakkaktır.

 

Takunya

Ben konuşurken o esniyordu, ağzı faraş gibi açılıyordu. Nihayet uyku ile uyanıklık arası bir hale girdi, başı omzuna eğildi, sızdı. Neler mi konuşuyordum? Sanattan, kültürden, mimarlıktan, hukuk tefekküründen, kaliteli adam yetiştirmekten, hüsn-i hattan, zarif giyim kuşamdan, millî kimlikten, güçlü ve üstün olmaktan bahsediyordum. O ise esniyor, uyuyordu. Bu konular belli ki onu hiç ilgilendirmiyor, canını sıkıyordu.

Sonra mevzuu değiştirdim, Japonlar elektronik bir takunya icat etmişler, abdest aldıktan sonra takunyadan “Hayrını gör!” diye bir ses çıkıyormuş, dedim. Birden yerinden fırladı, uykusu ansızın dağıldı, gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ne!.. Elektronik konuşan takunya mı?..” diye bağırmaya başladı. Bana, “anlat, daha tafsilatlı konuş” dedi. Ben ona konuşan elektronik takunyayı anlatırken pür dikkat, bütün varlığıyla kulak kesilmişti. Bir müddet sonra bu fen harikası, bu kutsal takunyaya karşı olan ilgi ve hassasiyetinden ağlamaya başladı…

O da bir Müslümandı. Namaz kılıyordu. Onun da siyasî tercihi, görüşleri, reçeteleri vardı. O her ay, her yıl avuç avuç para veriyordu bir takım dinî cemaatlere ve teşkilatlara. Lakin ne yazık ki, o konuşan elektronik takunya kafalı ve zihniyetli bir Müslümandı. Ondan ne köy olurdu, ne kasaba.

Hoca efendi mikrofona püf diyormuş, hoparlörden böööh diye gökgürültüsü gibi bir ses çıkıyormuş… Camilere sürülen yaldızlar, takılan flüoresan lambalar, yaptırılan kaloriferler, ışıldaklar, zırıldaklar, fırıldaklar çok önemliymiş… Mâbetlerin yanına lüks ve modern helalar ve şadırvanlar inşa edilmeliymiş… Onun küçük dünyasında sadece bunlar vardı. Dama oynamasını bile bilmezdi ama kendini siyaset satrancının ordinaryüs profesörü sanıyordu. Kendi görüş ve tercihlerini paylaşmayan din ve iman kardeşlerine ver yansın ediyordu. Ucb, gurur, kibir, kendini beğenmişlik içindeydi. Kâmil Müslüman görmek isteyen bana baksın der gibi bir hava içindeydi.

Bu konuşan elektronik takunya kafalı adamın evi, işyeri berbat bir şekilde döşenmiş ve dekore edilmişti. İslâm sanatına, kültürüne, medeniyetine ait tek bir renk, çizgi, şekil, eşya yoktu. Evi elektronik alet ve cihazlarla doluydu. Kocaman bir televizyon, müzik seti, mikro dalga fırın, harar gibi büyük bir buzdolabı, modern ve lüks bir ocak, kurutmalı otomatik çamaşır makinası, bulaşık makinası, en pahalısından video ve kayıt cihazları, kameralar ve daha neler neler… Parası vardı ama aklı, kültürü, sanatı, medeniyeti, gücü, vasfı, üstünlüğü yoktu.

Bunlar islâmî hareketin, hizmet ve faaliyetlerin sırtında ne büyük yüklerdi.

 

Kitapsız Derin Devlet

Hayli kültürü olan bir zat, Derin Devlet’in merkezine girmiş. Onu en fazla hayrette bırakan şey, Derin Devlet’in beyni olan yerdeki kütüphanenin yetersizliği olmuş. Dünyada her yıl yüz kadar çok önemli kitap yayınlanıyor. Siyaset kültürü, tarih, insanlığın bugünkü durumu, geleceği, genel strateji ve sair konular üzerinde. Bunları büyük araştırıcılar, büyük akademisyenler, büyük düşünürler kaleme alıyor. Her ülkenin büyük beyinleri bu eserleri okuyor. Bizimkilerin kütüphanesine yıllar var ki, böyle eserler girmiyormuş, alınmıyormuş.

Derin Devlet dogmatik bir temel üzerine kuruludur. Dinden, dinî sistemden hoşlanmıyor ama kendileri de bir ideolojiyi din gibi benimsemişlerdir. Onların dogmalarına, inançlarına ideoloji bile denemez. Sistem ve nizam da değildir. Birkaç perakende vecize, o kadar.

Derin Devletçiler statükocudur, tutucudur, son derece muhafazakârdır. Temel insan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyetini koruyan maddeler vardır. Lakin ideolojiler korunmaz. Filipinler’de Marcos gitti, ideolojisi de bitti. Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, İngiltere’de Cromwell, Fransa’da Napolyon, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Lenin ve Stalin… Bunlar ideoloji sahipleriydi, kendileri de öldü, ideolojileri de. Ancak tarihte, ansiklopedilerde, kitaplarda yaşıyorlar.

Evet dünyada din üzerine, tarih felsefesi üzerine; siyaset kültürü, sosyoloji, fütüroloji üzerine nice önemli ve ilmî seviyesi yüksek kitaplar yayınlanıyor. Geleceğe ait senaryolar tahmin ediliyor. Dünya bir tarafa gidiyor. Bizim statükocu Derin Devletçilerin bunlardan haberi yok. Bütçeleri muazzam ama bu bütçede ilme, araştırmaya, kitaba, felsefeye, yüksek düşünceye ayrılmış bir fon yok. Derin Devlet İslâm ve Müslümanlar konusunda yaptığı istihbarat çalışmalarına trilyonlar harcıyor. Ajanlar, casuslar, cihazlar, bürolar, masalar, dosyalar, bir ordu kadar kalabalık istihbarat personeli… Bütün bunlar neye yarıyor, ne faydası var?

Bazı vatandaşların günahları, zayıf tarafları, pislikleri ile ilgili dosyaları hazırlamak için büyük gayretler sarfediliyor, büyük meblağlar harcıyorlar. Bunların Türkiye’ye ne yararı oluyor?

Bu adamlar kendilerini şişelere hapsetmişler, Şeytan şişelerin tıpalarını kapatmış, içindeki küçük, küçücük dünyalarında Derin Devletçilik oynuyorlar. Şişelerin dışında kocaman bir dünya var. Tarih var, ilmî araştırmalar var, felsefe var, stratejik araştırmalar var.

Bunlar dar ufuklu insanlardır. Kişi biraz İngilizce bilmekle adam olmaz. Kendi milletinin, ülkesinin, devletinin kimliğine, kişiliğine, kültürüne, tarihî devamlılığına, medeniyet mirasına karşı çıkmakla ne kazanacaklar? Sovyet ideologları, bürokratları, istihbaratçıları, despotları yetmiş küsur yıl sonra pes etmediler mi? Stalin’in yıktırdığı tarihî kilise Kızıl Meydan’a tekrar inşa edilmedi mi?

 

İdeolojiler gelip geçer, din ise bakidir.

Üç Yahudi Aday

Türkiye’mizde elli kadar etnik kökene mensup “Türk” veya “Türkiyeli” bulunmaktadır. Sadece Kafkasya menşeli yirmi kadar grup vardır. Bu çeşitliliği tabiî karşılamak gerekir. Çünkü çok büyük bir imparatorluğun mirasıdır bu etnik mozayik.

2000 yılında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi için şimdiden bir düzine kadar adaydan bahsedilmektedir. Bunların üçü Musevî veya Sabataycıdır. Ancak zâhirde bu kişiler Türk ve Müslüman görünmektedir. Sabataycıların Yahudi olduklarında hiç şüphe yoktur. İsrail makamlarının ve bizdeki Başhahamlığın onları Yahudi olarak kabul etmemesi gerçekleri değiştirmez. İsrail’in ikinci cumhurbaşkanı Ben Zvi Sabataycı idi. Habeşistan’daki Flaşalarla ilgilenen İsrail’in Türkiye Sabataycıları ile ilgilenmemesi düşünülemez. Bal gibi ilgileniyorlar, biliyorlar, lakin gerçeklerin açığa çıkması işlerine gelmiyor.

Evet, Anayasa’da gereken tadilat yapılıp, devlet başkanı halk tarafından seçilecek olduğu takdirde şimdiden üç Yahudi adayımız vardır. Beni düşündüren husus şudur: Sabataycılar ve Yahudiler niçin bir adayla çıkmıyor da üç aday gösteriyorlar? Bu sorunun bence cevabı şudur:Onlar da kendi aralarında bölünmüştür, onların da iç çekişmeleri vardır.

Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen sayın zatlardan biri de en az yüzde elli Ermenidir.

Irkçılık mı yapıyorum? Hâşâ ve asla! Lakin millet gerçekleri bilmelidir. Sabataycıysa öyle olduğunu, Ermeni ise öyle olduğunu halkımız niçin bilmesin? Adayları niçin yakından tanımasın? Peki, sen niçin isim vererek tanıtmıyorsun denilirse, şu anda isim vermenin çok sakıncalı olduğunu söylemekle yetinirim.

Önümüzdeki devlet başkanlığı seçimleri gerçekten ülkemiz, milletimiz, devletimiz için son derece hayatî ve önemlidir. Bu yüksek makama mutlaka demokrasiye gerçekten inanmış ve taraftar, hukukun üstünlüğü sistemini benimsemiş, temel ve evrensel insan haklarına saygılı ve riayetkâr ehil bir zat gelmelidir. Böyle bir kişi, yukarıdan, Derin Devlet heyûlâsından emir almaz; adalet, hakkaniyet, hürriyet için çalışır. Memleketimizde şu anda korkunç bir kokuşma vardır. Bütçeler yağma edilmektedir. Zelzelezedeler için yurt içinden ve yurt dışından gelen yardımlar konusunda bile çok üzücü, çok kahredici rivayetler, dedikodular dolaşmaktadır. Bu pisliği ve diğer kötülükleri ancak güçlü bir devlet başkanı önleyebilir.

Sabataycı bir cumhurbaşkanı Türkiye’yi selâmete çıkartabilir mi? Yoksa bugünkü rejimin sonunu mu getirir?

Adnan Hoca

Adnan Hoca diye şöhret bulmuş olan Adnan Oktar ile aramız vaktiyle iyi idi. Kendisinin bende, imzasının üzerinde “Talebeniz Adnan Oktar” ibaresi bulunan bir mektubu vardır. Münasebetlerimizin kopması, yollarımızın ayrılması dinî görüşlerdeki uyuşmazlıktan dolayı olmuştur. Şu anda kendisi mağdur ve mazlum durumdadır, bu ihtilafların tafsilatını yazmak istemem.

Adnan Hoca ve yakınları geceleyin sabaha doğru iki bin polisin yaptığı bir hareketle gözaltına alındılar. Kendisinin ve yakınlarının evleri didik didik arandı. Avukatlarıyla görüştürülmediler, soğuk mahzenlerde, hiç uyutulmaksızın, döğülerek ve elektrik verilerek işkenceye tâbi tutuldular.

Adnan Hoca ve cemaatinin bu kanunsuzluklara, bu zulme, bu işkencelere mâruz bırakılmasının sebepleri şunlardır:

(1) Onlar Masonluk, Siyonizm ve perde arkası gizli ve esrarlı egemen güçler aleyhinde faaliyette bulunmuşlar, kitaplar çıkartmışlardır.

(2) Adnan Hoca cemaati ilmî bir şarlatanlıktan ibaret olan ve çoktan iflas etmiş bulunan Darvinizmi, evrim teorisini çürüten yirmi kadar kitap yayınlamış, yüzlerce konferans vermiş, büyük sayıda kaset çıkartmıştır. Evrim teorisi bu memleketteki ateistlerin, marksistlerin, İslâm düşmanlarının temel dayanağı idi.

Adnan Hoca ile aram olmamasına rağmen ona ve yakınlarına yapılmış olan haksızlıkları, kanunsuzlukları, zulüm ve işkenceleri protesto ediyorum ve lanetliyorum.

İslâm düşmanlarının, Masonların, ülkeyi ve milleti soyanların, bir bankayı hileli şekilde iflas ettirip katrilyonlar vuranların, devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlayanların izzet ve ikbal içinde yaşadıkları bu ülkede gece saat üçte kapılar kırılarak, bahçelerdeki bekçi köpekleri vurulup öldürülerek, insanlar yaka paça sürüklenerek baskın yapılması ne kadar hüzünlü ve ibretli bir manzaradır. Bu gibi metodlar Stalin, Enver Hoca, Pol Pot metodlarıdır. Böyle şeyler, yapanlara uğur getirmez, itibar sağlamaz.

Adnan Hoca cemaati ve vakfı Atatürkçü idi. Peki Atatürkçüler ona niçin tolerans göstermediler? Çünkü onların Atatürkçülüğü bir maskeden ibarettir. O maskenin ardında Masonluk, ateizm, faşizm vardır.

İstanbul’da uluslararası bir konferansın toplandığı, nice devlet başkanının ülkemizde bulunduğu bir zamanda gerçekleştirilen bu zulüm, baskı, terör, işkence hareketi bir kere daha göstermiştir ki, bizdeki sistem kesinlikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve riayet sistemi değildir.

Akit gazetesine karşı da böyle faşistçe baskılar yapılmıştı. Yeraltı dünyasına mensup sabıkalı bir kişinin “Yekta Güngör’ü öldürmem için bana iki milyon dolar teklif ettiler” şeklindeki suçlamasına rağmen, sonunda Akit yazarını serbest bırakmak zorunda kaldılar. Çünkü senaryo pek acemice idi, uydurmaydı, gülünçtü.

Adnan Hocaya ve yakınlarına yapılanlar İsviçre, Almanya, Norveç, İngiltere, Kanada, ABD, Avustralya gibi medenî, ileri, demokratik, hukukun üstünlüğü prensibi üzerine oturan sistemlere sahip ülkelerde cereyan etmiş olsaydı yer yerinden oynar, milyonlarca halk ayağa kalkar, dehşetli protestolar yapılırdı. Maalesef bizde bu kadarı olmuyor.

Artık bu memlekette zulüm, işkence, baskı, terör devri kapanmalıdır. Aksi takdirde ülkenin, devletin, milletin başına bir sürü uğursuzluk, felaket, âfet, azab gelecektir. Zaten de gelip durmaktadır.

 

Muhtemel Bir Zelzeleye Hazır mıyız?

Kendisine hürmet ettiğim ve hüsn-i zan beslediğim bir şeyh efendi, 15 Aralık ile 15 Ocak arasındaki bir ay zarfında çok büyük bir felaket olacağını, tarihî bir hâdisenin meydana geleceğini tahmin ediyormuş. Gerçeği en iyi şekilde sadece Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri bilir. Lakin şeyh efendinin korkutucu tahminini gözardı etmemeliyiz.

Üniversite profesörleri, konunun uzmanları Marmara denizindeki İstanbul’a çok yakın fay hattının harekete geçebileceğini haber veriyorlar. Önümüzdeki otuz sene içinde İstanbul’da büyük bir zelzele olacaktır diyorlar. Belki yarın, belki otuz sene sonra…

İstanbul’daki binaların yüzde sekseni zelzeleye karşı dayanıksız çürük yapılarmış. Mühendis Rıfat Tandoğan bey dostumuz yıllarca önce, “İstanbul’un apartmanları ve hanları birbirlerine dayanarak ayakta durabiliyor” demişti.

Medya ve politikacılar, kafalarını kuma sokan devekuşları gibi, “Aman halkı paniğe düşürmeyelim, aman kamuoyunu tedirgin etmeyelim…” gibi afyonlu bahanelerle tehlikenin büyüklüğünü gizlemek, halkın dikkatini başka konular üzerine çekmek istiyorlar.

İstanbul büyük bir zelzeleye hazır mıdır? Bunca çürük yapı nasıl kontrol edilecektir? Allah saklasın felaket vukua geldiği takdirde yapılması gereken hizmetler, kurtarmalar planlanmış mıdır?

İstanbul halkının hiç olmazsa bir kısmını tahliye etmek mümkün müdür? Şiddetli bir zelzelede şehir sularına lağım pislikleri karışacak ve halk içecek su bile bulamayacaktır. Bunca halkın yardımına nasıl koşulacaktır? Ahali nasıl barınacak, nasıl ekmek bulacaktır? Yaralılar nasıl tedavi edilecektir? Yağmacılık nasıl önlenecektir?

Bazı namussuz politikacılar, alçak particiler, rezil bürokratlar, dini imanı para olan sefil belediyeciler İstanbul civarındaki tepeleri, dağları, vadileri, tarlaları, çalılıkları bina ile doldurttular. Doğru dürüst kontrol yapılmadı. Alçak ve namussuz bazı müteahhitler çimentodan, demirden çaldılar, çürük çarık dev bloklar yaptılar. En ileri ve medenî ülkelerde yeni inşa edilen meskenlerin yüzde doksan altısı bahçeli küçük evler şeklinde iken bizde bir apartımanlaşma, bir bloklaşma, bir siteleşmedir gitti. Şimdi bunca seyyiatın cezasını çekiyoruz.

Büyük bir İstanbul zelzelesi Adapazarı, Gölcük, İzmit, Yalova, Düzce zelzelelerine benzemez. İstanbul ve civarında on beş milyon halk yaşıyor.

Ramazan geliyor, fakirleri arayıp bulunuz, sadaka veriniz. Sadaka deyince sokaklardaki profesyonel dilencilere atılan küçük paraları kasdetmiyorum. Şehrin bazı bölgelerinde gerçekten çok kötü durumda olan ihtiyarlar, dullar, yetimler, işsizler, fakir halk vardır. Şu soğuklarda yakıtı olmayan, ekmek parası bulunmayan, makarna ve patates bile pişiremeyen vatandaşlar mevcuttur. Muhtarlara gidiniz, esnafa sorunuz, iyice araştırınız ve bunları bulunuz. Sefalete düşmüş kişi ve ailelere erzak yardımı yapınız. Tuzu kuru olan, hali vakti yerinde olan, sofralarında nefis etler, kaymaklı tatlılar, tereyağlı börekler, çeşit çeşit iftariyeler bulunanlar… Bu ülkede bunca felaketzede, bunca fakir ve sefil vatandaş varken bu pahalı ve lüks yiyecekler boğazlarından nasıl geçiyor? Sizde vicdan yok mu, sizde iz’an yok mu?

Lüks bir paltoya bir milyar lira veren, lüks bir çift ayakkabıya yüz küsur milyon lira ödeyen, yüz elli milyon liralık gömlekler giyen, boynuna elli milyonluk kravatı yular gibi asan, elli milyar liralık lüks limuzinlerde Nemrud gibi gezip tozan kimselere hitap ediyorum: Siz ne biçim Müslümansınız? Allah’tan korkmuyor, Peygamber’den utanmıyor musunuz? Zelzelede evleri yıkılan yüzbinlerce vatandaş çadırlarda tirtir titrerken siz nasıl böyle lüks, sefahat, debdebe, israf, gurur, kibir içinde yaşıyabiliyorsunuz? Allah’tan size din, Kitab, Şeriat, nizam getiren Peygamber’in yüzüne nasıl bakacaksınız?

Allah sizi imtihan ediyor. Fakirleri arayın, bulun ve onlara zekat verin, sadaka verin, yardım edin. Vurdumduymazlığı bırakın. Sadakalar ve zekatlar öncelikle fakirler ve felaketzedeler içindir. Onların haklarını başka yerlere, din baronlarına, cemaatlere, islâmî hizip ve fırkalara kaptırmayın.

Felaketleri sadaka ile, malî ibadetlerle, tevbe istiğfarla, gözyaşı dökerek, dine sarılarak, gururu ve kibri bırakarak, nefsinizi islah ederek, emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparak savmaya çalışınız.

Şoförün Küfürleri

Taksi şoförlerini konuşturmaktan zevk alıyorum. Onların bildiklerini, gördüklerini, öğrendiklerini herkes bilemez. En son konuştuğum şoför kırk beş elli yaşlarında bir vatandaştı. Bir dokun bin ah işit dedikleri cinsten dertli bir kimseydi. Konuşturduğuma pişman oldum. Açtı ağzını yumdu gözünü, ağzına gelen hakaret ve küfrü Ankara’daki bazı sayın kişilerin üzerine savurmaya başladı. Öyle yakası açılmadık galiz laflar ediyordu ki, size anlatmam ve açıklamam mümkün değildir.

Küçük dağları ben yarattım havalarındaki bazı adamlar bu milleti, bu halkı aptal sanmasınlar. Halk dönen dolapları, yapılan soygunları, hortumlamaları, rezillikleri biliyor.

Namussuzlar, şerefsizler, vatan hâinleri, zelzele rantı yiyen köpekler, âfetzede halkın acılarını paraya çeviren vicdansızlar yaptıklarının halk tarafından bilinmediğini zannetmesinler. Halk her şeyi biliyor ve onları şiddetle lânetliyor.

Halk nefretini içine gömüyor. Halk gözyaşlarını tutuyor. Zaman zaman münferit patlamalar oluyor ama milyonlarca vatandaş sessiz, sâkin bekliyor. Lakin bu sessizlik, bu sükûnet bir gün son bulacak ve toplumsal vicdan bir yanardağ gibi patlayacaktır.

Vazifesini canla başla yapan, yemeyen ve yedirmeyen, halkın acılarını dindirmek için gece gündüz çalışan şuurlu, vicdanlı, vasıflı, vazifeli ve sorumlulara teşekkür ediyorum, onlar tebrike layıktır, kendilerine hayır dua ederiz.

Ancak bir namussuzlar ve şerefsizler güruhu var ki, bin kere, milyon kere lânet olsun onlara. Onlar devşirdikleri haram kazanç ve servetleri rahatça yiyeceklerini mi sanıyorlar? Haram kazançları ve servetleri kendilerini yakacaktır. Az kaldı, göreceğiz.

Domuzlar! Yiyici kaltabanlar!

Dikey Çözüme Doğru

Politikacıların, aydınların, idarecilerin, seçkinlerin, liderlerin önlerine bir sürü fırsat ve imkân çıktı, lâkin onlar bunlara önem vermediler, ele geçen nimetleri değerlendirmediler. Evet, son onbeş yıl içinde toplumsal barış, millî uzlaşma için çok imkânlar ve fırsatlar zuhur etti, fakat bunlar kullanılmadı.

Bu memleketi selâmete çıkartmak, tarihî ârızayı sona erdirmek, gerçek demokrasiyi tesis etmek, hukukun üstünlüğü sistemi üzerine dayalı bir rejim kurmak, temel ve evrensel insan haklarını garanti altına almak için insan iradesine dayalı yatay çözümler ve çareler aranmadı. Particileri, politikacıları, yüksek tabakayı gaflet ve hırs bürümüştür. Herkes ben ben ben diyordu, biz diyen yoktu. Nefs-i emmâreleri sanki kudurmuştu. İki değer vardı: Para ve benlik.

Memleketi selâmete çıkartmak, milleti kurtarmak, devleti ayakta tutmak için hiçbir şey yapılmadı. Kokuşma, emanete hıyanet, rüşvet, soygun devlet ve belediye bütçelerini hortumlama, partizanlık, popülizm, demagoji görülmemiş boyutlara ulaştı. Aydınlar ve halk kamplara, kutuplara ayrılmıştı. Özeleştiri yapan yoktu; her kesim, ötekilerini, başkalarını kabahatli görüyordu. Müşterek temel prensiplerde ve değerlerde birleşelim, uzlaşalım, anlaşalım diyen yok.

1999 yılının 17 Ağustosunda gece saat üçü iki geçerken ötelerden ilahî bir ihtar geldi. Bu da uyarmaya yetmedi. Lâikler “Bunun Allah’la, ilahî mücazatla bir ilgisi yoktur. Fizikî, jeolojik bir hadiseden ibarettir” deyip geçtiler. Dindar kesim ise, cezanın sadece dinsizlere geldiğini sandı. Kendilerini zemzemle yıkanmış gibi temiz ve mâsum görüyorlardı.

Aradan birkaç ay geçti, önceki yaralar kapanmadan yeni bir uyarı sarsıntısı oldu. Bu da gereken tesiri göstermedi. Dedikodu, fitne, fesat, nifak, şikak, tefrika, çekişme, yolsuzluk, hırsızlık, talan, soygun, vurgun, rezalet devam ediyordu.

Günah, isyan, tuğyan, küfür, şirk, fısk, fücur, azgınlık azalmıyor aksine çoğalıyordu. On milyonlarca Müslüman vatandaş bunca kötülüğe karşı üzerlerine borç olan emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifesini yerine getirmiyordu. Sanki kalpler mühürlenmiş, kulaklar tıkanmış, gözler bağlanmıştı. Vicdanlar nasır tutmuş gibiydi. Felâkete uğrayan, yakınlarını kaybeden vatandaşların, yetimlerin, dulların, kimsesizlerin feryatları, ağlama ve inlemeleri, hıçkırıkları göklere yükselirken beride nice vicdansız keyfine bakıyor, şen şakrak yiyip içiyor, gel keyfim gel kekâh bir hayat sürüyordu. İsraf, gurur, kibir, nümayiş, aşırı tüketim, benlik ihtirasları olanca şiddetiyle hüküm sürüyordu.

Artık ip inceliyor, bir yerinden kopacaktır. Yüksek tabaka, imkânı olan zümreler madem ki, buhranı çözmek, millet ve memleketi selâmete çıkarmak için akıllarını kullanıp yatay çareler aramamışlardı, şimdi devreye dikey çözümler girecekti.

Dikey çözüm nedir? Tarihi okuyanlar bilirler ki, geçmiş asırlarda nice azgın, şaşkın, bozuk toplum helâk olmuştur. Su baskınları, tufanlar, yanardağ patlamaları, zelzeleler, açlık ve kıtlıklar, salgın hastalıklar, dehşetli harpler darpler, kıtaller, iğtişaşlar, ihtilâller ve daha neler neler. Bir zamanlar ucu bucağı belli olmayan o muazzam Roma İmparatorluğu ne oldu? Yerinde yeller esiyor. Sovyetler Birliği nasıl çöktü ansızın.

İnsanlar kendi iradeleriyle, cehidleriyle, azimleriyle kötülükleri gidermek için gayret göstermezlerse dikey çözümlere hazır olsunlar. Bunca uyarıdan, ihtardan sonra artık önümüzde çok az vakit kalmıştır. Küçük hesaplar bırakılmalı, dedikodularla uğraşmak terkedilmeli ve ne kadar aklı başında, vicdanlı aydın, seçkin ve idareci varsa bir araya gelip müştereken çare ve çözüm bulmalıdır.

Özellikle Müslümanlara, dindar vatandaşlara hitap ediyorum. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadıkça kendinizi kurtaramazsınız. Mâruf ve iyi olan şeyleri emir ve teşvik etmek; kötü, çirkin, münker şeyleri engellemek için çalışmak imkânı olan her Müslüman için kaçınılmaz bir vazifedir. Bu fariza fiilen, söz ve yazı ile, kalben yapılır. Kalben yapılan nehy-i münker imanın asgarisidir.

Müslümanlardan trilyonlar, katrilyonlar toplayan, kütleler halinde dindarları peşlerinden koşturan din kodamanları, baronları, babaları maalesef emr-i mâruf ve nehy-i münker hususunda son derece gayretsiz ve himmetsizdir.

Ben şiddete başvurulsun, fitne ve fesada yol açacak aşırılıklar yapılsın demiyorum. Lâkin yasal sınırlar içinde, en güzel ve uygun şekilde, hikmetin gösterdiği yolda mutlaka emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmalıdır diyorum.

Dikey çözüm gelip çatmadan, üzerimize azap inmeden emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını hakkıyla eda etmeliyiz. Müslümanlardan büyük miktarda para toplayan baronlar Türkçe, İngilizce,Arapça, Almanca, Fransızca broşürler, kitaplar çıkartarak bu hizmeti görebilir. Ülkemizde henüz basın ve fikir hürriyeti (yüzde yüz olmasa da) mevcuttur. Bu hürriyetten yararlanmak gerekir. Din hizmetleri, islâmî faaliyetler için toplanan milyonlarca doların bir kısmı bu gibi işler için harcanmalıdır.

Saray gibi evlerde, köşklerde, villa ve yalılarda ikamet eden, son derece lüks ve pahalı limuzin arabalarla gezip tozan; en lüks, en pahalı, en gösterişli dekorlar içinde yaşayan, en nadide yemekler yiyen, gurur ve kibir sarhoşluğu içinde bulunan, küçük dağları ben yarattım diyen baronlar niçin emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmıyor?

Müslümanlar!.. Uyanınız!..

Dine ve ibadete sarılınız. Ümmet birliğini bozacak, din kardeşliğini sarsacak aşırılıklardan, cemaat ve hizip taassuplarından kurtulunuz. Beş vakit namaza, oruca, zikre devam ediniz. Zekât ve sadakalarınızla belâları defetmeye çalışınız. Münafıkları, bid’atçileri, din sömürcülerini desteklemeyiniz. Cemaat, hizip, fırka, mezheb, meşreb gibi çeşitlilikleri, altkimlikleri din ile özdeşleştirmeyiniz.

Vakit az kalmıştır. Uyanınız, uyanınız, uyanınız…

 

Âyetler ve İbretler

Tarihini tam olarak hatırlamıyorum, bundan yirmi küsur yıl önce bir gün Sahhaflar Çarşısı’nda, Cerrahî şeyhi merhum Muzaffer Ozak hocanın dükkanına gitmiştim. Hoca sohbet esnasında, “Dün gece Elmalı Tefsiri’ni mütalaa ediyordum. En’am sûresinin 42’nci ve devamındaki âyetlerin açıklaması beni dehşete düşürdü, çok düşündürdü” demişti. Bilahere o âyetlerle ilgili kısmı ben de okumuş ve o zaman yayınlamakta bulunduğum Büyük Gazete’de bir de makale yazmıştım.

Önce âyetin meâlini vereyim:

“(Ey Resûlüm) senden önce de birtakım ümmetlere resûller gönderdik. Dinlemediler. Hakk’a dönsünler, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları şiddetli yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla imtihan ettik. Bari kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tevbe etseydiler. Fakat ne gezer. Heyhat ki, onların kalpleri kaskatı olmuş; Şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve günahları kendilerine süslemiş, cazip göstermişti. Kendilerine verilen öğütleri terkedip unutunca üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık ve bir anda bütün ümitlerini kaybettiler.”

Elmalı tefsirinde bu âyetlerle ilgili şu açıklamalar yapılmaktadır:

“Şiddet ve darlıktan sonra onlara geniş bir hürriyet ve refah verdik. Her taraftan üzerlerine nimetler gönderdik. Her türlü, rahatlar sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, safalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Tuttukları yolun iyi olduğunu, bütün bunları hakettiklerini, her türlü sorumluluktan âzade olduklarını sandılar. Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymuyorlardı. Her şey kendilerininmiş; Allah ve âhiret yokmuş gibi zevk u safaya daldılar, keyifler sürdüler. İşte tam böyle ferahlandıkları, gel keyfim gel dedikleri sırada kendilerini birdenbire bastırıp yakalayıverdik.” (Özetlenerek ve lisanı sadeleştirilerek alınmıştır.)

Bu âyetlerde, Allah’ın Peygamberlerini, habercilerini, uyarıcılarını dinlemeyen inançsız, gafil, azgın, inatçı toplumların halinden bahsediliyor. Allah’a dönsünler diye onlara sıkıntılar, şiddetler, hastalıklar verilmişti, lakin onlar yine de Allah’a dönmemişler, O’na yakarmamışlardı. Sıkıntı içinde de küfrlerine, azgınlıklarına devam ediyorlardı. Bunun üzerine Allah, onlara bolluk kapılarını açmış, çok genişlik ve ferahlık vermişti. Bu bolluk içinde keyf sürer, gel keyfim gel, kekâh bir şekilde yaşarken Allah’ın azabı ansızın bu inkârcı kavimlerin tepesine inivermişti.

Bolluk, bolluk, bolluk. Zenginlik, refah, ferahlık, lüks, konfor. Rahatlık, genişlik. Zevk, safa, eğlence. Allah’ı hiç düşünmüyorlardı. Peygamber’in yapmış olduğu uyarıları eski zaman efsaneleri sanıyorlardı. Ölümden sonra hesap yok, Cennet Cehennem yok diyorlardı. Azgınlıktan kudurmuş gibiydiler. Fakirler çöplüklerde gözyaşları içinde kuru ekmek parçaları toplarken onlar Nemrud’lar, Firavun’lar, Neron’lar gibi debdebe, ihtişam, bolluk içinde yaşıyorlardı. Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, Peygamber’in öğütlerini ve uyarılarını kaale almıyorlardı. Tek ölçüleri ve değerleri para, zenginlik, zevk ve hazdı. Nefislerini put edinmişler, onlara tapıyorlardı. İnananları tahkir ediyor, onlara zulm ve haksızlık yapıyorlardı. Helal haram tanımıyor, meşru ve gayri meşru arasında fark gözetmiyorlardı. Yeryüzünü günah, isyan, tuğyan ile doldurmuşlardı. Arşa hırlıyor, kutsal sınırları ihlal ediyorlardı.

İşte böyle bir bolluk, genişlik, refah, zenginlik içindeyken Allah’ın azabı ansızın tepelerine iniverdi. Neye uğradıklarını bilemediler. Zalimlere, inkârcılara, isyancılara mühlet verilir, istidrac verilir, lakin sonunda cezalarını bulurlar.

Bu dünya Allahu Teâlâ’nın mülküdür. O, mülkünde zulm edilmesini istemez. Yeryüzünü zulümle, azgınlıkla, haksızlıkla, fenalıkla, çirkinlikle dolduran kâfirler, zâlimler, fâsıklar iyi bilmelidir ki, gittikleri yolun sonu iyi değildir.

Soyacaklar, talan edecekler, haram yiyecekler, saçı bitmedik yetimlerin, gözü yaşlı dulların, güçsüz ihtiyarların, fakir fukaranın hakkını yiyecekler ve sonunda cezasız kalacaklar; yaptıkları, yedikleri yanlarına kâr kalacak. Olur mu böyle şey?

Nasıl da keyfe, eğlenceye, azgınlığa düşmüşlerdi. Zevk ve safa konusunda kudurmuş, çıldırmış gibiydiler. İçki, fışkı, fuhuş, zina, ensest, uyuşturucu onlardaydı. Küçük hırsızlar zindanlarda yatarken büyük hırsızlar keyif içinde, güvenlik içinde yaşıyorlardı.

Azap gelince neye uğradıklarını anlayamadılar.

Müslümanlar!.. Müslümanlar!.. O azgınlara imrenmeyiniz. Sakın onları taklide kalkışmayınız. Bu dünya zevk u safa yeri değildir, bir imtihan yeridir, âhiretin tarlasıdır. Azgınlara, inkârcılara verilen genişlikler, servetler, refahlar, bolluklar hep birer istidractır.

İşte şimdi Allah’ın kader oklarını gergin yaylarda tutan müekkel melekler bekliyor. Günü, saati, dakikası gelince emr-i ilahî ile oklar yaylardan fırlayacak, muallak kaderler mübrem kazalar haline gelecektir. Müslümanlar! İbadet ederek, namaz kılarak, oruç tutarak, zekat vererek, sadaka dağıtarak, tevbe istiğfar ederek, nefsinizle büyük cihad yaparak, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını gücünüzün yettiği, elinizden geldiği kadar eda ederek kendinizi felaketten kurtarmaya çalışınız.

İstanbul, bildiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız mekândan ibaret değildir. Bu şehirde içiçe âlemler vardır. O âlemlerin birinde bu şehrin topraklarına gömülmüş sahabelerin, evliyaullahın, âmil ulemanın, kâmil mürşidlerin, sâlih zatların, ricalullahın bulunduğunu unutmayınız. Onlar bizim için dua ediyorlar. Allah 17 Ağustos zelzelesinde şehrimizi korumuştur. Allah’ın gazabından, O’nun rahmetine kaçalım. Gafletten uyanıklığa, isyandan itaate, hayır işlerinde ve malî ibadetlerde cimrilikten cömertliğe, günahtan taate, bid’atten sünnete hicret edelim.

Hiçbir Müslüman azgın ve saldırgan dinsizleri desteklemesin, onlara yardım etmesin. Allah yeryüzünü fesada veren zalimlerin desteklenmesinden razı olmaz.

Ya Rabbi, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme.[3] Yer deprenip göçerse, gök tepemize çökerse kim kendini kurtarabilir? Bizi Allah’tan başka kimse kurtaramaz. O halde O’na sığınalım, O’nun emirlerine uyalım.

Hazret-i Mevlana

MEVLANA Celalüddin Rûmî hazretleri (Allah yüce sırrını takdis etsin) bu ülke ve bu millet için ne büyük bir nimettir. Yazık ki, böyle nimetlerin kadr ü kıymeti hakkıyla bilinmiyor. Mevlana kimdir, kısaca arzetmek isterim.

Evvelâ o bir Allah eridir. İnsanları Allah’a hakkıyla inanmaya, Allah yoluna girmeye çağırır. O’nu seven, O’na bağlanan, O’nu taklid eden iman nurlarıyla aydınlanır, ebedî saadete nail olur.

İkinci olarak O, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir halifesi ve vekilidir. Resûlullah’ın dinini, Şeriatını, sünnetini, âdâbını yaşar ve öğretir.

Üçüncü olarak O, en geniş yorumuyla evrensel İslâm’ın temsilcisidir. O’na Yahudi de hayran kalır, Hıristiyan da.

Mevlana gönül adamıdır, muhabbet fedaisidir; O’nda kin, gurur, kibir, husumet yoktur. O aşk, muhabbet, şevk, neş’e deryasıdır.

Kim demiş ki, Mevlana Şeriat’a bağlı değildir. O önce Şeriat adamıdır. Şeriatsız tasavvuf mu olur, tarikat mı olur, kemal mi olur?

Mevlana Peygamber’in, Ashabın, Ehl-i Sünnet imamlarının itikadı üzere idi. Beş vakit namazı dikkatle ve dosdoğru eda ettiği gibi, gecelerini nafile ibadetlerle feyizlendirirdi. O orucu tutar, zekatı verirdi. Uyanıklığında da, uykusunda da kalbi Allah zikri ile meşgul olurdu.

Mevlana sadece insanları sevmekle kalmaz, merhameti ve muhabbeti hayvanları bile gölgelendirirdi. Bir keresinde kendisini boğazlayacak kasapların elinden kaçan bir öküz O’na sığınmıştı da, sahiplerine rica edip onu kesilmekten kurtarmıştı.

Mevlana ahlâk, fazilet, edeb, hikmet doluydu. Güneş gibiydi, çevresini etrafını aydınlatırdı. Hâlâ da aydınlatmaktadır. Yetmiş iki millete mensup nice kişi, O’nun irşadıyla, kabir ötesinden bu günlere uzanan tasarrufuyla hidayet bulmuş, Allah’ın dini, Muhammed aleyhissalatü vesselam sünneti ile şereflenmiştir.

İstanbul’da, 60’lı yıllarda vefat etmiş Yaman Dede isminde gönül ehli bir zat vardı. Bu kişi Ortodoks Rum milletinden iken, Hazret-i Mevlana’nın mânevî yardımıyla Müslüman olmuştu. Eski ismi Diyamandi idi. Rum liselerinde edebiyat-ı Osmaniye okuturmuş, avukatlığı da vardı. İyi Türkçe bilirdi, Arapçası, Farsçası da vardı. Türkçe nefis tasavvufî şiirler nazmetmiştir. 60’lı yılların başlarında Konyalı Dr. Ali Kemal Belviranlı, Dişçi Nuri, Fevzi Özçimi beylerle onun ziyaretine gitmiştik. “Teşrif nereden?” diye sormuştu. “Konya’dan” cevabını alınca ağlamaya başlamış, “Bana Hazret-i Pîr’in kokusunu getirdiniz” demişti.

Bugünün ruhsuz aydınları, kötü eğitimle vicdanları dumura uğratılmak istenen gençleri Mevlana’ya o kadar muhtaçlar ki.

Mevlevî tarikatı ilim, irfan, hikmet, mürüvvet, aşk, muhabbet, şevk, neş’e ve coşkunluk üzerine kurulu yüce bir yoldur. Türkiye şimdi bu meşrebin; bu neş’enin eksikliği yüzünden buhrandan buhrana düşmekte, içi ateş dolu bir uçurumun kenarında bulunmaktadır.

Mevlevilik ve diğer turuk-i aliyye kaldırılır ise elbette toplum bozulur, ülke karanlıklara gömülür. Ahlâk, fazilet, edeb, hikmet kalmadı diyorlar. Mevlevilik, Nakşilik, Bektaşilik, Kadirilik, Rufailik ve diğer tarikatlar olmadan ilim, irfan, kemal, fazilet, hikmet, edeb olur mu?

Mevlevilik bir medeniyet, yüksek kültür ocağıydı. Bilgi ve inancın doğrusu, aksiyonun iyisi, estetiğin en yükseği hazret-i Monla-i Rûm’un dergahlarındaydı. O dergahlar nice padişahları, sultanları bile terbiye etmişlerdi. Onlar gitti hayatın tadı tuzu kalmadı.

Yüzeyde kalmış, zahirden batına gidememiş, sert, haşin, kırıcı; mezhep, meşreb, tarikat taassubu ile ufukları daralmış, sekter zihniyetli, kimisi neo-haricî, kimisi cemaatini din ile özdeşleştiren İslâmcılar insanları İslâm’a çağıracak cazibeden, güçten, halavetten mahrumlar. Bu iş Mevlana gibi gönül erlerinin, gerçek büyüklerin, Resûlün hakikî halife ve vekillerinin işidir. O sokakta kendisine bir şey soran bir fahişeye bile ‘Kızım” diyerek şefkatle ve merhametle muamele etmişti de o zavallı kadının kurtuluşuna vesile olmuştu.

Mağrurlar, kibirliler, kendini beğenmişler, dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar, karpuz gibi dışları yeşil, içleri kıpkızıl olanlar, harbî ve saldırgan kâfirlere karşı yumuşak, kendi meşreblerinden olmayan mü’minlere karşı yavuz ve şiddetli olanlar, küçük dağları biz yarattık diyenler İslâm’ı temsil edebilirler mi? Onlar hizmet ediyoruz diye bir sürü hezimete sebebiyet verirler.

Mevlana ihlas ve istikamet kahramanıydı. İbadetle, riyazetle, hikmetle, büyük cihadla, ilimle, irfanla, aşku muhabbetle, neş’e ve şevkle, ihlasla kemal zirvesine çıkmıştı. Asrının kutbuydu. Parada pulda, zenginlikte, malda mülkte, riyasette, şöhrette, halkın alkış ve itibarında gözü yoktu. Bu sayede maneviyat aleminin sultanı olmuştu.

Birtakım sürüngenler O’nu kendi ideolojilerine alet etmek, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm hümanizması türetmek için vasıta kılmak istiyorlar. Bunlar ne soytarı adamlardır. Mevlana “Ben, şu tenimde can oldukça Kur’an’ın bendesiyim” diyerek onları asırlarca önce tekzip ve reddetmiştir.

Sahih itikad yok, namaz yok, oruç yok, zekat yok, Şeriata uymak yok, sünnetlere tabi olmak yok ve sonra adam Mevlevi imiş. Yahu Mevlevilik o kadar ucuz ve kolay mı?

Çilesiz Mevlevilik olmaz. Mevlevî dervişi olabilmek için dergahın mutfağında binbir gün ve gece çile doldurmak gerekirdi. Nefsini dizginlemeyene Mevlevî denilebilir mi?

Mevlevî sövene dilsiz, dövene elsizdir. O, kötülükleri iyilikle defeder. Mevlevî edeb, nezaket, ahlâk, fazilet nurları saçar. Sabırlıdır, affeder, cahillerin kusuruna bakmaz.

Şu anda Türkiye’de olmaz ama maddî imkâna sahip olsam, ileri ve medenî ülkelerden birinde bir Mevlevî tekkesi kursam diyorum. Elbette bir yerden bir şeyh gelir, birkaç dervişle işe başlanır. Dünya dedikodusu edilmez, faydasız kelamlar söylenmez. Namaz kılınır, muayyen zamanlarda sema ve zikir yapılır. Sonra bol bol tebessüm, muhabbet, aşk, şevk ve neş’e olur. Gerçeği arayan ve nasibi olanlar bu kapıdan geçerek hidayet bulur. İnsanlık buna o kadar muhtaç ki.

Geç Kalmayalım

VALİLİK ve Belediye muhtemel (olası) bir zelzeleye karşı toplantılar yaptı, kararlar aldı, tâlimatnâmeler hazırladı. Büyük marketlere gıda stokları yaptırıldı, fırıncılara ve Belediyenin ekmek fabrikalarına fazla miktarda un aldırıldı. Yolların ve caddelerin yıkıntılarla kapanması karşısında iletişimi havadan sağlamak üzere nerelerde helikopter meydanı yapılacaksa onlar tesbit edildi, ölüleri gömmek için yeni mezarlık yerleri bulundu, sağlık ve yeme içme yardımları nasıl yapılacak kağıt üzerinde onlar da düşünüldü. Büyük bir zelzeleden sonra maalesef yağma hareketleri olacak, gözü dönmüş insanlar para, altın, mücevher, taşıması kolay kıymetli eşya talanına başlayacaklardır. Mevsim kış, evleri yıkılan bunca insan nasıl barınacaktır? Yıkılmayan hastahanelerde yaralılar nasıl tedavi edilecektir? Su şebekesine lağım suları karışacağı için su meselesi nasıl bir çözüme bağlanacaktır? Köprüler yıkılırsa iki kıt’a arasındaki iletişim nasıl temin edilecektir? Uzmanlar birinci köprünün büyük bir zelzeleye dayanamayacağını söylüyormuş…

Bütün bunlar gazetelerde yazıldı. Lakin tek ve önemli bir metin haline getirilip de halkın dikkatine sunulmadı. Bahaneleri de şu: Aman panik çıkmasın! Niçin panik çıkacakmış. Halkımız o kadar şuursuz mu?

Henüz vakit varken İstanbul’u terkedebilecek olanları uyarmak ve güvenli yerlere göçetmelerini sağlamak daha iyi olmaz mı? Nice âilenin İstanbul dışında yazlık evleri var, pekâlâ birkaç aylığına oralara gidebilirler. Bazıları köylerden, küçük şehirlerden, beldelerden gelmişler. Onların da oralarda yerleri, evleri var. Parası olan, malî durumu müsait bulunan kimseler şehir dışında, zemini sağlam yerlerde bahçe içinde tek katlı bir ev kiralayıp çoluk çocuklarını oralarda yaşatabilirler.

Uzun yıllardan beri İstanbul’un deresi, tepesi, meydanı, yeşil sahaları çürük çarık, kontrolsüz binalarla dolduruldu. Para, menfaat, zenginlik, köşeyi dönmek hırsı birtakım insanlarımızı sanki kudurtmuştu. Zemin etüdleri yapılmadı, çimentodan ve demirden çalındı, doğru dürüst plan ve projeler hazırlatılmadı. Daha fazla bina, daha fazla kat, daha fazla kâr ve rant düşünülüyordu sadece. Alçak particiler, rezil belediyeciler mâzide arazi yağmasını, gecekonduculuğu, çarpık yapılaşmayı teşvik ettiler, rantını yediler. Güzelim İstanbul otuz kırk yıl içinde bir heyûlâ haline geldi. Anadolu akın akın İstanbul’a göçtü. Ülkenin nüfusunun dörtte biri bu şehirde ve hinterlandında toplandı. Doğuda, güneydoğuda boşaltılan topraklara ileride başka nüfuslar mı yerleştirilmek isteniyordu?

Nihayet 1999 yılı geldi çattı ve zelzeleler başladı. Önce Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova. Ardından birkaç ay sonra Düzce ve civarı. Şimdi de uzmanlar, üniversite profesörleri, bu işi bilenler “İstanbul’da şiddetli bir zelzele olması ihtimalı büyüktür” diyerek tehlike çanlarını çalmaya başladılar. Şehrin binalarının yüzde sekseni çürük. En olmayacak yerlere dev gibi yüksek binalar yapılmış.

Şehrin altı doğalgaz şebekesiyle kaplı. Nasıl yapıldı bu şebeke? Ben gözümle gördüm, paldır küldür çukurlar kazdılar, içlerine borular döşediler ve yine paldır küldür üstünü örttüler. Bir zelzelede ne olacak şehrin altındaki bu patlayıcı madde şebekesi?

Köklü bir maziye sahip, tarihin kaydettiği en büyük ve mükemmel imparatorluk nizamını kurmuş, büyük bir kültür birikimine ve mirasına mâlik hangi ülke bizim ülkemiz kadar kötü idare edilmektedir? Hangi medenî ülkede bizdeki kadar kokuşma, rüşvet, yiyicilik, talan, soygun, hiyanet görülüyor? Artık hasat mevsimindeyiz, bunca fenalığın, bunca hainliğin meyveleri devşirilecektir. Rüzgar eken fırtına biçermiş.

Aman halk paniğe kapılmasın demekle ne hallediliyor? Bir çözüm ve çare midir bu?

Tekrar ediyorum: İnşaallah zelzele olmaz. Cenab-ı Hak’tan bizi âfetlerden korumasını, bize rahmetiyle muamele buyurmasını niyaz ve tazarru ederiz. Lakin her ihtimale karşı gereken tedbirler alınmalıdır. Bunları sıralıyorum:

  1. Aklı ve imkânı olanlar şehri geçici olarak terketsinler.
  2. Büsbütün terkedemeyenler, hiç olmazsa evlerini şehir dışına taşısınlar. Bahçe içinde küçük bir bağ evi kiralayıp birkaç ay orada oturmak mümkündür. Tabiî maddî imkânı varsa.
  3. “Çocukların okulu var, oğlum üniversiteye gidiyor…” gibi düşüncelerle kendimizi aldatmayalım.
  4. Her aile çadır, battaniye, bir miktar yiyecek, su, ilaç, ilk yardım malzemesi temin edip, bunları zelzeleden sonra kullanmak üzere, zelzelede yıkıntı altında kalmayacak sağlam bir yere koymalıdır.
  5. Otomobiller, enkaz altında kalmazlarsa, zelzeleden sonra baş sokulacak birer mekan olabilir.
  6. Kış mevsiminde odun ve kömür sobaları, sarsıntıdan sonra yangın çıkmasına, zelzelede ölmeyen kimselerin ve yaralıların ateşten yanmasına, dumandan boğulmasına sebebiyet verebilir. Buna karşı tedbir alınmalıdır.

“Valilik ve Belediye gereken tedbirleri almıştır, biz keyfimize bakalım” demesin kimse. Devletin, resmî müesseselerin, Kızılay’ın durumlarını 17 Ağustos zelzelesinden sonra gördük.

Allah’a inanan, şu Kâinatta olup biten her şeyin Allah’ın bilgisi dahilinde, O’nun dilemesi ve yaratmasıyla meydana geldiğine inanan her vatandaş ülkemizi, milletimizi, şehrimizi felaketlerden, âfetlerden korunması için yalvarmalıdır. Müslümanlar camilere, Hıristiyanlar kiliselere, Museviler sinagoglara gitmelidir. Günahtan, fitne ve fesattan, nifak ve şikaktan, isyandan, azgınlıktan, kutsal kitapların açıkca yazdığı emir ve yasakları çiğnemekten kaçınılmalıdır. Para ve madde kuduzluğu insanı ebedî felakete götüren en büyük hastalıktır. Yalan, hırsızlık, haram yiyicilik, insanları aldatma, riba ve tefecilik, namus düşmanlığı yaygın olan bir ülke batmaya mahkumdur. İmanı olan herkes bunlarla mücadele etmelidir. Kötülerden ve kötülüklerden bana ne, ben kendime bakarım, başka şeye karışmam diyenler, kötülerle birlikte helâk olacaklardır.

Yakın mâzide yapılmış olan bunca kötülüğün, alınan bunca âhın cezasını çekmekteyiz. Bırakın bir insana, minicik bir karıncaya bile yapılan kötülük cezasız ve karşılıksız kalmaz. Allah kötüleri sevmez, kötülüğü cezalandırır. Müslüman kötülük yaparsa o da cezasını bulur.

Allah’ın bizi koruması için yalvaralım, onun rızasını kazandıracak iyi, mâruf, yararlı işler yapalım; kendimizi islah edelim.

Müslümanlar Niçin ve Nasıl Bozuldular?

MÜSLÜMANLIK ve Müslümanlar için en büyük tehlike din düşmanlığı şeklinde tatbik edilen lâiklik değil, sinsice yürütülen sekülarizmdir. Sekülarizm nedir? Din ile hayatı ayırmak, yaşayışı lâ-dinî hale getirmek demektir. Müslümanlar pek farkında olmaksızın her geçen gün biraz daha dinî tatbikattan uzaklaşıyor. Dini İslam olan on milyonlarca kişi günlük farz namazları kılmıyor. Bir kısım Müslümanlar var ki, onlar haftada bir kere Cuma namazını bile eda etmiyor. Musalli Müslümanlar olmaktan çıkmışlar, musallâ Müslümanları haline gelmişler. Yâni ömürleri boyunca gördükleri namaz, öldüklerinde kendileri için kılınan bir cenaze namazından ibarettir.

“İsteyen inansın… Din bir vicdan işidir… Camiler kapalı mı?.. Ezan okumak da serbest, canı isteyen gidip namaz kılsın… Karışan var mı?..” Din, inanç, vicdan hürriyeti bu kadar dar değildir. Dün hürriyeti kavramının içinde, inandığı gibi yaşamak, dinini hayata tatbik edebilmek hürriyeti de vardır. Böyle bir hürriyetin olmadığı yerde din hürriyeti laftan ibaret kalır. Bir de, rejim madem ki lâiktir, Müslüman çoğunluğa kendi dinî başkanını seçmesine, kendi islamî-dinî teşkilatını kurmasına, dinî eğitim vermesine, özel islam mektepleri, medreseleri, üniversiteleri kurmasına engel olmamak gerekir.

Müslümanlar niçin bugünkü hâle düştüler? Bunun birinci sebebi, medreselerin kapatılmış, gerçek ve icazetli din âlimi yetiştiren yolların kesilmiş olmasıdır. Son devirlerde medreseler zayıflamıştı ama yine de büyük âlimler yetişiyordu. Şeyhülislam Mustafa Sabri, Düzceli Zâhid Kevserî, ElmalılıHamdi, Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Hâki efendiler gibi güçlü din alimleri, İslam hocaları Osmanlı medreselerinde yetişmişti. Onlar mükemmel Türkçe ve Arapça bilirlerdi. Arapça kitaplar yazabiliyorlardı. Elmalılı Hamdi efendi Fransızcadan bir felsefe eserini dilimize çevirmiştir. Bir İslam ülkesinde yeterli sayıda vasıflı, güçlü din âlimi kalmayınca o ülkede din hayatı dejenere olur, Müslümanlar zillete düşer. Halkı çekip çevirmek Müslüman politikacıların, dindar köşeyazarlarının, adam kıtlığından ortaya çıkmış naylon müctehidlerin, zındıkların işi değildir.

İkinci büyük eksiklik hakikî ve icazetli şeyhlerin, kâmil mürşidlerin çok azalmış olmasıdır. Tasavvuf tekkeleri kapatılmış, zikrullah yasaklanmış, şeyh ve derviş yetişmesine engel olunmuştur. Evet zamanımızda da bir miktar şeyh vardır. Bunların bir kısmı gerçek şeyh değildir. Ne ehliyetleri ne de icazetleri bulunmaktadır. Gerçek ve icazetli şeyhlerin sayısı ise gayet azdır ve ihtiyaca yetmemektedir. Tasavvuf müesseseleri, tekkeler, zaviyeler, dergahlar islamî eğitimin başka bir boyuttaki mektepleriydi. Buralarda ahlâk, fazilet, nefs terbiyesi veriliyor, kâmil Müslüman yetiştiriliyordu. Bir tarikata giren, gerçek ve icazetli bir şeyh efendiye intisap eden kişi olgun bir dindar haline geliyordu. Osmanlı imparatorluğu medrese ve tekke kanatlarıyla, Şeriat ve Tarikat gücüyle ayakta durmuş, maddî mânevi bunca fütuhata nâil olmuştur. Bunlar yıkılınca elbette islamî hayatta da bozulma başlayacaktı.

Bazıları, bizdeki dinî gevşeme ve bozulmanın dinsizlerin yaptığı zulüm ve baskılardan, engelleme ve sabotajlardan kaynaklandığını sanıyor. Hayır, asıl büyük kötülük dindarların kendi zaaflarıdır. Gerçek ve icazetli ulema ve meşayih kalmayınca ortaya birtakım din baronları, maceraperestler, arivistler, demagoglar, soytarılar, ehliyetsiz ve liyakatsiz adamlar çıkmış ve Müslümanları yanlış yollara sokmuşlardır. 15’inci miladî asırda Katolik dünyasında görülen bozukluk ve kokuşma maalesef şimdi bizde şu 15’inci hicrî yüzyılda görülmektedir. Bozuk ve haris din baronlarının İslam’a ve Ümmet’e verdikleri zararı ne militan ateist, ne dinsiz farmason, ne kâfir verebilir. Temel islamî müesseselerin yâkılmış, ülkenin alimsiz ve şeyhsiz kalmış olması yüzünden bizde korkunç bir din sömürüsü vardır. Dini imanı para, zenginlik, maddî menfaat olan ve nefs-i emmârelerine put gibi tapan birtakım küçük adamlar Müslümanları sersemletmiş, islamî hareketi kirletmişlerdir.

Peki bundan sonra ne yapılabilir? Tabiî Allah’tan ümit kesilmez. Lakin bugünkü eğitim sistemiyle Müslümanlar, mâzideki gibi büyük din adamları ve gerçek şeyhler, önderler, kılavuzlar, mürşidler yetiştiremeyeceklerini bilmelidir. Yakın tarihimizde bir Bediüzzaman çıkmış ve tek başına bir orduya bedel hizmet ve fütuhat yapmıştır. Nasıl?Çünkü o çok kaliteli, çok güçlü, çok vasıflı bir din önderiydi. Dinî hizmetlerle dünya menfaat ve ticaretlerinin birlikte yürümeyeceğini biliyordu. Fevkalâde bir zekaya sahipti, yüksek âhlâk ve karaktere mâlikti. İhlas ve istikamet kahramanıydı. Asla tâviz vermezdi. Şimdi böyle zatlar var mı?

Müslüman kesimin seçkin tabakasından, ileride din hizmeti yapacak, Ümmet’e yol gösterecek çok kabiliyetli, çok soylu (ruh soyluluğu), çok vasıflı gençlerin aranıp bulunması; çok iyi bir plan ve programla bunlara hem dünya kültürü, hem din kültürü sahasında çok yüksek tahsil yaptırılması; kimisinin Harvard’ta kimisinin Oxford’ta, kimisinin Sorbonne’da okutulması; bunlara bir yandan tarikat ve tasavvuf eğitimi verilmesi gerekir. Belki bu gençlerden birkaçı ileride İslam’a ve Müslümanlara hizmet edebilir. Böyle bir eleman kaça yetişir? Yekûnu sadece birkaç milyar lira tutan burslarla, yatırımlarla böyle vasıflı, güçlü, üstün Müslümanlar yetiştirilmesi mümkün değildir. Benim hesabımca bir tek adam için bir trilyon (iki milyon dolar) masraf ve yatırım yapılması gerekir. Yatırım yapılan gencin bu işe ehil ve layık olması şartıyla, yoksa harcanan paralar boşa gidecektir.

Dünya globalleşmiştir. ABD ve Avrupa ülkelerinde çok büyük, çok engin bir din hürriyeti vardır. Müslümanlarda, dinî cemaatlerde büyük paralar olduğuna göre ABD, İngiltere, İsveç gibi ülkelerde İslam kolejleri, İslam üniversiteleri kurmak, araştırma enstitüleri tesis etmek mümkündür.

İslam dünyasındaki mektepler, medreseler, üniversiteler yeterli değildir. Eğitimleri çağın altındadır. Oralarda okutulacak elamanlarla kurtuluş mümkün olmaz. Ancak bugünkü gibi birtakım kıpırdanmalar, koşuşturmalar, yetersiz faaliyet ve hizmetler yapılabilir.

İslam’ın önündeki en büyük engel cahil, yetersiz, ufuksuz, liyakatsiz, ehliyetsiz önderlerdir. Bunların peşlerine düşen ve onları maddeten ve mânen var güçleriyle destekleyen Müslümanlar bilmelidir ki, çırpınmaları netice vermeyecektir.

Fikir, plan, program, reçete, çare, çözüm, teklif üretmeliyiz. Özeleştirilerden korkmamalıyız. Din sörümürüsünü mutlaka önlemeliyiz. Aramızda bir tek arivist, şarlatan, bezirgân, soytarı; demagog, barındırmamalıyız. İşleri, hizmetleri, faaliyetleri ehliyetli ve liyakatli kimselere vermeliyiz. Zekâ özürlüleri islamî hizmet ve faaliyetlere karıştırmamalıyız.

Danışma, danışma, danışma… Müslümanlar işlerini ehil kimselere, uzmanlara mu’teber müsteşarlara danışarak görmelidir. İslam dininde din baronluğu diye bir müessese yoktur. Din baronları fetret devrinde ortaya çıkmış kimselerdir. Onlardan köy olmaz kasaba olmaz.

Daha fazla akıl, daha fazla beyin daha fazla din ve dünya kültürü, daha fazla azim, daha fazla vasıf, daha fazla ahlâk ve fazilet, daha fazla hikmet… Karşıtlarımızdan daha vasıflı, daha güçlü, daha üstün elemanlar, hizmetkârlar… İşte bizi kurtaracak şeyler bunlardır.

Aldatıcı Dünya

KUR’ÂN bize “Dünya hayatı, aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir” (Âl-i İmran, 185) diyor. Müslümanların çoğunluğu ise ne yapıyor? Sanki hiç ölmeyecekler, hep dünyada kalacaklarmış gibi bu aldatıcı metaa sarılmışlar; maddî kazanç, lüks, konfor, rahatlık, aşırı tüketim peşinde koşuyorlar. Bugünkü hastalıkların, zilletin, mânevî sefaletin, esaretin önde gelen sebeplerinden biri de işte bu dünya hayatına sarılıştır.

Dinimiz bize kanaatkâr, mütevazı, tasarruflu yaşamayı emrediyor. Peygamber ve ilk örnek Müslümanlar böyle yaşamıştır. Şimdiki Müslümanlar ise ellerine imkân ve fırsat geçirince israfa, lükse, aşırı tüketime kayıyor, olmayacak işler ediyorlar.

Kendini pek dindar tanıtan, beş vakit namazdan başka geceleri kalkıp teheccüd ibadeti yapan, haftada iki gün nafile oruç tutan zengin bir Hacı Bey, tam bir milyar liraya, evet bir milyar liraya palto almış. Böyle pahalı, lüks, gösterişli, israflı bir elbiseyi giymek aklı başında olan bir Müslümana yakışır mı?

Kendilerini dindar sanan birtakım Müslüman kadınlar da lüks elbise, manto, ayakkabı gibi giyim kuşam eşyasına milyarlar ödüyorlar. Bunlar hep gurur, kibir, gösteriş, tafra alâmetleridir. Temiz ve zarif giyinmek için ille de büyük paralar ödenmesi gerekmez. Görmemişin biri bazen milyarlar harcar, en pahalı elbiseleri giyinir ve sonunda palyaçoya benzer.

Zengin ve varlıklı Müslümanlar yeme içme konusunda da ölçüyü kaçırmıştır. Akşam oldu mu, lüks yerlere gidip adam başı on milyona, yirmi milyona yemek yemek, iftihar edilecek bir şey değil, aksine utanılacak bir haldir.

Müslümanlar bu aldatıcı dünya işlerini bırakmalı ve bütün güçleriyle ilme, irfana, edebe, kültüre, hayra, hasenata, ibadete sarılmalıdır.

Elbette ticaret, üretim, kazanç işleri ile meşgul olunacaktır. Lâkin bu işler hep din ölçüleri, Şeriat hükümleri dairesinde yapılacak, kazançların fazlası Allah yolunda faydalı işler için harcanacaktır.

Trilyoner de olsa bir Müslüman zengin israf yapamaz. Dinimizde, “Zengin ve ileri gelen Müslümanlar; hacıbeyler, hazretler, şeyhler, önderler, üstadlar, baronlar, koca mücahidler israflı bir hayat sürebilir; gurur, kibir ve nümayiş sergileyebilir” diye bir izin ve ruhsat yoktur. Peki, bazı ileri gelen zengin ve nüfuzlu Müslümanların saray gibi evlerine, çok ama çok pahalı Limuzin otomobillerine, yüzme havuzlarına, Firavun ve Nemrudvârî hayat tarzlarına ne diyeceğiz? Onlar zengindir, ünlüdür, büyüktür, her haltı yiyebilirler, kimse onlara karışamaz mı diyeceğiz?

Böyle adamlar maalesef peşlerinden sürükledikleri halkı, gençliği de bozuyor. İslâmî kesime mensup öyle üniversite öğrencileri varmış ki, altı yerden burs alıyorlar, bu yolla prens gibi yaşıyorlarmış. Bunlardan birini anlattılar, tatilde memleketine uçakla gitmiş. Birkaçı da her ay ana babalarına burs paralarının bir kısmını gönderiyormuş. İşte yarının din sömürücü haşaratı bugünden böyle yetiştirilmiş oluyor.

Müslüman o kimsedir ki, eline para geçince, servet sahibi olunca kudurmaz, dengesi bozulmaz. Ben öyle asil ruhlu Müslüman zenginler gördüm ki, fabrikalarında işçilerle birlikte yemek yerlerdi.

Geçenlerde bir dostum, ayakkabı sanayii fuarı için İtalya’ya gitmişti. Orada oldukça büyük bir fabrikanın patronu ile tanışmış, adam en küçüğünden, en kötüsünden bir Fiat otomobil ile geziyormuş. Bizde trilyoner bir hacıbeyin, Müslüman zenginin böyle mütevazı bir arabaya binmesi mümkün müdür?

Kaç sene oldu iyi hatırlamıyorum, Japonya’dan Sakıp Sabancı’yı ziyarete Toyota otomobil fabrikasının başındaki zat gelmiş, Sabancı onu saraylarından birinde misafir etmiş, Japon o şaşaayı, o debdebeyi, o lüksü, o ihtişamı, o israfı görünce gülümsemiş ve “Ben Tokyo’da altmış beş karelik bir dairede oturuyorum” demişti. Onlar otomobil sanayileriyle, güçlü ekonomi ve ticaretleriyle dünyayı titretiyor ve hayran bırakıyorlar, biz ise sürünüyoruz, daha kendimize mahsus yüzde yüz yerli-millî bir otomobil bile yapıp ihraç edemiyoruz, fakat şu hayat tarzımıza bakınız. Böyle bir millet, böyle bir ülke iflâh olur mu?

Müslüman zenginler masraf yapacaklarsa kültür ve sanat sahasında yapsınlar. Evlerinin, işyerlerinin mimarisi, dekorasyonu çok sanatlı ve güzel olsun. Hacı beyin çalışma salonuna giren bir yabancı, bir lâik oradaki zevke, eşyalara, antikalara, geleneksel Türk-İslâm sanat eşyasına hayran kalsın, yerlerdeki nadide halılara basmaya kıyamasın. Hangi zenginimizin, hangi büyüğümüzün çalışma mekânı böyledir. Buraların dekorasyonu genellikle kabak gibidir. Utanmıyorlar mı? Biz Türkiye’ye İslâm’ı hâkim kılacağız diye boylarından büyük lâflar ediyorlar. Hangi ilimle, hangi irfanla, hangi kültürle, hangi sanat ve zevkle, hangi ahlâk ve faziletle hâkim kılacaksınız?

Maalesef memlekette yeterli sayıda icazetli ve gerçek hoca kalmamıştır. Kalanlar bir elin parmakları kadar bile değildir. Geçenlerde, merhum Timurtaş hocanın cenazesinde Ahmet Vanlıoğlu hoca güzel bir cümle sarfetti, dedi ki: “Timurtaş hoca son vaazını işte şu musalla taşındaki cenazesi ile yapmış oluyor. Resulûllah Efendimiz, ‘Nasihat olarak ölüm size yetmez mi?’ buyurmuşlardır. İşte Timurtaş hocanın tabutu sizin için büyük bir nasihattır” dedi. Böyle hocalar gidince Müslüman toplum kendi başına kalıyor, birtakım insî şeytanlar milyonlarca Müslümanı şaşırtıyor, saptırıyor. Maalesef din baronları içinde (hepsi değil) çok bozuk adamlar vardır. Onlara inanan, onların peşinden giden Müslümanların hali dumandır.

Müslümanlara devamlı olarak, bu dünyanın geçici bir yer olduğu, âhiretin tarlası olduğu, dünya hayatının aldatıcı bir meta olduğu, mü’minlerin israftan, nümayişten, azgınlıktan kaçınmaları gerektiği anlatılmalıdır.

Dini imanı para olan, nefs-i emmaresine put gibi tapan adam zâhiren Müslüman görünse de, o aslında gizli bir müşrik durumundadır.

Böyle müşrik din sömürücüleri islâmî hareketi kirletmişler, Müslümanları aldatmışlar, cihanı fesada vermişlerdir. Allah bunların şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i ve bu memleketi korusun.

İleri gelen, zengin, nüfuzlu varlıklı, servetli, şöhretli Müslümanlar! Sizlere hitap ediyorum: Allah’tan hakkıyla korkunuz ve halktan kopmayınız. Servetiniz ne kadar çok olursa olsun mütevazı yaşayınız. Halk lokantalarında yemek yiyiniz, zaman zaman halk ile beraber otobüslere, minibüslere, banliyö vapur ve trenlerine, tramvaylara bininiz. Çarşı ve pazarları dolaşınız. Hastahanelerde, hapishanelerde, zelzele bölgelerinde, Doğu ve Güneydoğu’da halkın çektiği sıkıntıları görmek için oralara gidiniz. Servetinize, makam ve mevkiinizle mağrur olmayınız. Allah’ın gazab ve azabından çekininiz. Gururunuz, kibriniz, Firavunluğunuz neticesinde ilâhî bir sille yerseniz perişan olursunuz. Emanetleri ehil olan kimselere veriniz. Bu adam bizdendir, bu kimse bizi desteklemektedir diyerek emanetleri ehil olmayan kimselere verirseniz memleketi berbat etmiş, kendinizi de cehennem ateşine atmış olursunuz.

Kur’ân tefsirlerini, hadîs külliyatlarını, muteber âlimlerin yazdığı güvenilir din kitaplarını niçin okumuyorsunuz? Dinimiz ve Şeriatımız borsa oyunlarına, faizciliğe, avantaya, gayr-i meşru kazançlara izin vermediği halde sizden bazıları niçin kudurmuşçasına bu işlerin peşine düşüyor?

Lüks eviyle, lüks arabasıyla, lüks eşyasıyla, lüks gardrobuyla, pahalı ayakkabılarıyla, dolu kasa ve keseleriyle övünmek, böbürlenmek, kibirlenmek akıllı ve hikmetli bir Müslümana yakışır mı?

Evet dünya pek aldatıcıdır. Ona kananın sonu da pek acıdır.

Câhillik ve Azgınlık

Müslüman kitleyi sömüren, aldatan, yanıltan ve dolandıran arivistler cahilliği teşvik ediyorlar. Onlar ancak cahilliğin karanlığında iş yapabilir, tezgah kurabilir. İlmin, irfanın, edebin, firasetin nuru onların foyasını kısa zamanda açığa çıkartır.

İlkokul tahsilli nice kişi çıkıyor ve sanki siyaset kültürünün ordinaryüs profesörüymüşler gibi ahkam kesiyor. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Kendileri gibi düşünmeyen kişiler münafıktır. Onlar has Müslümandır, onların meşreblerinden olmayan, tercihlerini paylaşmayan Müslümanlar ise sapık ve bozuktur. Müslümanları aldatan ve dolandıran birtakım baronlar bu çarpıklığa hiçbir tepki göstermezler. Tepki göstermek bir tarafa, âferin derler, sırtlarını sıvazlar, daha da kışkırtır ve azdırırlar.

Geçmiş tarihte, bir Ramazan ayının Kadir gecesinde, Bursa’nın Ulu Camii’nde feci, dehşet verici bir cinayet işlenmiştir. Tarikat mensubu bir grup Müslüman o gece oraya cemaatle tesbih namazı kılmak için gelmişler, câhil bir güruh “Dinimizde böyle bir namaz yoktur, kılamazsınız, size bu konuda izin vermeyiz” demişler, tartışma çıkmış, tartışma arbedeye ve fiilî çatışmaya dökülmüş ve sonunda o mübarek gecede, o mübarek makamda, beytullah olan o camide çok muhterem bir Müslüman öldürülmüştür. İşte cahilliğin, işte taassubun, işte müsamahasızlığın, işte hizib ve meşreb asabiyetinin, işte kemalsizliğin korkunç sonucu.

Zamanımızda da böyle gözü dönmüş mutaassıplar vardır. Bunlar mezheplerini, tarikatlarını, hizip ve fırkalarını, meşreblerini, tercihlerini İslâm dini ile özdeşleştirmişler ve bunları paylaşmayan farklı Müslümanları müşrik, kâfir, sapık olarak ilân etmişlerdir. Allah böylelerinin şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i, Türkiye’yi muhafaza buyursun.

Ben bir ara bu kabil adamların çok iftirasına, düşmanlığına, kinine mâruz kaldım. Kendilerini islâh etmişlerse hakkım helâl olsun. Taassupta ve azgınlıkta devam ediyorlarsa helâl etmiyorum hakkımı.

Allah mü’minleri Kur’ân’da kardeş etmiştir. Âyette meâlen “Hiç şüphe yok ki, bütün mü’minler kardeştir” buyuruluyor. Allah’tan korkmaz mutaassıp cahiller mü’min kardeşine karşı sönmez bir kin, bitmez bir düşmanlık besliyor. Onlar kendilerini yalancıktan pohpohlayan kâfirlere ve müşriklere karşı pek nazik, pek yumuşak, pek merhametli; farklı meşreb ve görüşlere bağlı mü’min kardeşlerine karşı pek şiddetli, pek yavuz, pek amansızdırlar.

Din sömürüsü yapan arivistler, demagoglar, sahte şeyhler (hakikilerinin ellerinden öperim), sahte mesihler, sahte gavslar, sahte koca mücahidler, sahte kutublar, sahte kurtarıcılar bu mutaassıpları kışkırttıkça kışkırtıyor. Bizden olmayanlara sövün sayın, dedikleriniz azdır, daha fazla düşmanlık edin, hakaretler savurun. Bize para toplamayı da unutmayın. Dâvâmızın çok paraya ihtiyacı vardır, neyiniz varsa verin. Paranız yoksa karılarınızın mücevherlerini toplayıp getirin, evinizi satıp parasını bize ulaştırın…

Birtakım adamlar çıkıyor, kendileri gibi düşünmeyen farklı Müslümanları tekfir ediyor (küfürle suçluyor). Bir Müslümanı küfürle suçlamak, kâfirliğini ilân etmek hiç kimsenin hakkı değildir. Bu iş, sadece hakikî müftülerin verecekleri fetvalara dayanılarak selahiyetli kadılar tarafından hükme bağlanabilir. İtikad ilmiyle ilgili kitaplarımızda, “Bir mü’mini tekfir edenin kendisi kâfir olur” diye yazılıdır.

Bir takım cahiller memleketin başında bulunan, ülkeyi idare eden kimselere verip veriştiriyor, sövüp sayıyor. Bu adamlar bilmiyorlar mı ki? Resûl-i Kibriya Efendimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz” buyurmuştur. İslâm inancına göre, bir memlekette re’s-i kârda (işin başında) bulunan kimseler o makamlara ilâhî kaderle geçmişlerdir. Onların zulmünden kurtulmanın tek çaresi, onlara sövüp saymak, küfür etmek değil, kendimizi islâh etmektir. Çünkü biz Müslümanlar cahil, bozuk, ilimsiz, irfansız, büyük ve küçük cihadsız kaldığımız müddetçe, paramparça , binbir fırkaya bölünmüş olduğumuz takdirde başımıza iyi ve salih kimseler gelmeyecektir.

Filanca büyük zat çok bozukmuş, falanca iktidar sahibi çok kötüymüş, feşmekan idareci çok fasık ve facirmiş… Böyle konuşan adamlara aynaya bakmalarını tavsiye ederim. Sizin gibi Müslümanlara böyle adamlar uygun ki, onlar başa geçirilmiş. Yoksa siz Fahr-i Kâinat efendimizi tekzibe mi yelteniyorsunuz?

Ezanlar okunur, şuurlu Müslüman geçinen, İslâmcı postuna bürünen adamlar camiye gelmezler, Şeriat’ın kesin emri olan cemaati yerine getirmezler. Dinimiz gıybeti yasaklamıştır. Kur’ân’da gıybet eden kimse sanki ölü kardeşinin etini yemiş gibi günah işlemiş, çirkin bir iş yapmış olur buyuruluyor. Koyu dindar ve sofu bir güruh vardır ki, durmak dinlenmek bilmeden devamlı şekilde gıybet eder. Dinimiz, zina suçu işlememiş kadınların namusuna dil uzatılmasını da yasaklamıştır. Bir kadının namusuna dil uzatıp da onun kötülüğünü isbat edemeyen kimseye yetmiş sopa vurulur. Buna kazf haddi (cezası) denir. Şeriat’ın vurduğu sopa da şiddetlidir.

Peygamber Efendimiz, “Müslüman öyle bir kimsedir ki, onun elinden ve dilinden öteki Müslümanlar emin olurlar” buyurmuştur. Şimdi nice yalancı ve sahte Müslüman var ki, dilleriyle iman kardeşlerine eza ve cefa etmektedir.

Bu yazım bazılarının hoşuna gitmeyecektir. Gitmesin. Ben zaten şunun bunun hoşuna gitsin diye yazmıyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim de yoktur.

Her Müslüman aklını başına toplamalıdır. Ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olan herkes Müslümandır. Biz kimsenin kalbini bilemeyiz. İki temel ölçü, ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olmaktır. Hiçbir meşreb, mezhep, tarikat, fırka, hizip din ile özdeşletirilemez. Bunları İslâm ile özdeşleştirmek sapıklıktır. Meşrebi, tercihi, tarikatı, metodu seninkine ters düşse de mü’min kardeşini dışlamaya, ona düşmanlık etmeye, ona sövüp saymaya, ona kin beslemeye hakkın yoktur. Kebair (büyük günah) işlese de mü’mine düşmanlık edemez, onu kardeşlikten atamazsın. Çünkü mü’minde iman denilen ilâhî bir cevher vardır. Düşmanlık, ondaki günaha edilir, onun şahsiyetine değil.

Hangi adam çıkıp da “Biz Türkiye Müslümanları bu idareye, bu idarecilere layık değiliz” diyebilirler. Böyle bir söz, Peygamber’in, “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz” hikmetine ve hükmüne aykırı düşmez mi?

Bu memlekette ulema kalmadı mı ki, bu gerçekler halka anlatılmıyor?

Kitabullah’da “Allah, bir toplum kendini bozmadıkça onu bozmaz” buyuruluyor. Bugünkü bozukluktan kurtulmak için kendimizi islâh etmemiz gerekir.

Peygamberimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız” buyuruyor. Yüreklerindeki kin ve garaz ateşi ağızlarından saçılan adamlar bu âyet ve hadîslerden ibret almıyorlar mı?

Hinoğlu hin din baronları peşlerine düşen cahil ve irfansız Müslümanları kandırarak, kışkırtarak, birbirlerine düşman ederek, daha fazla para, daha fazla ün, daha fazla itibar temin etmeye çalışıyor. Zaten fitnenin başı onlar değil midir?

Haberleri Yokmuş (!)

EVVELKİ gece bizim apartımanın kapıcısı gece saat 12’de bahçede odun kırdı ve ben üçüncü kattan bu işin sesini duydum, sarsıntısını hissettim. Hizbullah evlerinde, bu evlerin bahçelerinde bir sürü mezar kazılmış, işkence ile öldürülen cesetler buralara gömülmüş de bütün bu kazma ve defin işlerinden kimsenin haberi olmamış mıdır?

Fen ve teknik çağında yaşıyoruz. İstahbarat, casusluk, haber toplama, takip etme konularında akıllara durgunluk verecek âletler, cihazlar var. Dünyamızın semalarında dolaşan uydulardan, karanlık gecede yürürken sigara içen bir adamın bile varlığı tesbit edilebiliyormuş.

Her yer mikrofon dolu. Adamın cebine pirinç tanesi kadar bir verici koyuyorlar ve onu dinliyorlarmış.

Onbinlerce casus, ajan, gizli kulak dolaşıyor ülkemizde. Bunca vazifeli Hizbullah cinayetleri ile bir şey duymadı mı, bir rapor vermedi mi? Sorumluların ve ilgililerin olup bitenlerden haber olmadı mı?

Sayın Cumhurbaşkanı “Devlet cinayet işlemez” dedi. Âmenna, devlet elbette cinayet işlemez. Ordu da işlemez. Devleti ve orduyu tenzih ederiz. Lakin gizli çeteler var, derin devlet diye bir heyûlâ var, esrarlı güçler var. Sayın Demirel, bunlar için “Cinayet işlemezler” diyebilir mi?

Hizbullah ve işlenen cinayetler konusunda fazla konuşanın başı derde girer, hâttâ ileri giderse canından bile olabilir. Bu şartlar altında bilenler bildiklerini söyleyebilir mi?

Millî İstihbarat Teşkilatımız, zabıtamız bir sinek uçsa onu bile tesbit edecek imkanlara sahiptir.

Ülkemizdeki islamî hareketi takip etmek için her yıl katrilyonlarca liralık masraf yapılıyor. Bütün islamî tarikatların, hiziplerin, cemaatlerin, grupların, fırkaların içine bir sürü casus, ajan, provokatör sokulmuştur. Bu ajan ve casuslar kimi yerde göbeğine kadar sakallı, namazlı abdestlidir; bazı yerde ılımlı Müslümandır, her hâl ü kârda kraldan ziyade kralcıdır. Bunca casus, ajan, istihbaratçı Hizbullah ve cinayetleri hakkında şimdiye kadar bilgi verip uyarmadı mı?

Hizbullah bombası nasıl patlatılmış, nasıl patlamıştır? Bu iş durup dururken mi olmuştur; yoksa planlı, programlı, hesaplı bir şekilde mi meydana gelmiştir?

Türkiye’de bazı gizli ve esrarlı güçler ve mihraklar cehennemî, şeytanî bir satranç oynuyor. Bakalım oyun nasıl sonuçlanacaktır?

Ortada Hizbullah meselesine dair binlerce rivayet ve haber var. Bu mozayikleri toplayıp, birleştirip tabloyu bütünüyle ortaya koyacak bir zekâ ve güç göremiyorum. Müslüman kesim inliyor, sızlanıyor, ah u vah ediyor, ağlıyor, titriyor ama bunlar yeterli değil. Bazı köşeyazarları, bazı yayın organları arada bir birkaç gerçek parçasını yayınlıyor, bu da yeterli değil. Bütün parçaları toplayıp mozayik tablosunun tamamını sergileyecek bir zekâ ve güç yok mu?

Böyle bir hadîse Fransa’da, İngiltere’de meydana gelseydi yer yerinden oynardı. Bütün aydınlar, medya, seçkin tabaka harekete geçerdi. Komiteler, araştırma merkezleri kurulurdu. Perdenin arkasına, meselenin içyüzüne projektörler çevrilirdi. Suçu varsa iktidar alaşağı edilirdi. Gizli ve esrarlı güçlerin maskeleri düşürülürdü.

Türkiye bir Akdeniz-Latin-Bizans ülkesidir. Bizde böyle şeyler yapılamıyor.

Ülkemizin iki gündemi var. Birincisi gerçek gündem. Bunda bir sürü hıyanet, rezalet, büyük hırsızlık, talan, yağma, hortumlama, zulüm maddesi var. Büyük medya bunları dile getirmiyor. İkinci gündem, sun’î (yapay), gerçek-dışı bir gündemdir. Yok irtica varmış, yok başörtülü kızlar rejimi tehdit ediyormuş, yok dinciler ülkeyi ortaçağı karanlıklarına sokmak istiyormuş. Bunların hepsi vehimdir, kuruntudur, gerçekle ilgisi olmayan şeylerdir.

Müteahhit Veli Göçer’i hapse attılar ve dosyayı kapattılar. Oysa 17 Ağustos zelzelesinde yaptıkları binaları yıkılan bir sürü kodaman müteahhid ve inşaatçı serbest geziyor. Çünkü onlar güçlü adamlar, güçlü dostları var. Medya bu heriflerin kayırılması ve korunması meselesinde yeteri kadar hassas değil.

Bazı günlük büyük gazeteler ve televizyonlar sanki derin devletin, hâkim sınıfın yayın organı gibi çalışıyor. Gizli tutulması gereken dosyalar bunlara veriliyor, gerçekler çarpıtılıyor. Nice köşeyazarı var ki, kendilerini hem savcı, hem hakim, hem hapishane gardiyanı, hem de cellat sanıyor. Bu adamların verdikleri karakuşî hükümlerin temyizi yoktur. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Zulme, saldırıya uğrayacak masum ve mazlum vatandaşları koruyacak bir müessese mevcut değildir.

Ezici çoğunluğu teşkil eden Müslümanları, bu ülkenin asıl sahiplerini korumak, derleyip toparlamak, birleştirmek, Kur’an ve Sünnet ışığında islah etmekle vazifeli olan birtakım din büyükleri ve din baronları bu hengâme içinde ne yapıyor? Hepsini suçlamak istemem ama bazıları hâlâ “Ben, ben, ben…” diyor ve hababam para topluyor. Memleket batmış, Müslümanlar perişan olmuş, onların umurunda mı?

Müslümanlar örs ile çekiç arasında kalmışlar. Bir yandan dinsizler ve kâfirler tarafından darbeleniyor, öbür taraftan koyun postuna bürünmüş din sömürücüsü baronlar tarafından aldatılıp, tokatlanıyorlar.

Susurluk kazası ile meydana çıkan tarih ve efsane çapındaki rezalet aydınlandı mı? İstenilse aydınlanmaz mı? Lakin gizli, esrarlı, derin güçler aydınlanmasını istemiyor.

Kaç banka, içi boşaltılarak iflas ettirildi. Bu işin sorumluları da zevk ü sefa içinde, izzet ve ikbal ile keyif çatıyor. Hangi güç onlardan hesap sorabilir?

Son günlerde elektrikler kesiliyor, doğalgazın dağıtılmasında aksaklıklar meydana getiriliyor. Niçin? Çünkü ülkemizde nükleer santral yapmak istiyorlar. Türkiye’nin böyle bir santrala ihtiyacı yok. Artık hiçbir ülke nükleer santral yapmıyor. İleride böyle bir santral ülkemizin başına bela olacak, büyük felaketlere yol açacaktır. Lakin birtakım menfaat grupları böyle bir santralı çok istiyor. Çünkü bu yolla birkaç şirket, birkaç aile, birkaç kodaman milyarlarca dolar kazanacaktır. Medya bu mesele üzerinde gereği gibi duruyor mu?

Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Abdi İpekçi cinayetleri niçin aydınlanmadı? Faili meçhul cinayetler birkaç tane değil. Yakınları, evlatları kaybolan aileler birkaç binmiş. Bazılarına göre on bin faili meçhul cinayet dosyası bulunuyormuş. Medya, iktidar niçin bu mesele üzerine eğilmiyor?

İşkenceler gırla gidiyor. İşkence ederken vatandaşı öldürenlerin muhakemeleri tutuksuz olarak sürdürülüyor, duruşmalar halka ve basına kapalı olarak yapılıyor. Öldürülenlerin aileleri mahkeme koridorlarında feryat edince dövülüyor, tartaklanıyor, nezarete atılıyor; bunları resimlemek isteyen gazetecilerin makinaları ellerinden alınıyor. Medya niçin bu yolsuz ve yamuk işlerin üzerinde durmuyor?

Ülkemizde sanki İslam’a ve Müslümanlara karşı yeni ve amansız bir haçlı seferi açılmıştır. Evrensel bildirgelerle, Anayasa ile halkımıza teorik olarak tanınmış bulunan din, inanç, vicdan, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyeti vahim kısıtlamalara mâruz bırakılmıştır. Küçük, azgın, şirret bir azınlık vergi ödeyen, askerlik hizmeti yapan, bu memleketin çocuğu olan dindar kimselere düşman muamelesi yapıyor. Yazık ki, bu gidişata dur diyecek bir güç yoktur.

 

Robert Kolej Haberleri

İstanbul Arnavutköy’deki Robert Kolej’in yayınladığı Parents Newsletter (Okul-Aile Birliği Bülteni) 1999-2000 No. 3 sayısında lise mezuniyet balosunun 23 Haziran’da Çırağan Oteli’nde yapılacağı, veliler için bilet ücretinin 120 Amerikan Doları, öğrenciler için 80 dolar olduğu, ücretlerin dolar olarak ödenmesi gerektiği ilân ediliyordu. Bir öğrenci, anne ve babası, bir de kardeşi, dört kişi için ödenecek ücret 440 dolardır. Az para değil.

Bültenin başka bir yerinde şu paragrafı okudum: “Okulumuzda son zamanlarda meydana gelen hırsızlık olaylarına bir çözüm bulunabilmesi için velilerimizin bu durumlarda Lise veya Orta Ofise başvurarak form doldurmaları rica olunur.”

Yukarıdaki satırlardan anlaşıldığına göre, şu anda ülkemizin en parlak lisesi olan ve Amerikalı Hıristiyan misyonerleri tarafından Türkiye’yi uygarlaştırmak, çağdaşlaştırmak, sekülerleştirmek maksadıyla kurulmuş bulunan bu okulda hırsızlık vak’aları yaygınlaşmış bulunmaktadır. Benim bildiğime göre Amerikan eğitim sisteminde, bilgi verilmesi yanında yüksek ahlâk ve karakter terbiyesi aşılamak da vardır. Öğrencilerini, ülkemizin kaymak tabakasının çocuklarının teşkil ettiği böyle bir okulda nasıl olur da hırsızlık çoğalabilir? Zengin çocukları böyle bir ahlâksızlığı ve ayıbı nasıl işleyebilmektedir? Doğrusu üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir sorudur bu.

Vaktiyle İstanbul’un başka bir önemli lisesinde de çok hırsızlık yapıldığına dair rivayetler duymuştum. Hırsız öğrencilerden biri, arkadaşının bankamatik kartını çalarak bütün parayı çekip yemiş. Sene sonunda yayınlanacak mezunlar albümü için toplanan paraları, bu işle vazifeli öğrenciler zimmetlerine geçirip Paris’e gezmeye gitmişler.

Biz yine Robert Kolej’e dönelim. Okulda hırsızlık yapan zengin ve varlıklı aile çocuğu, lise tahsilinden sonra ABD üniversitelerinden birine gidecek, parlak bir diploma elde ettikten sonra bir “Prens” olarak ülkemize avdet edecektir. Alışmış kudurmuştan beterdir. Genç prens cenapları, bir yere müdür veya müdür yardımcısı olduktan sonra kimbilir neler götürecektir.

Robert Kolej Müdürü Chris Wadsworth’un öğrenci velilerine hitaben yazdığı bir duyuru da elime geçti. Bunda şöyle deniliyor:

“Sayın Veli,

Gelecekte İstanbul’da veya yakınında olabilecek depremlere karşı aldığımız önlemlerle ilgili olarak sizlere son gelişmeler hakkında bilgi vermek isterim.

Daha önce de belirtildiği gibi, Robert Kolej binaları emniyet açısından Eylül ayında kontrol edilmişti. 23 Eylül 1999 tarihinde Prof. Dr. Semih Tezcan tarafından Robert Kolej’e verilen teknik raporda da binalarımızın güvenlik içinde kullanılabileceği doğrulanmıştır. Camiamızın geleceğe yönelik her türlü emniyetinin sağlanması ve mümkün olan herşeyin yerine getirilmesi açısıdan Mütevelli Heyet, Kasım’da yaptıkları toplantıda okul binalarının derinlemesine analiz edilmesi kararını almıştır. Bu süreç halen devam etmektedir. İlave kontroller tamamlandığında sizleri haberdar edeceğiz.

Acil durumlarda binalardan çıkış yöntemlerini öğrenci ve öğretmenlerimizle gözden geçirdik ve yazılı olarak kampüsün çeşitli yerlerine astık. Başka bir deprem olduğunda herkesin ne yapacağını belirlemek üzere tatbikatlar yaptık. Bu tatbikatlar sürecektir.

Çok sayıda öğrencinin uzun süre okulda barınması gereği ihtimaline karşı, Bizim Tepe’de bulunan kapalı tenis kortunu kullanmak üzere planlar geliştirdik. Bu bina yapısı itibariyle diğer binalar zarar görse bile hasar görmeden ayakta kalacak niteliktedir. Gerektiğinde kullanılmak üzere, kortun okula en yakın olan ucunda bir giriş kapısı daha inşa ettik.

Acil durumda okulda barınacak öğrenciler için battaniye, kuru gıda (kraker, vs.) ve su depolanmıştır. İlk yardım malzemeleri ve portatif yataklar kampüsün uygun yerlerinde depolanmıştır (köprü, sarnıç ve Feyyaz Berker Hall yakınındaki küçük bina). Okulun açık olduğu zamanlarda görevli olan bir hemşiremiz mevcuttur. Bunlara ek olarak, öğretmen ve ofis personeline ilk yardım kursları sağlıyoruz ve ilgilenen öğrencilere de yakında benzeri programlar sunacağız.

Şartlar elverdiği takdirde normal olarak ulaşımı Soydem tarafından sağlanan öğrenciler eve götürüleceklerdir. Soydem tarafından yapılan planlamalar, servisi kullanan öğrencilerin ailelerine dağıtılacaktır. Ek bir tedbir olarak, çocuğunuz herhangi bir sebeple kendi evine ulaşamazsa, evine gidip kalabileceği bir yakınınızın isim ve adresini de bildirmeniz uygun olacaktır. Ayrıca, acil bir durumda sizinle bağlantı kuramadığımız takdirde çocuğunuzun ne şekilde okuldan ayrılmasına izin verileceğini bildirmenizi de rica ederiz. Ekteki formda lütfen çocuğunuzun okuldan gidebileceği kişilerin adını bildiriniz ya da okuldan yalnız başına çıkmasına izin veriyorsanız bunu belirtiniz. Bu bilgiler, acil bir durumda hemen başvurulabilmesi amacıyla okulun çeşitli yerlerinde bulundurulacaktır.

Hepimizin ümidi, büyük boyutta bir acil durumla karşılaşmamaktır. Ancak bizlerin sorumluluğu, ortaya çıkabilecek her türlü duruma olabildiğince hazırlıklı olmaktır. Herhangi bir sorunuz ya da öneriniz olursa lütfen bizi arayınız. Desteğinize teşekkür ederiz.”

Robert Kolej müdürünün yukarıdaki duyurusundan da anlaşılacağı üzere muhtemel (olası) bir zelzeleye karşı ciddî tedbirler alınmıştır. Acaba bizim millî eğitimimizin okullarında da bu ciddîyette tedbirler alınmış mıdır?

Robert Kolej herhangi bir lise değildir. Son bir buçuk asırlık tarihimizde bu okulun büyük yeri ve tesiri bulunmaktadır. Robert Kolej neler yapmıştır?

  1. Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki Bulgarları, Ermenileri, Rumları, Hıristiyan Arap çocuklarını okutmuş, onlara milliyetçilik ve ayrılma idealleri aşılamış, Osmanlı Devleti’ni çökertmiştir.
  2. Saltanatın ve Hilâfet’in yıkılmasında en büyük pay bu okula aittir.
  3. Topla, tüfekle, silâhla, orduyla, savaşla yapılamayanı bu okul yapmıştır.
  4. Modern, lâik, çağdaş, kemalist, uygar Türkiye’yi bu okul meydana getirmiştir. Misyonunu yürütmeye halen de devam etmektedir.

Türkiye’de yaşayan ve ülkenin büyük ve ezici çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar tarihin cilveleri ve ârızaları yüzünden şu anda ikinci sınıf vatandaş, gerici, sömürge yerlisi, zenci, düşman muamelesi görmekte ve büyük bir zillet içinde bulunmaktadır. Bu durumdan kurtulabilmeleri için kendilerine mahsus bir eğitim sistemi kurmaları, Robert Kolej ve benzerlerinden daha vasıflı, daha güçlü, daha üstün kolejler tesis etmeleri ve ülkenin en zekî, en kabiliyetli, en istidatlı çocuklarını bu okullarda millî kimliğe göre yetiştirmeleri gerekir.

Ben samimî ve açık bir Müslümanım. Bir sorum var: Acaba dindar, şuurlu, İslâm’ı hem bir inanç, hem de bir dünya nizamı olarak gören Müslümanlar çocuklarını Robert Kolej’de okutabilir mi? Bana göre okutabilirler. Ancak bazı şartlara riayet etmeleri, birtakım tehlikeleri göz önünde bulundurup tedbir almaları gerekir. Birincisi: Okutulan çocuğun islâmî imanına bir zarar ve halel gelmemesi icab eder. İkincisi, ahlâk ve karakterinde, İslâm dinine aykırı değişiklikler olmamasına dikkat edilecektir. Üçüncüsü: Robert Kolej’de okurken, paralel ve alternatif bir eğitimle islâmî kültürünün, dindarlığının gelişmesi temin edilecektir. Amerikalılar din ve inanç hürriyetine oldukça saygılı kişilerdir.

Robert Kolej her ne kadar Türkiye’de İslâm’ın siyasî hakimiyetini yıkmak için kurulmuşsa da, burada okuyan Müslüman bir çocuğun dindarlığına, ibadet etmesine, namaz kılmasına karışmayacakları, hattâ bu hususta kolaylık göstereceklerini, yardımcı olacaklarını ümid ederim. Artık 19’uncu asırda yaşamıyoruz. Bambaşka bir dünyadayız. Misyonerlik taassubu kırılmıştır. Zaten Hıristiyanlık, bilhassa protestan kesimde, bir din olmaktan çıkmış, âdeta bir hümanizma haline gelmiştir. ABD’de milyonlarca Müslüman yaşamaktadır ve her geçen gün bunların sayısı artmaktadır. Son Ramazan’da iftar vaktine doğru (Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi) New York’ta taksi bulmak mümkün olmuyormuş. Çünkü taksi şoförlerinin çoğu oruç tutan Müslümanlarmış ve akşam vakti, yemek yiyebilmek için bir kenara çekiliyor, evlerine gidiyorlarmış.

Amerikalılar gerçekçi ve müsbet düşünceli kimselerdir. Artık Türkleri Hıristiyan yapamayacaklarını anlamış olmaları gerekir. Madem ki, Hıristiyan olmuyorlar, o halde ateist ve ahlâksız olsunlar diyeceklerini de sanmayız. ABD, Suudî Arabistan’da, kendi ölçülerine çok aykırı bir sistemi nasıl müttefik olarak kabul edebiliyorlarsa, Türkiye’de de Amerikan aleyhtarlığı yapmayan, ehl-i kitaba saygı gösteren mutedil (ılımlı), ortodoks, İslâm’ın evrensel değerlerini ön plânda tutan Müslümanlarla da dost, müttefik olarak geçinebilir.

 

Nakşîlik

Ateist, Marksist, pozitivist, materyalist bir zümrenin kültüre hizmet perdesi altında çıkarttığı, Nakşibendilik ile ilgili bir kitapçık okudum. Yüz sayfaya o kadar çok hezeyan sığdırmışlar ki, bu sahada bir rekor kırmışlar.

Eskiden Sovyetler Birliğinde Bezbojnik (Allahsızlar) derneği vardı. Allah’ın bulunmadığına, dinlerin hurafe olduğuna dair yayınlar yapar, konferanslar verir, yoğun ve saldırgan bir propaganda seferberliği içinde bulunurdu. Okuduğum broşür yüce Nakşibendî tarikatı aleyhinde o azılı ve militan Bolşeviklerden daha ağır ve hayâsızca bir üslup taşıyordu.

Nakşibendilik sadece bir İslâm tarikatı değil, evrensel bir insanlık okuludur. Amerika’da, Müslüman olmadıkları halde Nakşî olduklarını iddia eden bir grup varmış. Tabiî ki, Müslüman olmadan Nakşî olmak mümkün değildir ama adamlar bu tarikatın yüksek taraflarını görmüşler ve hayran kalmışlar.

Eğer bugün şu Anadolu ve Trakya denilen coğrafya üzerinde Türk-Müslüman kimliğini taşıyan bir toplum varsa, bir Türkiye varsa, bunu İslâm’a ve sufî tarikatlarına borçluyuz. Bu tarikatların başında da Nakşîlik gelir.

Nakşîlik nedir? Bu tarikatın belli başlı özelliklerini sayayım:

  1. Nakşîliğin esası Şeriat hükümleri üzerine kuruludur. Zaten bütün tarikatlar Şeriat temeli üzerine bina edilmişlerdir. Şeriatsız tarikat olmaz.
  2. Nakşîlik Kur’an ve Sünnet hükümleri ve ilkelerine dayanır.
  3. Nakşîlik ihlâs ve istikamet prensiplerini din ve dünya hayatının iki ana umdesi olarak kabul eder.
  4. Her tarikatta olduğu gibi Nakşîlikte de zühd (dünyaya sırt çevirme) vardır.
  5. Nakşîlik, kendisine bağlanan Müslümanları olgunlaştırmak, beşerî ve nefsî ihtiraslarını gemleyip iyi insan, iyi Müslüman, iyi vatandaş olmalarını sağlayan bir hidâyet ve kemâl yoludur. Nakşî dergâhına ham ve nâkıs giren, orada gördüğü terbiye ve eğitim sonunda kâmil ve tamam olur.
  6. Hakikî Nakşîler katında Şeriatın ve fıkhın en küçük bir hükmü, en büyük kerâmetlerden daha önemli ve üstündür.
  7. Hakikî ve olgun Nakşîlerde kibir, gurur, kendini beğenmek, nefs-i emmâresine bende olmak gibi noksanlıklar bulunmaz.
  8. Nakşî o kişidir ki, onun elinden ve dilinden diğer Müslümanlar emîn olurlar.
  9. Nakşî sabır, teenni, itidal, azim, mürüvvet, kerem, güzel ahlâk, fazilet, hikmet, firâset sahibidir.
  10. Nakşî kötülükleri iyilikle def eden, affeden bir ahlakî yapıya sahiptir.

Adamlar ateist ve materyalist. Onlar bütün Türkiye’nin kendileri gibi münkir olmasını istiyor. İslâm’ı, tarikatları, bu arada Nakşîliği önlerinde en büyük engel olarak görüyorlar.

Aydın, terbiyeli, insaflı, medenî, itidalli, vicdanlı bir okumuş İslâm’a, tarikatlara, dindar vatandaşlara militanca saldırmaz. Amerika’da, Kanada’da, İngiltere’de, Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ateistler dine ve dindarlara saldırmıyorlar; toplumsal barışı, sosyal uzlaşmayı bozmuyorlar.

İslâm’ı, tarikatları beğenmeyen gücü yetiyorsa oturur ilmî bir reddiye yazar. Müslüman din adamları, aydınlar da buna cevap ve reddiye hazırlarlar. Rusya’daki eski Bozbejnikler gibi ağızlarından salyalar akıtarak, gözü dönmüşçesine, kuduzcasına dine ve dinî müesseselere saldırmak hiçbir yazara, aydına, medenî insana şeref kazandırmaz.

Dinleri İslâm olmayan nice Batılı fikir ve ilim adamı tarikatlar ve bu arada Nakşîlik hakkında araştırma kitapları yazmışlar ve hiçbiri dinimize ve tarikatlara seviyesizce saldırmamıştır.

Din ve tarikat sömürüsü yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor. Tarikatlar yasak edildikten sonra bu sahada denetim kalmamış ve birtakım bayağı ve alçak kişiler din, mukaddesat, tarikat sömürüsü yapmaya başlamışlardır. Ben bir Müslüman olarak, tarikatlara taraftar bir vatandaş olarak bu sömürüden en fazla rahatsızlık duyan ve yıllardan beri bu konuda özeleştiri yapan bir kimseyim. Ancak sömürü yapılıyor diye mukaddes ve âli dinimize ve tarikatlara saldırmak vicdansızlık, densizlik, dinsizlik, vahşilik, barbarlık, fanatikliktir.

Nakşîlik ve diğer tarikatlar en yüksek bilgelik, insanlık, medeniyet, kemâl ocaklarıdır.  Bugün bütün medenî, ileri, demokratik, hukukun üstünlüğü prensibini tanımış, insan haklarına hürmetkâr ve riayetkâr ülkelerde Nakşî tarikatı serbesttir. Ülkemizde İslâm tarikatları ile Mason tarikatları kapatılmış, daha sonra 1945’te Masonluk serbest bırakılmış, tarikatlar üzerinde yasak ise bugüne kadar sürdürülmüştür. Eşitlik prensibi uyarınca tarikatlar hakkındaki yasak da kaldırılmalıdır. Bu ülkede Masonluk, Rotarycilik, Lionsculuk, Bahaîlik, Yahova Şahitliği nasıl serbestse tasavvuf tarikatları da serbest olmalıdır.

Eskiden Osmanlı devleti zamanında Meşihat (Şeyhülislamlık) makamına bağlı bir “Meclis-i Meşâyih” dairesi vardı. Bu daire bütün tarikatları kontrol eder, dinimize aykırı bir aksaklık gördüğünde muamele yapar, sorumluları ve suçluları cezalandırırdı.

Gerçekten lâik bir rejim tarikatları kapatamaz. Yeniden açıldığı takdirde onları denetleyemez. Bu hak ve vazife, islâmî-dinî riyasete, yâni Müslümanlara aittir. Ateist, Marksist, materyalist, hedonist, anarşist ideoloji ve felsefeler memleketi ne hale getirdiler. Bunca tahribat ve kötülük ancak ahlâk, tasavvuf, dindarlık ile ortadan kaldırılabilir.

Din ve tarikatlar istismar ediliyor, sömürülüyor diye toptan dine ve tasavvufa düşmanlık etmek akıl kârı değildir. İslâm dininde tasavvuf ve tarikatların bulunmadığı iddiası hezeyandan ibarettir. İslâm’ın, Peygamberimizin mistik boyutu vardır. Tasavvuf ahlâk demektir. Ahlâksız din olmaz. Gerçek İslâm tasavvufunu öğrenelim ve ona bağlanalım.

 

Allah Kurtarsın!

BUNDAN iki yıl kadar önce ilkokul tahsilli, beş vakit namaz kılan, esnaflık yapan bir Müslüman ile konuşuyordum. Söz arasında, Müslümanların birtakım hatâlar yaptıklarını söyledim. Tenkitlerimin ucu, bu esnaf kardeşimizin mensubu bulunduğu hizbe dokununca isyan etti. “Hayır biz hiç yanlışlık yapmadık. Bütün yanlışlığı, dinsizler ve bizi desteklemeyen öteki cemaatler yapmıştır. Biz yanılmayız…” şeklinde konuştu. Kendisini itidale dâvet ettim, yumuşamadı. İyice sertleşti, hırçınlaştı, iş çığırından çıktı, bana da susmak düştü.

İslâmî kesimdeki birtakım adamlar kültürsüz halkı maalesef fanatikleştirmiş, beyinleri yıkanmış zombiler ve robotlar haline getirmiştir.

Birtakım kimselere mehdi deniliyor. Bu kimselerin böyle rivayetleri şiddetle tekzib etmeleri, “Hayır, biz mehdi değiliz” şeklinde açık ve kesin konuşmaları gerekir. Lakin susuyorlar. Sükût ikrardan gelirmiş. Bunlar ya kendilerinin mehdi olduğuna gerçekten inanan tahtası eksik, dengesiz kimselerdir; yahut da, bunun doğru olmadığını bile bile, mehdiliği âlet ederek peşine takılan halkı sömüren ve soyan din istismarcılarıdır.

Bunca din istismarı, mukaddesat sömürüsü yapılıyor. Müslüman okumuşlar, aydınlar, pabucu büyükler bunlara ses çıkartmıyor. Nemelâzım, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, çirkefe taş atamayız gibi bahanelerin arkasına sığınarak vazife ve mükellefiyetlerini yerine getirmekten kaçınıyorlar. Peki, aydınlar, seçkinler, okumuşlar, yüksek tabaka böyle pasif kalırsa, Müslüman tabanın hali ne olacaktır?

Biz Müslümanlar Muhammed aleyhissalatü vesselamın ümmetiyiz. Allah’ın kulu ve Resûlü olan o büyük zat bizim için en güzel bir örnek ve modeldir. O, henüz kendisine peygamberlik gelmeden önce “el-Emîn” lakab ve sıfatını kazanmıştı. Özü sözü doğru bir insandı. Düşmanları bile onun faziletlerini, yüksek ahlâkını kabul ederlerdi. Bu Peygamber bize yalanı, nifakı, mürâiliği, iki yüzlülüğü yasak etmiştir. Ümmetini dünya mallarına, dünya sevgisine, lükse, israfa, aşırı tüketime ve benlik fitnelerine karşı uyarmıştır. Zamanımızdaki birtakım din baronları ise Müslümanları Kitab’a, Sünnet’e, Şeriat’a aykırı yollara sokuyor; kendi benlikleri, dünyevî menfaatleri, riyâsetleri, şan ve şerefleri uğrunda Ümmet-i Muhammed’i aldatıyorlar, uyutuyorlar, afyonluyorlar. Allah kurtarsın!

 

Kıyamet Arefesi

SANKİ bir kıyâmet arafesindeyiz. Vaktiyle, Çingiz ve Hülâgû istilasından ve Haçlı seferlerinden önce de İslâm dünyasında böyle bir anarşi, tezebzüb, tefrika, fitne, fesat, nifak, şikak vardı.

Hak mezhepleri ve tarikatları kasdetmiyorum, onlar rahmanî ve meşru çeşitliliklerdir. Fırkalara, hiziplere, baronluklara dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu kadar bölünme hangi tarihte görülmüştür? Bütünün içindeki bir sürü parça istiklâlini ilân etmiş ve kendisini bütünle özdeşleştirmiş. Artık 1924’ten bu yana Müslümanların bir İmam-ı Kebir’i, bir hiyerarşisi yoktur. Realitede ve uygulamada Ümmet diye bir şey kalmamıştır. Kur’an’da, hadiste, şeriatta, fıkıhta Ümmet var ama hayatta yok. Müslümanlar şimdi binlerce hizbe, fırkaya, cemaate, gruba ayrılmışlar, birbirleriyle irtibatı kesmişler ve içteki dıştaki şer güçlerinin idare ettiği, sömürdüğü, yanlış yollara soktuğu sürüler haline dönüşmüşlerdir.

İslâm dünyasında bir sürü din baronu zuhur etmiştir. Bu türedilerin kimi mehdi, kimi gavs, kimi kutup, kimi bulunmaz Hint kumaşı, kimi büyük mücâhid, kimi eşsiz önderdi. Batı dünyasındaki sektlere benzeyen bu baronlukların bazıları, Amerika’daki Doktor Moon teşkilâtıyla boy ölçüşecek derecede zengin olmuştur.

Batılı veya Sovyet emperyalistlerin boyunduruklarından kurtulan nice İslâm ülkesi, kendi içlerinden çıkan egemen azınlıkların, din düşmanlarının tahakkümü altında inlemektedir. Klasik veya neo-kolonyalizmden, auto-kolonyalizme geçilmiştir.

Reformcular, modernistler, İslâm’ı ilahî bir din olmaktan çıkartıp beşerî bir ideoloji haline getirmek isteyenler, şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm türetmek için çalışanlar ortalıkta cirit atmaktadır. Şeriat uleması ve tarikat meşâyihi kalmadığı, yahut da mevcutların sayısı ve tesiri az olduğu için din konusunda câhillik almış yürümüş, ehil olmayan kimseler Kitab ve Sünnet’ten kendi heva ve nefslerine göre hükümler çıkartmaya başlamıştır. Bazı zındıklar ise, Kur’an Müslümanlığı adı altında yeni bir din çıkartmak istiyor, “Peygamber bir postacı idi, öldükten sonra işi bitmiştir” şeklinde hezeyanlarda bulunuyor.

İbn Teymiyye’ciler, Muhammed ibn Abdülvehhab’ın açtığı çığırdan gidenler, mason ve şiî Cemaleddin Afganî’ciler, yine mason ve reformist Abduh’çular, onun tilmizi Reşid Rıza’yı imam bilenler; kitabında “Allah iki yüzlü bir Janus’tur” diyerek Cenâb-ı Hakk’ı bir Roma putuna benzeten zındık Şeriatî’nin peşinden gidenler; Âmentü’nün ilkelerinden biri olan kaderi inkâr eden Pakistanlı Mevdudî’nin izini takip edenler, Mısırlı aktivistleri önder bilenler, İslâm’ın bir boyutu olan tasavvufu inkâr edenler… Ve daha bir sürü hizip ve fırka tozu tumana katmakta, zihinleri bulandırmakta, İslâm’a gölge düşürmekte, kurtuluş yolunu tıkamaktadır.

Her devirde olanın birkaç katı sahtekâr, soytarı, arivist, üçkâğıtçı, talancı, soyguncu, hortumlayıcı yiyici, rantçı, karaktersiz, alçak adam İslâmcı kılığında dinî kesime girmiş, mal ve cah uğrunda yapmadıkları habaseti ve namussuzluğu bırakmamıştır.

“Onların dinleri paralarıdır, kıbleleri de karılarıdır” diye haber verilen bir takım münafıklar kendilerini dinibütün, sofu, koyu Müslüman olarak tanıtmışlar, etraflarına bir takım ahmakları toplamışlardır.

Büyük Müslüman kütleler karanlık gecede yağmura ve fırtınaya tutulmuş, kurtların hücumuna uğramış, çobansız kalmış koyun sürüleri gibi ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir. Bir takım din istismarcıları onları kaz gibi yolmakta, inek gibi sağmaktadır. Fakirin fukaranın hakkı olan zekâtlara bile göz dikmişlerdir. Müslümanlardan her yıl bir sürü kurban parası usûlsüz olarak toplanmaktadır.

İslâmî sistemi hayata uygulamak iddiasıyla ortaya çıkan adamları, Ezan-ı Muhammedî okunduğu zaman camide, cemaat içinde göremezsiniz. İctihadın, fetvanın bini bir parayadır. Kimisi Şeriatsız bir İslâm, kimisi laik bir Müslümanlık kurmak için çırpınmaktadır.

Bu hayhuy, bu hengâme içinde bir takım sahtekârlar Karun kadar servet elde etmiş, halkın alkış ve iltifatına nâil olmuş, büyük ve kâzib şöhretler kazanmıştır.

Müslümanlar arasında söz ayağa düşmüş, elinde bir Kur’an meâli, bir de hadis külliyatı olan câhiller din hakkında ulu orta konuşmaya, ahkâm kesmeye başlamıştır.

Yazımın başında bir Kıyâmet’in arefesindeyiz demiştim. Evet, bugünkü gidişat iyi değildir. Din işleri çığırından çıkmış, Müslümanlar şaşkınlık içinde kalmıştır. Cehâlet, gaflet, hıyanet, tefrika, fitne, fesat, nifak, şikak, çekişme her yeri sarmıştır. Ümmet-i Muhammed ya kendisini ıslah eder; Allah’ın, Resûlü’nün, ulemanın, meşâyihin gösterdiği hak yoldan gider, yahut maazallah büyük bir sille yer.

 

Basiretsizlik

TÜRKİYE’de son iki senedir süren şiddetli buhranın Müslümanların gözünü açmış olması, onları uyandırmış olması gerekirdi. Maalesef böyle bir basiret ve uyanış görmüyorum.

Afganistan’ın hali de Müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra etmeli, kökten değişikliklere yol açmalıydı.

Müslümanlar Çeçenistan cihadından da ibret dersleri almalıydı. Maalesef alamadılar.

İslâmî kesimde, eski hamam eski tas; donmuş, taşlaşmış, kalıplaşmış zihniyetler hüküm sürmeye devam ediyor.

Hiç uyanma yok mu? Var. Lakin bu uyanışlar kendini yüksek sesle bildirmiyor. İçte kalıyor. Bu da fazla bir işe yaramaz.

Müslümanlar ülkenin en vasıflı, en güçlü, en üstün medyasına hâlâ sahip olamadılar. Aksine bazı gazete, dergi ve televizyonları ajanların, istihbaratçıların, karşı taraf elemanlarının kontroluna geçti. Müslümanlar bugünkü savaşı, mücadeleyi, rekabeti, müsabakayı medya üstünlüğü ve gücü olmadan kazanamayacaklarını iyi bilmelidir.

Müslüman kesimde birleşmek, ümmetleşmek, bir İmam-ı Kebir’in itaati altına girmek hususunda da hiçbir kıpırdanma, teşebbüs, hareket yok. Eskisi gibi paramparça, bölük börçük vaziyetteler. On kadar büyük, yüz kadar orta ve binlerce küçük din baronluğu var. Her biri oto-sefal (kendi başına buyruk), birtakım baronların ve kurmaylarının (kimisi çarıklı erkân-ı harp) kumandasında bildiklerini okuyorlar.

Olumsuz gelişmelerin biri de bazı güçlü islâmî cemaatlerin içine şeytanların, ajanların, istihbaratçıların, casusların, yabancı elemanların sızmış ve sokulmuş olmasıdır.

İslâm’a ve Müslümanlara hizmet edeceğiz diye dindar kadınların bileziklerini, küpelerini, yüzüklerini toplayacak, hattâ bazı saf vatandaşların evlerini, dairelerini, arsalarını alarak kurulan bazı islâmî medya organlarının hallerine bakıp da üzülmemek kabil midir? Edilen vaadler ile yapılan icraatlar arasında ne büyük uçurumlar var. Zavallı, şartlanmış, robotlaştırılmış, zombileştirilmiş hayırsever Müslümanlardan bir inilti bile çıkmıyor.

Medya organının hali rezalet ama onu kontrol eden din baronu hiç hatâ etmez, hiç yanlış iş yapmaz mübarek ve muazzez bir kişi olduğuna göre bunun da bir hikmeti vardır her halde…

Din sömürüsü bütün hızıyla, şiddetiyle, kesafetiyle (yoğunluğuyla), çirkinliğiyle devam ediyor. Müslüman zenginlerin ve halkın milyarları, trilyonları yurt dışındaki bazı cemaat müesseselerine yatırılıyor. Türkiye batıyor, Türkiye Müslümanları ağır baskılar ve hakaretler altında eziliyor, Türkiye’nin tesettürlü kız öğrencileri üniversitelere sokulmuyor, Türkiye’de birtakım azgın güruhlar sokaklarda “Kahrolsun Şeriat!” diye uluyarak haykırıyor ve bazı Müslüman cemaatler Mozambik’te, Yakutistan’da, Laos’ta yüz milyarlarca, trilyonlarca liralık yatırımlar yapıyor. Fesubhanallah!

İşte yeni bir Ramazan’a birkaç gün kaldı. Ülke, millet, devlet perişanlık içinde. Siyasî krizden sonra iktisadî kriz başlamış bulunuyor. İşsizlerin sayısı bu kış 20 milyonu geçer. Binlerce fabrika, atölye, işyeri kapanıyor. On binlerce iş adamı, sermayedar iflas ediyor. Zaten Türkiye’nin ürettiği buğday ve et kendi ihtiyacını karşılamıyordu. Kriz büyüyünce dışarıdan hangi parayla buğday ithal edilecektir?

Devletin borçları korkunç bir miktara ulaşmış vaziyette. Bir iki sene sonra bütçenin tamamı borçların faizini ödemeye yetmeyecekmiş.

Türkiye’yi düşünen çok az aydın ve seçkin var. Çoğunluk kendini, şahsî menfaatlerini düşünüyor. Hâlâ “Önce ben, sonra ben, en sonunda yine ben…” diyen manyak parti liderleri görüyoruz. Milletin vekilleri öncelikle milleti, ülkeyi, devleti düşünüp ona göre hareket edebiliyor mu? Ellerimizi vicdanlarımızın üstüne koyalım ve bu soruma öyle cevap verelim.

İslâm bu memleketin tek ümidi idi. Birtakım küçük adamlar İslâm dâvasını mıncıklaya mıncıklaya ne hale getirdiler.

Eskiden Ramazan ayı cerrarlar (devşirip toplayanlar) için müsait bir mevsimmiş. Şimdi de bazı cerrar din baronları ve onların vazifeli adamları kutsal ayda harıl harıl zekat, fitre, yardım parası toplayacaklardır. Ramazan’dan sonra Kurban var, onlar kurban paralarını da toplayıp devşirmeyi ihmal etmezler. Türkiye perişan; halk, ülke, devlet perişan; İslâm dâvası mıncıklanmış, Ümmet parçalanmış, ehl-i iman birbirinden kopmuş; sanki karanlık, yağmurlu, fırtınalı bir gecede çobansız kalmış sürü kurtların hücumuna uğramış ve bu ağlanacak manzara içinde birtakım baronlar, cemaatler, kodamanlar beş yıldızlı, şaraplı, içkili, fuhuşlu lüks otellerde iftar-show’lar verecekler. Âfiyet olmasın efendiler, âfiyet olmasın!

Uğursuzlar şu ülkeyi, şu milleti, şu devleti ne hale getirdiler. Bizim kadar imkânı, fırsatı, potansiyeli olmayan bir Taiwan adası, bir Güney Kore cumhuriyeti, küçücük Singapur devleti harikalar meydana getirdi, muazzam ilerlemeler kaydetti, akıllara durgunluk verecek hamleler yaptı da biz sürünüp duruyoruz. Sanki dinsizi, masonu, ateisti, solcusu, sabataisti ve bunlarla birlikte sözde dindar geçinen birtakım adamlar ve güruhlar Türkiye’yi batırmak için seferber olmuşlardır.

Hükümet kurulunca işler düzelecekmiş. Böyle bir duaya âmin diyen zekâ özürlüdür!

Biz hükümet olursak bozuklukları düzeltip, ülkeyi ve milleti selâmete çıkartırız… Ben bu duaya da âmin demem.

Artık Türkiye’nin önünde iki yol vardır. Ya bugünkü çıkmaz yolda yürünerek büsbütün felaket ve belalara mâruz kalınacaktır. Yahut da kökten değişiklikler yapılacak, yepyeni sağlıklı bir sistem kurulacak; Türk Kürt, Sünnî Alevî, sağcı solcu, Müslüman Laik bütün kesimler millî ve toplumsal bir barış ve uzlaşma misakı etrafında birleşecekler; ülkenin çetelerden, mafyadan, kravatlı eşkıyadan, bütçe hortumlayıcılarından, asalaklardan temizlenmesi hususunda anlaşacaklar; Türkiye’ye gerçek demokrasi, hukuk, adalet, temel insan haklarına ve hürriyetlerine saygı ve riayet havası hâkim olacak; hiçbir ideoloji devletin, milletin, vatanın, hukukun üzerinde tutulmayacak; resmî ideoloji özelleştirilecek; faizcilik, tefecilik, rantçılık kaldırılacak, onların yerine emek, helâl ticaret, üretim, çalışıp çabalama getirilecek ki, ülke kurtulsun.

Gönül isterdi ki, Müslüman kesimin aydınları ve kodamanları bu gayelere hizmet etsinler. Bu bozuk ve kokuşmuş düzenin rantlarına, kemiklerine, haram menfaatlerine meyl etmesinler.

 

Bu sistem ile..

SORU şudur: “Türkiye bugünkü sistemle selâmete çıkabilir mi?” Benim cevabım “Çıkamaz”dır.

Türkiye’yi bu hale bugünkü sistem ve ideoloji getirmiştir. Bir sistem hem batıracak, hem de kurtaracak, olur mu böyle şey?

Bir kere sistemin eğitim anlayışı bozuktur. Hem evrensel değerlere, hem millî kimliğe ve menfaatlere aykırıdır.

Yakın zamana kadar sistemin siyasî tarafı bozuktu ama iktisadî bakımdan bir dereceye kadar canlılık, güç, ilerleme vardı. Şimdi sistem o taraftan da çöküyor.

Çivisi çıkmadık ne kaldı? Siyaset berbat, iktisat ve finans berbat, eğitim berbat, üniversiteler berbat, hukuk ve adalet işlerinin manzarası meydanda; çetecilik, mafyacılık, talan, soygun, rüşvet, hırsızlık almış yürümüş; iç göç korkunç boyutlara ulaşmış. Her yerde çöküntü, dağılma, tezebzüb, izmihlâl, inhilâl alametleri görülüyor. Sonra bu sistem içinde, bu kafa yapısıyla, bu dünya görüşüyle Türkiye buhrandan kurtulacak, selamete çıkacak. Güldürmeyin beni.

Bu sistemle enflasyon yenilebilir mi? Bu sistemle Türkiye’de güçlü bir millî irade iktidarı kurulabilir mi? Bu sistem eğitimi, üniversiteyi, hukuk ve adaleti, polisi islah edebilir mi?

Bazılarına garip gelecek ama Türkiye’nin hiçbir derdi olmasa, sadece lisan ve edebiyatı böyle olsa yine batması, çökmesi için yeterlidir. Böyle lisanla medeniyet olmaz, devlet olmaz, hukuk olmaz, eğitim olmaz. Dil Kurumu erbabının gayretleri sonunda canım lisanımız üç yüz kelimelik bir iletişim, pazar, sokak, günlük anlaşma vasıtası haline indirilmiştir. Bu arı dil ile kabile, aşiret, Eskimoluk, Hotantoluk, marjinallik olur; fakat kesinlikle medenî, ileri, çağdaş, gücünü mâziden ve geleneklerinden alan bir yapı olmaz.

Bugünkü lise eğitimi ile Türkiye’yi kurtaracak, yüceltecek, selâmete çıkartacak vasıflı, güçlü, üstün kadrolar, aydınlar, seçkinler yetiştirilebilir mi?

Türkiye niçin şimdiye kadar bir tek Nobel ödülü bile alamamıştır? Yunanistan, Şili, Portekiz ve daha birçok küçük ülke Nobel aldı da biz niçin alamadık?

Eroin, kokain, uyuşturucu madde helikopterlerle taşınıyormuş. Bu belâ ile mücadele etmesi gereken bazı önemli kişiler uyuşturucu mafyası ile birlikte çalışıyormuş. Böyle bir sistem mi Türkiye’yi nurlu ufuklara, selâmet sahillerine götürecek?

Medyanın haline bakınız. Basın değil, hasım. Neye hasım? Millete.

Şu düzen partilerinin yapısına bakınız. Kötü liderler, “Önce ben, sonra partim, sonra memleketim” dermiş. Bizimkiler, “Önce ben, sonra ben, en sonunda yine ben” diyorlar. Bunlar mı hükümet kurup da ülkeyi, halkı, devleti yüceltecek?

Bu sistem milletle devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu sistem gelenin keyfi için geçmişe, tarihe, mâziye, atalara sövme âdetini yerleştirmiştir. Bu sistem çoğunluğun din ve vicdan hürriyetini kısıtlamış, laiklik perdesi altında koyu bir “Devlet dini” siyaseti takip ederek İslâm’ı ve Ümmet’i baskı altına almıştır.

Bir sürü fâil-i meçhul cinayet işlendi ve işlenmeye devam ediliyor. Bu cinayetlerin içyüzü niçin açığa çıkartılmıyor? Katiller niçin yakalanıp cezalandırılmıyor?

Bu ülkedeki bütün rezaletlerden, kepazeliklerden, büyük hırsızlık ve talanlardan, demokrasi ve hukuk ihlâllerinden, kötülüklerden, islah adı altında yapılan sabotajlardan sorumlu bir zihniyet vardır. Bu habîs zihniyetten kurtulmadıkça bize kurtuluş yoktur.

Hırsızlığa Dair

FRANSIZLAR, fâhişelik için, “Dünyanın en eski mesleğidir” derler. Hırsızlık da çok kadim mesleklerdendir. Toplumsal bir barış sistemi ve bir nizamı olan, hukuk ve adalet bulunan her yerde hırsızlık yasaklanmış, hırsızlar cezalandırılagelmiştir.

Hırsızlık binde bir olduğu zaman, bu nisbet toplumu, ülkeyi, halkın geleceğini ve varlığını, devleti tehlikeye düşürmez. Lakin bu nisbet büyür, hırsızlık yaygınlaşır, tabiî hale gelir ve hukuk, devlet, toplum bunu önleyemezse durum vahim demektir.

Bugün, aç kaldığı için fırından bir ekmek çalan kimsenin canına okuyorlar ama yüz milyarları, trilyonları götürenler güven içinde zevk ü sefa sürüyor. Küçük hırsızlıkları suç sayan, küçük hırsızları şiddetle cezalandıran fakat büyük hırsızları baş tacı eden bir sistem bitmiş demektir.

Hakketmediği, ehil ve layık olmadığı bir parayı, malı, menfaati alanlar da dolaylı olarak hırsızdır. Hırsızlığın bu türü bizde şu sırada ne kadar yaygındır.

Resmî veya özel sektörde bir iş veya memuriyet yaparken mesai vakitlerine riayet etmeyen de bir tür hırsızdır.

Bugün hırsızlık bizde bir felsefe halini almıştır. İnsanı insanın kurdu olarak gören bir düzende zaten başka bir düşünce tarzı düşünülemez.

Devletin veya belediyelerin 25 milyara yapılacak bir işini, alavere dalavere ile 150 milyara vermek de hırsızlıktır.

Böyle hırsızlıklar tek başına olmaz. Hırsızlığın yanında mutlaka emanete hiyanet ve yalan da bulunur.

Bizdeki düzen particiliği hırsızlığı önleyemez. Aksine teşvik eder. Düzen partilerinin katında politika, hizmetler, faaliyetler iktidara geldikte birtakım menfaatlerden yararlanmaya yöneliktir. Devlet ve belediye işleri arpalık zihniyetiyle mütalaa edilir.

İşleri, memuriyetleri, vazifeleri ehil ve layık olmadıkları halde “Parti, tarikat, cemaat, lobi kardeşlerine” verenler de bir nevi hırsızlık yapmış olurlar.

Hırsızlığı sadece dinsizler, imansızlar, kâfirler, zâlimler yapmaz. Yarı Müslümanlar, sözde dindarlar, münafıklar da yapar. Ehil ve layık olmadığı dinî bir vazifeye bin bir israr ve kulis ile nâil olanlar da hırsızdır.

Devletin ve belediyelerin bütçelerinden doğrudan doğruya para almak ahmaklığını irtikâb etmez açıkgöz hırsızlar. Hırsızlıklarını, talan ve soygunlarını, suiistimallerini kamufle etmek için onları iş, ihale, hizmet şeklinde gösterirler. Mesela bir dairedeki hırsızlar, paravan bir şirket kurarlar ve o dairenin bütün işlerini o şirkete havale ederler. Böylece, aylık maaşı 200 milyon lira olan herif, hırsızlıkla 200 milyar lira vurur. Zâhirde, halk arasında, toplum içinde de göğüslerini gere gere açık alınla dolaşırlar.

Bundan yıllarca önce fakir bir kızcağız, “Şeftali isterim” diye ağlayan küçük kardeşine vermek üzere manavdan bir tek şeftali çaldığı için tutuklanmış, hapse atılmıştı. O zaman gazeteler bu hırsızlığın hikâyesini uzun uzadıya yazıp anlatmışlardı.

Büyük, saygın, kodaman, pabucu büyük, önde gelen hırsızlar bir toplumun en alçak, en namussuz, en rezil, en kepaze, en it uğursuz, en sefil, en bayağı insanlarıdır. Yazık ki, paranın tek değer olduğu bugünkü ortamda en büyük itibarı onlar görüyor.

Şâir ne demiş:

Milyonla vuran mesned-i izzette serefraz

Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir

 

Cemaatin Önemi

Perşembe günü ikindi namazını Nuruosmaniye camiinde kıldım. Aylardan Ramazan, etraf insan kaynıyor ve camiin cemaati çok azdı. İstanbul’un nüfusu bir iki milyon iken Ramazan’larda öğle ve ikindi namazlarında bu mâbedin yarısından fazlası cemaatle dolardı. Şimdi nüfus on milyon, belki on beş milyon. Her taraf Müslümanların işyerleri ile dolu, namaz kılan da çok, fakat Ezan-ı Muhammedî okununca camiye gidip de topluca Allah’a ibâdet etmiyorlar.

Müslüman kardeşlerimi uyarıyorum: Beş vakit namazlarda cemaate dikkat etmezseniz iflah olmazsınız, felah ve necat bulamazsınız. Resûl-i Kibriya sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Cemaat rahmet, tefrika azaptır” buyuruyor. Şer’î bir özrü olmayan hiçbir Müslüman erkeğin cemaati terketmeye hakkı yoktur.

Yoksa biz, “Hayye ale’s-salah… hayye ale’l-felah…” diye bizi müezzinlerin mi namaza ve cemaate çağırdığını sanıyoruz? Hayır hayır, bizi camiye, cemaate Allahu Teâlâ çağırtmaktadır.

Cemaatçilik, hizipçilik, fırkacılık, şuculuk buculuk yapmakta pek militan, pek uyanık, pek mâhir, pek fa’al olan birtakım Müslümanlar, Ezan-ı Muhammedî okununca pek gevşek, pek ilgisiz, pek ihmalkâr hareket ediyorlar. Onlar bilmiyorlar mı ki, Resûlullah efendimiz (Salat ve selam olsun ona) bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Namaz kılınacağı vakit, yerime bir vekil koyup, yanıma birkaç genç alarak cemaate gelmeyenlerin evlerini yakasım geliyor.” Evet, cemaat kaçkınları böyle bir tehdit altındadır.

Efendim, bazı imamlar yetersizmiş, onların arkasında namaz kılınmazmış. Cemaate katılmamak için yeterli ve meşru bir mâzeret midir bu? Filan imamı beğenmiyorsan, git falan imamın arkasında namaz kıl. İstanbul’da üç bin cami var.

Niçin cemaat konusunda bu kadar ısrarlıyım. Elbette benim de bir bildiğim var. Bugün Müslümanların birleşebileceği, bir araya gelebileceği tek konu beş vakitte cemaat olmaktır. Ezan okununca camiye İbn Teymiyyeci, pro-vehhabî, mezhepsiz, mezhepli, tasavvuf taraftarı, tasavvuf düşmanı, şu veya bu siyasî tercihe bağlı, falan veya filan meşrebin müntesibi, velhasıl her görüşten, her fikirden, her tarikten Müslüman gelmelidir. Orada sımsıkı saflar halinde Allah’a ibadet ederek, hiç olmazsa bu kadarcık olsun birleşebilmelidir.

Soruyorum: Müslümanlar başka hangi konuda birleşebilir? Hiçbir konuda birleşemezler. Sanki ittifak etmemek hususunda ittifak etmişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, Ezan okununca onları camide görmek istiyorum.

Kaç defa yazdım. Günde beş kez gidemeyen, dört vakit gitsin, dört vakit gidemeyen üç vakit gitsin, üç vakit gidemeyen iki vakit gitsin, iki vakit gidemeyen bir vakit gitsin. Bir vakit de gidemeyen hiç gitmesin demiyorum.

Elhamdülillah namaz kılanların sayısı ülkemizde az değildir. Lakin cemaat konusunda korkunç bir ihmal, lakaydî, umursamazlık, tembellik müşahede ediliyor. Cemaat, Müslümanların ihtiyarına, keyfine bırakılmış bir şey değildir. Yirmi kadar şer’î özrün dışında her mukim ve hür Müslüman erkek vakit namazlarını cemaatle kılmak zorundadır.

Bugün zâlimler tarafından idare edilen bazı İslâm ülkelerinde Ezan okumak yasaklanmıştır. Namaz konusunda da yasağa yakın baskı ve zulümler vardır. Çok şükür memleketimizde henüz böyle yasaklar yoktur. Lakin Müslümanlar bugünkü gaflet ve hıyanet içinde yaşamaya devam ederlerse başımıza böyle yasakların geleceğinden korkuyorum. Nitekim, bazı ilerici, çağdaş, ateist kafalar “Tunus modelinden” bahsetmeye başlamışlardır. Tunus modeli ne midir? Orada, birkaç ihtiyardan, marjinal vatandaştan başka kimse namaz kılamamaktadır. Tesettür de yasak edilmiştir. Daha önce de yazmıştım: Özbekistan’da ezan okumak yasaklanmıştır.

Ulemasız, mürşidsiz, nasihatsiz, kontrolsuz kalan büyük İslâm kalabalıkları maddeci, hedonist, israfçı sapık medeniyetin sellerine kapılmışlardır ve para ve menfaat hırsıyla dinî vazifelerini, islâmî kimliklerini ihmal etmişlerdir. Bu gidişin sonu iyi olmaz.

Müslümanları uyutan, aldatan, afyonlayan, onlara yalan söyleyen, islâmî emanetlere hıyanet eden, bol bol vaad edip de bu vaadlerinden dönen birtakım sahtekârlar ibadetle ilgili faaliyetleri ikinci plana atmışlar ve var güçleriyle boş işlerle meşgul olmaktadır. Allahû Teâlâ ve Tekaddes hazretleri “Biz insanları ve cinleri, sadece Bize ibadet etsinler diye yarattık, başka bir maksatla yaratmadık” meâlinde âyet göndererek insanın en büyük işinin, vazifesinin Allah’a kulluk, ibadet, itaat olduğunu bildirmiştir. İbadeti ikinci plana atıp da, başka tâlî işleri birinci plana çıkartanlar sapıktır, saptırıcıdır.

Müslümanlar elbette ilimle, irfanla, kültürle, siyasetle, ülke idaresiyle ilgili işler ve hizmetler de yapacaktır. Fakat birinci madde ibadettir. İbadetin başı da günlük beş vakit namazdır. Ben bu satırları beş vakit namazı kılan musalli Müslümanlar için yazıyorum. Namaz kılmayan Müslümanlar burada muhatabım değildir.

Açınız fıkıh kitaplarını, açınız konu ile ilgili hadîs külliyatlarının sayfalarını, açınız Şeriat hükümlerini bildiren muteber din kitaplarını, o kaynaklarda cemaate ne kadar önem verildiğini göreceksiniz.

Evet Peygamber, “Cemaate gelmeyenlerin evlerini yakasım geliyor” buyurmuştur.

Ne acaip bir gelişmedir ki, İslâmcıların, cemaat fanatiklerinin, zombileştirilmiş sekter düşüncelilerin sayısı çoğaldıkça camiler boşalmakta, cemaat azalmaktadır.

Siz birtakım adamların cart curt etmelerine, biz İslâm nizamını kuracağız, Asr-ı Saâdeti geri getireceğiz diye nutuklar atmalarına, yazılar yazmalarına bakmayınız. Onların ihlaslarına, istikametlerine, emanetlere riayet edip etmediklerine, yalan söyleyip söylemediklerine, vaadlerine sadık kalıp kalmadıklarına bakınız. Bir de, dini âlet ve vasıta kılarak büyük paralar vurup vurmadıklarına, Karun kadar zengin olup olmadıklarına bakınız.

Bırakın hepsinin cemaate katılması, beş vakit namaz kılan Müslümanların onda biri gelse, camilerimiz yine dolar.

Bazı cemaatler Mozambik’te market, Kamçatka’da holding, Sierra Leone’de mektep açmak için çalışıp çabalıyor. Eyvallah, bunlar bir bakıma iyi şeyler, hayırlı işlerdir. Lakin Türkiye elden gidiyor. Türkiye’de yapılması gereken birtakım zarurî hizmet ve faaliyetler yapılmıyor. Bizim önce kendi vatanımızda hizmet vermemiz gerekmez mi?

Camiye gitmek o kadar külfetli bir iş değildir. Şu anda bu konuda herhangi bir yasak ve tehdit de yoktur. Bu kadar kolay bir vazifeyi yapamıyorsak yazıklar olsun bize!

Yarın camiler kapatılır, namaz yasaklanırsa o zaman vah vah, tüh tüh diyeceğiz ama iş işten geçmiş olacak.

 

Zındık Reşad Halife

Reşad Halife adında biri vardı. Amerika’nın Tucson şehrinde (Arizona) bir camiin imamıydı. Bu zat “Kur’an Müslümanlığı” adıyla yeni bir din çıkartmış, ehl-i sünnet Müslümanlarını küfürle ve şirkle suçlamış, bir sürü fitne ve fesada, nifak ve şikaka yol açmıştır. İşte şu anda önümde bu adamın “Quran, Hadith and Islam” adlı kitabı (Islamic Productions, Tucson U.S.A., 91 s., 1982). Reşad Halife hadîsleri dinî kaynak olarak kabul eden ve Sünnet’e uyan Müslümanlara en ağır suçlamaları yapmakta, onları bir muvahhide yapılabilecek olan en ağır suçlama olan şirkle itham etmektedir. Bu adama göre, hadîsler uydurmadır, namazda salavat getirmek şirktir.

Reşad Halife islamî hükümlerin, Kitabullah’tan sonra üç kaynağı olan Sünnet’i, icmâ-i ümmeti ve kıyas-ı fukahayı dışlıyor. Kur’an-ı Kerime kendi hevasına, re’yine, hevesine göre indî mânalar veriyor, yanlış yorumlar getiriyor.

Hindistan’da zuhur eden Kadiyanilik dini de, zâhirde İslâm’ın bir dalı gibi görünmekle beraber, Mirza Gulam Ahmed’i nebi kabul ederek, dinimizin cihad gibi bazı farzlarını inkâr ederek İslâm’ın dışına çıkmış bir cereyandır. Bence Reşad Halife’nin “Kur’an Müslümanlığı”, Kadiyanilikten daha tehlikeli bir bid’at ve küfür cereyanıdır.

Reşad Halife’nin Türkiye’de de taraftarları vardır. Dinsizlerle işbirliği yapmakta, muharref bir İslâm türetmek istemektedirler.

Reşad Halife ve Türkiye’deki müritleri neler yapmak istiyor:

Şeriatsız, fıkıhsız yeni bir din türetmek istiyorlar.

Onlar, İslâm’ı kul kafasından çıkma bir ideolojiye, bir hümanizmaya dönüştürmek istiyorlar.

Sünnet’e bağlılığı, hadîsleri kaynak olarak kabul etmeyi, Peygamber sevgisini küfür ve şirk olarak gösteriyorlar.

Cihad, tesettür gibi kesin emirleri inkâr ediyorlar.

Sakal-ı şerife saygı göstermeyi şirk olarak vasıflandırıyorlar.

İslâm’ın muamelâta ait hükümlerini kaldırmak istiyorlar.

Komünizm yıkıldıktan sonra İslâm’ı ve Müslümanları bir numaralı düşman olarak gören Haçlı ve Siyonist güçler, Müslümanları parçalamak, onların kafalarını karıştırmak maksadıyla ABD’de Reşad Halife’yi, Türkiye’de onun kuyruğu olan zındıkları desteklemişlerdir. Ülkemizde, Reşad Halife’nin açtığı zındıklık yolundan giden bir adam kısa zamanda trilyoner olmuştur.

Kur’anda “Peygamber size ne getirdiyse kabul edin, alın… Peygamber’e itaat edin… Peygamber’de sizin için çok güzel bir örnek ve model vardır…” deniliyor, mü’minler Allah Elçisine bağlanmaya çağırılıyor. Reşad Halife ve bizdeki kuyrukları ise “Peygamber bir postacı idi. Öldükten sonra işi bitirmiştir. Sünnet’e bağlanmak, hadîslere uymak küfür ve şirktir. Namazda salavat okumak şirktir” gibi hezeyanlara din eğitimi görmemiş, câhil kalmış okur yazarları, gençliği, halkı sapıtmak için uğraşıyorlar.

Maalesef birtakım hocalar, hazretler, din baronları da, bu gibi zındıkları ödüllendiriyor.

Diyanet İşleri Başkanlığının Reşad Halife ve bizdeki takipçileri konusunda Müslüman halkı uyarması gerekir. Yazık ki, bu konuda Diyanet’ten küçük bir itiraz, pes perdeden bir inilti bile çıkmıyor. Çünkü egemen güçler bu konuda Diyanetçilerin kulağını bükmüşler, “Sakın ha… Olmaya ki, zındıkları tenkit edesiniz…” demişlerdir.

Reşad Halife, Müslümanların kafalarını karıştırmak, aklınca keramet izhar etmek için Kur’anda ve İslâm’da 19 rakamı ile ilgili bir kitap yazmıştı. Masamın üzerinde, onun bu konudaki fikirlerini reddeden ve “Güney Afrika Ulema Meclisi” (Majlisul Ulema of South Africa, Port Elizabeth) tarafından yayınlanmış “The Qur’an and the Fallacy of Computer Concoction” adlı 91 sayfalık bir kitap duruyor. Güney Afrikalı sünnî âlimler 19 rakamı etrafında kopartılan gürültüyü inceleyip Reşad Halife’nin ve takipçilerinin iddialarını reddediyorlar.

Düşmanlarımız, Müslüman dünyasını anarşi içine sokmak için dinimizi tahrife yönelik faaliyetlerine hız vermişlerdir. İslâm’a dıştan saldırmak yerine, sûret-i haktan görünerek içimize sızmak ve çeşitli zındıklıklarla kafaları karıştırmak istiyorlar. Onların oyunlarına gelmemeliyiz.

Erille-i şer’iyye dörttür: Kur’an, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyası-ı fukaha.

Reşad Halife’ciler, İslâm’daki Âmentü’yü de beş maddeye indirmekte, kadere imanı inkâr etmekte, inanan Müslümanları küfürle suçlamaktadır. Diyanet bu azim hezeyan karşısında yine susmaktadır. Duyduğumuza göre Diyanet’i şu anda egemen güçler tarafından tâyin edilen emekli bir zat idare etmekteymiş. Bazı sakallı sünnî itikadlı imamlar ve din görevlileri yerlerinden alınmakta, hizmet göremeyecekleri yerlere tâyin edilerek tesirsiz hale getirilmekteymiş.

Ramazan’ı yarıladık. İftar ziyafetleri bütün hızıyla devam ediyor. “Lüks, gösterişli, israflı, pahalı iftarlar ziyafetleri tertip etmeyiniz” diye nasihat veren Diyanet Başkanı bile böyle iftarlardan birine gitmiş ve yanılarak orucunu erken açmış. Ceza-yı seza…

Dinimiz içinden dinamitleniyor. Zındıklar var güçleriyle çalışıyor. Din baronları, hazretler, Müslüman raca ve mihraceler harıl harıl para topluyor, taraftar devşirmeye çalışıyor. Bazı cemaatler Kongo’da, Patagonya’da, Tannu Tuva cumhuriyetinde, Fiji adasında Türkiye’den topladıkları hayır paralarıyla müesseseler açıyor. Kur’ana, Şeriat’a, İslâm’a yapılan saldırılara cevap verilmiyor. Lüks iftarlarda yenilip içiliyor. Gafiller kendilerini Harunürreşid veya Kanunî Sultan Süleyman zamanında sanıyor. Başörtülü kızlar üniversite kapılarında ağlıyor. Din bezirgânları iğrenç ticaretlerine hiç ara vermeden devam ediyor.

Bundan onbeş yirmi yıl öncesine kadar bazı şahıslar ve cemaatleri dinî konularda çok hassas davranırlar, bırakın esasa ait meselelerde, teferruata (ayrıntıya) ait en küçük mesele ve hükümlerde bile en ufak bir tâviz vermez, reddiyeler kaleme alırlar, çevrelerini uyarırlardı. Şimdi bunca küfre, şirke, zındıklığa, bid’ate, suiikaste karşılık onlardan hiç ses çıkmıyor. Para yığmakla, şan ve şeref elde etmekle meşguller.

Müslümanların ellerinde büyük imkânlar var, gazeteler, dergiler, televizyonlar, milyarlarca dolar var. Az buçuk demokrasi var, hürriyet var, yazıp çizme fırsatı var. Lakin bunlar İslâm’ı müdafaa etmek, Müslümanları uyarmak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmak için kullanılmıyor. Din baronları için iki şey çok önemlidir: Kendi eneleri ve saltanatları.

 

Cumhuriyet Hepimizindir

Yahudi tarihçisi Flavius Josèphe’in, Grekçe orijinalinden Fransızcaya çevrilmiş “Yahudilerin Eski Tarihi ve Yahudilerin Romalılara Karşı Savaşı” (Ed. Lidis, Paris 1968) adlı 980 sayfalık büyük boy kitabını aldım ve birkaç günden beri onu okuyorum. Kitabın ikinci bölümü, milâttan sonra 66 ile 70 yılları arasında Yahudilerin Romalılara başkaldırışlarını ve yenilmelerini anlatıyor. Eser küçük yazılarla dizilmiş, okumakla bitmiyor.

Yahudilerin o devirdeki tarihi fitneler, fesatlar, tefrikalar, ihtilâller, iğtişaşlar, kıtaller, entrikalar; bir sürü hizbin, fırkanın, grubun birbiriyle rekabeti, çarpışması, kralların kendi oğullarını, akrabalarını öldürmeleri; kan, ateş, gözyaşı ile dolu. Bir isyan hareketi bastırıldıktan sonra üç bin Yahudi çarmıha gerilerek idam edilmiş. Velhasıl gaddarlık, fecaat, zulüm, rezalet, fısk, fücur dolu bir tarih.

Bazı kavimlerin, bazı ülkelerin tarihi çok hareketli oluyor. Değişimler, ihtilâller, göçler durmak bilmiyor. Bunların acısını halk kitleleri çekiyor. Kan, ateş ve gözyaşı birbirine karışıyor. Şehirler yakılıp yıkılıyor, insanlar yığınlar halinde öldürülüyor, esir ediliyor, yurtlarından sürülüyor, kadınların ırzına geçiliyor. Sonra ortalık biraz duruluyor, ardından başka büyük hâdiseler zuhur ediyor.

Filistin kadar olmasa da bizim topraklarımız da hareketli bir tarihe sahne olmuştur. Üzerinde yaşadığımız şu Anadolu’dan kaç kavim, kaç devlet, kaç medeniyet, kaç kültür geçip gitmiştir.

1923’ten beri dış düşmanların saldırılarına uğramadık, savaşa girmedik. Ancak içimizdeki çalkantılar durmak bilmedi. İslâmî bir cihad hareketi olan Millî Mücadele’den sonra, çoğulcu ve demokratik sistem askıya alındı, oligarşik CHP diktatoryası başladı. 1920’de kurulan ilk Büyük Millet Meclisi “Men’-i Müskirat Kanunu” (Alkollü içki yasağı kanunu) çıkartmıştı. Meclis salonunda, Kur’andaki şûra-istişâre âyeti büyük bir levha halinde asılıydı. Hafta tatili cuma günüydü, kadınlar tesettürlüydü, millet ve devlet birliği vardı. Her şeyin başı ve esası İslâm’dı.

Zaferden sonra muhalif rüzgârlar esti, her şey tepetaklak oldu, tersine döndü. O günden bu güne kaç devir gelip geçti. 1945’te, CHP’nin dışında başka siyasî partiler kurulmasına izin çıkmıştı. 1946 seçimlerini CHP hile ve baskı ile kazanıp dört yıl daha iktidarda kaldıktan sonra nihayet 1950 seçimlerinde yıkıldı, 27 senelik bir devir kapandı, DP iktidara geçti. Adnan Menderes hükümeti Ezan-ı Muhammedî’yi Türkçe okumayı mecbur kılan kanunu kaldırdı, Müslümanlara biraz hürriyet verildi.

Lakin başta Celâl Bayar olmak üzere eski İttihadçı, komitacı, din ve Şeriat aleyhtarı kadrolar hâlâ devlete hâkimdi.

Ben üç darbe gördüm. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerini. En son 28 Şubat 1997’de bir darbe oldu ama bu eskilere benzemiyordu. Daha yumuşaktı, zevâhir (dış görünüş) korunmuş, kol yen içinde kırılmıştı.

Şu anda 2000 yılına 14 ay kaldı. Cumhuriyetimizin 75’inci yıldönümünü kutluyoruz. Türkiye nereden nereye geldi. Durumumuz parlak mı? Manzaraya bakarsanız vaziyetimiz parlak değildir. Çünkü birtakım egemen azınlıklar, gizli kuvvetler cumhuriyeti tekellerine almak istemişlerdi. Halbuki cumhuriyet hepimizindir, herkesindir.

Ülkemizin çokkültürlü, ana kimliğin altında tâli kimliklere, çeşitliliklere sahip bir yapısı vardır. Etnik bakımdan Türkler ve Kürtler iki büyük gruptur. Ayrıca, az veya çok yirmi otuz kavim ve kimlik daha vardır. Lazlar, Çerkesler, Gürcüler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Tatarlar, Balkarlar, Karaçaylar, Fellahlar, Nusayriler, Araplar ve daha neler neler. Nüfusumuzun ezici çoğunluğu Müslümanlardır ama onlar da Sünnî ve Alevî diye ikiye ayrılmıştır. Siyaset ve ideoloji açısından sağcılar ve solcular; dünya görüşü bakımından Müslümanlar ve laikler mevcuttur.

Cumhuriyet bunların hepsinin cumhuriyeti olmalıdır. Bir grup, cumhuriyeti tekeline alıp, ötekileri dışlarsa ne cumhuriyet yaşar, ne devlet ayakta kalır.

Cumhuriyeti tekellerine almak isteyenler kendi ideolojileri, kendi dünya görüşleri ile cumhuriyeti özdeşleştiriyorlar. Dikkat ederseniz onlar gerçek demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, temel insan haklarından; din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetinden, millî kimlikten pek bahsetseler bile bunları çarptırırlar.

Türkiye’de cumhuriyeti tekellerine almak isteyenler kimlerdir? Sabataistler mi? Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden Harry Ojalvo’nun “Ülkemizde bir buçuk milyon Türkleşmiş Yahudi var” sözüyle ifşa etmiş olduğu gizli Yahudiler mi?

Ülkemizde seksen bin kadar Ermeni vatandaş var. Bunların Ermeni ve Hıristiyan oldukları bellidir, zaten onlar da saklamıyorlar. Kendileri vatandaşlarımızdır. Ancak, Türk ismi taşıyan ve hüviyetlerinde Müslüman oldukları yazılı bulunan yüzbinlerce gizli Ermeni bulunduğu da iddia ediliyor. Bunlar cumhuriyetimizi hangi tarafa çekmek istiyorlar acaba?

Türkiye’de dört ayrı Mason teşkilatı bulunuyor. Bunların üye sayısının on bin civarında olduğunu sanıyorum. Onlar kemmiyete, kelle sayısı kalabalığına önem vermezler, keyfiyete ve kaliteye önem verirler. Atatürk’ün localarını kapatıp yasakladığı Masonlar da cumhuriyeti tekellerine almak istiyor.

Maalesef cumhuriyet rejimi büyük darbeler yemiş, derin yaralar almıştır. Buna sebebiyet verenler de onu tekellerine almak isteyen egemen azınlıklar, iki kimlikli, sayıca küçük, nüfuz ve güç itibarıyla büyük cemaatlerdir.

Cumhuriyet, üniversitelere başları eşarplı olarak giden Müslüman Türk kızlarının da cumhuriyetidir. Onlara zulmedenler kesinlikle cumhuriyetçi olamaz. Onlar, cumhuriyetin adını istismar ve âlet ederek kendi ideolojilerine hizmet etmektedir.

Peki cumhuriyetimizi nasıl ayakta tutabilir, onu nasıl güçlü kılabilir, izzetle yaşamasını temin edebiliriz? Bu ancak Millî Kurtuluş Savaşının havası ve zihniyeti ile olur. Cumhuriyeti kurtarmak istiyorsak, 1923’te Lozan’da gizlice hazırlanmış olan “Protokol”u geçersiz ilân etmemiz gerekir.

Türkiye’nin büyük bir değişime, yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardır. Turgut Özal bunun hazırlığı içindeydi, ömrü vefa etmedi.

Ülkemizi, devletimizi, cumhuriyetimizi yaşatmak, yüceltmek istiyorsak onları birtakım egemen azınlıkların, çetelerin tekelleri altına almalarına karşı çıkmalıyız. Cumhuriyet bütün kesimlere, bütün çeşitliliğe hukuk, adalet, huzur, güven, barış, korunma sağlamalıdır. Cumhuriyet sâyesinde bu memlekette yaşayan on milyonlarca Müslüman ABD’de, İngiltere’de, İsviçre’de, Almanya’da olduğu gibi kendi inançlarına uygun bir hayat sürebilmeli, korkudan emin ve âzad olarak yaşayabilmelidir.

Din Mağlup Edilemez

DİN çok büyük bir kuvvettir. İnsanın olduğu yerde mutlaka bir din vardır. Hiçbir siyasî güç, ideoloji, baskı dini ortadan kaldıramaz. Sovyetler Birliği’nde yetmiş yıldan fazla dinle mücadele edildi de ne oldu? Marksist-Leninist ideoloji battı, Sovyetler Birliği dağıldı ve din baki kaldı.

Bizde, dini hayatın dışına atmak, vicdanlara hapsetmek isteyen bir zihniyet hukuka, temel insan haklarına, demokrasiye, ahlâka aykırı bir sürü baskı yapmıştır. Dindarları sindirmek, dinsiz bir toplum meydana getirmek için adam bile asılmıştır. Netice?.. İşte görüyorsunuz, din Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesidir. Üstelik temel dinî müesseselerin yıkılması yüzünden ortaya bir sürü kötülük çıkmıştır.

Din eğitimi verdirmeyerek yahut resmî ideolojiye zarar veremeyecek yeni bir din türeterek gayelerine ulaşabildiler mi?

Müslümanları câhil bıraktılar, sonunda dinî hizmetler ve faaliyetler dejenere oldu, ortaya bir sürü yetersiz ve istismarcı adam ve klik çıktı.

Dindarlar, Müslümanlar bu ülkenin hâkim ve ezici çoğunluğunu teşkil etmektedir. Onlar câhil kalırsa ülkenin ve devletin varlığı tehlikeye düşer.

Küçük fakat egemen “Beyaz” bir azınlığın yerli Müslüman çoğunluk üzerindeki tahakkümü ebedî olur mu? Buna imkân var mıdır? Müslümanlar vergi verecek, Müslümanlar askerlik yapacak, Müslümanlar bu ülkenin halkını teşkil edecek ve onlar ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, zenci muamelesi görecekler. Daha kaç yıl devam edebilir bu “apartheid” sistemi?

Din konusunda istismar, sömürü varmış. Elbette olacak. Sen Müslümanların eğitim sistemini, iyi ve olgun adam yetiştirme ocakları olan tasavvuf müesseselerini, yüksek araştırma merkezlerini kapat, yık ve sonra da ortaya bir kaos, bir anarşi, bir sömürü çıkmasın.

İslâm düşmanları Müslümanları câhil, başsız, kültürsüz bırakarak İslâm’dan kurtulacaklarını sanmışlardı. Kurtulamadılar. Aksine bir sürü vahim problemle karşı karşıya kaldılar.

Bu memlekette yaşayan Müslüman çoğunluk kaliteli olmazsa, Türkiye’nin iki yakası bir araya gelmez.

Çokkültürlü, çokkimlikli bir yapımız var. Ben bunların hepsinin vasıflı olmasını isterim. Sünnî vasıflı olacak, Alevî vasıflı. Sağcı vasıflı olacak, solcu vasıflı. Şeriatçı vasıflı olacak, laik vasıflı. Çünkü vasıflı vatandaşlar birbirleriyle anlaşabilir, uzlaşabilir, ülkenin ve devletin batmasını önleyecek bir toplumsal uzlaşma ve millî barış havası te’sis edebilirler.

Masonlar, ateistler, resmî ideoloji dininin taraftarları, marksistler sandılar ki, Müslümanları câhil bırakarak, sindirerek, ezerek, korkutarak bu ülkedeki saltanatlarını ilânihâye devam ettirebilirler. Boş kuruntulardır bunlar.

Müslümanlar kurtulmak, izzet bulmak, kendi ülkelerinde şerefle yaşamak istiyorlarsa; bugün içinde bulundukları câhillikten, bölünmüşlükten sıyrılmaları ve var güçleriyle ilme, irfana, hikmete sarılmaları gerekir.

İslâmî hizmetler vasıflı, güçlü, üstün, ehil kadroların eline verilmelidir. Tarihin marjında, çağın dışında, uluslararası standartların altında kalarak İslâm’a ve Ümmet’e hizmet edilmez. 1950’lerin uçaklarıyla 2000 yılında savaşılamaz.

Ehliyetsizler, din sömürücüleri, soytarılar, yetersizler, kırsal kesim ve gecekondu kafalılar, varoş zihniyetliler temizlenmedikçe doğru dürüst islâmî hizmet ve faaliyet yapılamaz.

İman ile küfrün amansız bir savaş halinde bulunduğu böyle bir devirde beton cami binaları, uzun ve bol şerefeli minareler; halılar, ışıldaklar, fırıldaklar, zırıldaklar; cami helaları, cami kaloriferleri, imamevleri; kurban etleri için soğuk hava depoları, hâfız mektepleri, tantanalı ve nümayişli lüks iftar ziyafetleri ile hiçbir yere varılamaz.

Peki ne yapılması, nasıl çalışılması gerekir? Bu sorunun en doğru ve geniş cevabını bir “İslâmî Stratejik Araştırmalar ve Plan Program Enstitüsü” verebilirdi. Müslümanlar, son otuz yıl içinde böyle bir müessese kurdular mı?

Hüsn-i Hat

BİRKAÇ sene öncesine kadar kuşburnu tüketimi bugünkü kadar çok değildi. Sonra bir parti liderinin, dolaylı şekilde reklamını yapması üzerine birden bire modası çıktı, yaygınlaştı. Fena da olmadı. Toplayanlar, satanlar, çayını yapanlar para kazandı; üstelik sağlığa da yararlı. Ancak, içine kimyevî boya karıştırılmış poşetlerinden kaçınmak gerek.

50’li, 60’lı yıllarda evine, bürosuna hüsn-i hat levhası asmak çekinilen, korkulan bir şeydi. Sonra bu da yaygınlaştı, modalaştı. Çünkü hat bizim geleneksel sanatlarımızdandır. Maalesef Müslümanlar bu konuda yaya kaldılar. En güzel, en değerli, en gözalıcı hatları sosyetik, çağdaş, laik kesim buluyor, alıyor, asıyor.

Müslüman kesimin varlıklıları, zenginleri, gücü yeterli olanları da artık evlerinin salonlarını, işyerlerindeki çalışma odalarını hüsn-i hat levhalarıyla süslemeye başlamalıdır. Bu konuda yıllardan beri yazıyorum. Koç Holding sahiplerinden ve idarecilerinden Suna Kıraç hanımefendinin bile, kendisi ilerici, laik, çağdaş, modern, Atatürkçü bir kadın olmasına rağmen, Nakkaştepe’deki bürosunda kıymetli, antika, tarihî hatlar yer almaktadır. Müslüman şahsiyetlerinin, iş adamlarının, tâcirlerin, sanayicilerin de hem işyerlerinde, hem de evlerinin salonlarında icâzetli hattatlara yazdırılmış, etrafı tezhiblenmiş veya ebru ile süslenmiş, güzel ve zarif yaldızlı çerçeveler içine konulmuş levhaları olmalıdır. Andavallı, gecekondu, varoş, marjinal zihniyetle bir yere varılmaz. Müslümanların kendi sanatları olan hüsn-i hat sanatına, masonlardan, sosyetiklerden, çağdaşlardan daha fazla ilgi göstermeleri, o sanatın ürünlerini meskenlerinde ve iş yerlerinde sergilemeleri gerekmez mi?

 

Paulownia Ağacı

ANAVATANI Çin olan harika bir ağacı size tanıtmak istiyorum. İsmi “Paulownia” olan bu ağaç uygun iklim şartlarında üç yıl gibi kısa bir müddet zarfında fide halinden 10-15 metre yüksekliğe ulaşabilmektedir. İri yapraklarının besi değeri yüksek olup, hayvanlar için yem, tarım için gübre olarak kullanılabilir. Hoş kokulu beyaz ve leylak rengi çiçekler açmakta, bunlar 6-8 hafta yaşamaktadır. Hafif olan kerestesi işe yaramaktadır. Eksi 26’dan artı 50 derece sıcaklığa kadar çeşitli iklimlerde yaşayabilir. Sıcak ve nemli iklimlerde ideal büyüme hızını yakalar. İki bin metre yüksekliklere kadar yetişme ve büyüme imkânına sahiptir.

Bu kadar çabuk büyüyen Paulownia ağaçlarının bahçelerimizi, şehirlerimizi yeşillendirmek ve güzelleştirmek bakımından son derece elverişli olduğunu düşünüyorum. Mart ayında bunların fidanlarından bir miktar alarak uzaklardaki bahçeme dikeceğim inşaallah.

Paulownia’nın güzel kokulu çiçekleri yüksek nektar ihtiva ettikleri için arıcılıkta, bal üretimini artırmak için de faydalı oluyormuş. Bu yazıyı, bilhassa bazı belediyelerin ilgilerini çekmek için kaleme aldım. Şu adresten bilgi alınabilir ve fidan temin edilebilir: ELİS Plant. Meşrutiyet cad. no. 124, kat 7, Beyoğlu İstanbul. (Tel. 0212/292 26 34. Fax: 0212/293 94 69) (Not: Ticarî tarafı, maddî menfaati olan bir tanıtım değildir.)

 

Din ve Kimlik

Japonların kimliğinde din faktörü bizdeki kadar önemli değildir. Çünkü oradaki dinî yapı bizdekine benzemez. Türkiyelilik ve İslâm’ın çok büyük ağırlığı vardır. İslâm’a cephe alarak, İslâm’ı dışlayarak, İslâm’ı geri plana atarak millî kimliği korumanın imkânı yoktur. Amerikan kimliğinde Hıristiyanlığı, bilhassa Protestan püritanizmini inkâr etmek mümkün müdür? Musevilik dini olmadan Yahudilik, İsrail olur mu? İslâm olmadan da Türkiye olmaz. İslâmsız yeni bir kimlik meydana getirmek mümkün müdür? Belki yabancılaşmış küçük bir azınlık meydana getirilebilir. Lakin büyük çoğunluğun kimliğinin esası, temeli, omurgası İslâm olarak kalacaktır.

Kimlik yapısının oturduğu zeminin İslâm olduğu bu memlekette dinin siyasete, kültür faaliyetlerine, iktisada, hukuka, sanata; tek kelimeyle hayata karışmaması isteniyor. İslâm’ın dışındaki başka inançlar, felsefeler, ideolojiler, nazariyeler her şeye karışabilir ama İslâm karışamaz. Kendilerini haklı göstermek için ortaya sürdükleri gerekçe de şudur: Din bir vicdan işidir, vicdanlarda kalmalıdır, dünya işlerine karışmamalıdır. Ne kadar kof, gülünç, mesnedsiz bir iddiadır bu. Masonluk da bir vicdan işi değil mi? Peki Masonlar devlet, siyaset, iktisat, hukuk, kültür işlerine niçin karışıyorlar? Marksizm de bir vicdan işidir. O niçin her şeye karışıyor?

Bir ülkenin halkının çoğunluğu İslâm dinine mensup olacak, kimliğinin ana faktörü İslâm olacak; tarihi, varlığı, mâzisi, hali, istikbali İslâm ile özdeş olacak ve İslâm sadece vicdanlara hapsedilecek, hiçbir şeye karışmayacak. Olur mu böyle şey?

Din düşmanları dine karışıyor, dindarları kontrol altında tutuyor. Bu karışma ve müdahale laikliğe uygun oluyor da, din ve dindarlar memleket işleri hakkında fikir ve görüş beyan edince bu laikliğe aykırı oluyor. Böyle laiklik mi olurmuş?

İngiltere’ye bakınız. Din, devlet, siyaset, kültür, hukuk, tarih içiçedir. 1944’ten bu yana İngiltere okullarında din dersi verilmesi, her sabah okulların kiliselerinde âyin yapılması, dua edilmesi mecburidir. Hükümdar (devlet reisi) orada aynı zamanda millî Anglikan kilisenin de başıdır. Müslümanlar dahil, diğer dinlerin mensuplarına da geniş bir hürriyet tanınmıştır. Dindar Müslüman kızlar kolejlere ve üniversitelere başları örtülü olarak rahatça gidebilmektedir. Sih dininde, erkeklerin başlarına sarık sarmaları mecburiyeti olduğu için, motorsiklet kullanan herkesin başına bir kask geçirmesi zorunluluğundan onlar muaf tutulmuştur.

Türkiye’de Müslümanlar niçin, İngiltere’deki dindaşları kadar hür yaşayamayacaklarmış? Coğrafî bakımdan Türkiye’nin bir iklimi vardır. Bu iklim insan iradesiyle nasıl değiştirilemezse; kimlik, kültür ve kişilik iklimi de değiştirilemez. Tarihî ârızalar sebebiyle bir müddet, bir miktar zulüm ve baskı yapılır, fakat millî kimlik yok edilemez. Her şey aslına döner diye bir söz var. Kimse bunu aklından çıkartmasın.

Müslüman oldukları, dindar oldukları, millî kimliklerine sımsıkı bağlı kalmak istedikleri için halkın çoğunluğuna düşman muamelesi yapmak hiçbir kimseye, hiçbir gruba yakışmaz. Dinî inançları yüzünden vatandaşlarını hasım olarak görmek medenî düşünceye aykırı bir yobazlıktır. Bu ülkenin vatandaşı olan herkes Türkiyelidir. Hiçbirinin Türkiye’ye zarar vermeye, Türkiyelilerin bir kısmını dışlamaya ve onlara düşman gözüyle bakmaya hakkı yoktur.

Bu memlekette hiçbir ideoloji vatanla, devletle, milletle özdeş olarak görülemez; bunların üzerinde tutulamaz.

Ilımlı Müslüman Olmazmış

YERLİ ve yabancı kâfirler inkârcılar, yarasalar, “Müslümanın ılımlısı olmaz” diyorlar. Halt etmişler. Tarih boyunca evrensel bir İslâm sergileyen büyük ve örnek Müslümanlar gelip geçmiştir. Muhyiddin ibn Arabî ve Mevlânâ Celâlüddin Rumî böyle Müslümanlardandır. Bir İbn Teymiyye’ye, ondaki dar görüşlülüğe bakınız, bir de ibn Arabî’ye, Mevlânâ’ya. Aralarında meşreb bakımından ne kadar büyük farklar vardır.

Her cemaat ve ümmet içinde sert ve haşin tabiatlılar vardır. Hassidique Yahudiler ile ılımlı Yahudiler bir midir?

Gandi ılımlı bir Mecusiydi. Müslüman Hindu çatışmasını önlemek, kan dökülmesine son vermek için bir İslâm büyüğünün türbesine gitmiş, orada Kur’ân okumuştu. Onun bu ılımlı ve uzlaştırıcı faaliyeti karşısında kin ve nefretinden kuduran fanatik bir Hinduist tarafından katledildi.

Müslümanların içinde de sert, müfrit kimseler ve gruplar olabilir. Onlar kesinlikle çoğunlukta değildir. Ehl-i İslâm’ın çoğunluğu, sevad-ı âzamı ılımlı, uzlaşıcı, toleranslıdır. Ancak tolerans kesinlikle dinin zarurî hükümlerinden ve müesseselerinden vaz geçmek, tâviz vermek olarak anlaşılmamalıdır. Müslümanların toleransına en güzel örnek, 1492’de İspanya’dan koğulan Yahudileri Dârü’l-İslâm’a dâvet etmeleri, onlara İslâm barışı şemsiyesi altında güven içinde yaşama hakkı tanımalarıdır.

Müslümanın ılımlısı olmaz diyen inkârcılara bakınız. Onlar ılımlı mıdır? Ağızlarından demokrasi, temel insan hakları, hukuk kelime ve kavramlarını düşürmüyorlar. Peki, bunları niçin Müslüman çoğunluğa layık görmüyorlar? Yaptıklarına bakılırsa asıl müfrit, asıl yobaz, asıl toleranssız onlardır.

Tunus Modeli

TUNUS’ta namaz kılanlar üzerinde büyük ve ağır bir baskı varmış. Nice Tunuslu Müslüman alenen namaz kılmaya cesaret edemiyormuş. Çok yaşlı kadınlar dışında Tunuslu Müslüman hanımlar tesettüre riayet edemiyormuş. Tunus’ta din, vicdan, inanç ve inandığı gibi yaşamak hürriyeti yokmuş.

Özbekistan’da ezan okumak yasak edilmiş, Rus boyunduruğundan kurtulduktan sonra açılan yeni camiler kapatılmış. Müslümanlar üzerinde ağrı baskılar, şiddetli zulümler varmış.

Türkiye’deki bazı sahte laikler, ülkemizi Tunus’a, Özbekistan’a benzetmek istiyor. Ateist, Mason, Sabataist köşe yazarları bu konuda yazılar kaleme alıyor. Böyle bir şey mümkün müdür?

Bu gibi zulümler Türkiye’de sökmez. Türkiye, Tunus ve Özbekistan ile mukayese edilebilir mi?

 

Düstur

  1. Çalmayacaksın. Devletin, milletin malını, hakkını zimmetine geçirmeyeceksin. Vatanı, ülkeyi talan etmeyeceksin, soymayacaksın.
  2. Rüşvet almayacaksın, rüşvet vermeyeceksin. Alanın da verenin de ateşte olduğunu bileceksin.
  3. Bu ülkenin vatandaşlarına, Türkiyelilere dinî, etnik, siyasî, ideolojik sebep ve bahanelerle zulm etmeyeceksin, onları öldürmeyeceksin.
  4. Devlet bütçesini ve mahallî idarelerin (belediyelerin) bütçelerini hortumlamayacaksın, hortumlatmayacaksın.
  5. Farklı dinlere, inançlara, görüşlere, tercihlere, meşreblere mensup vatandaşların haklarına saygı gösterecek, onların hürriyetlerini çiğnemeyecek ve çiğnetmeyeceksin.
  6. Şahsî, siyasî, dinî hayatta kesinlikle yalan söylemeyecek, kimseyi aldatmayacaksın.
  7. Emanetlere hiyanet etmeyeceksin. Emanetlerin, onlara ehil ve layık olan kimselere verilmesi için çalışacaksın.
  8. Kendi maddî menfaatlerini dinin, ülkenin, devletin, toplumun menfaatlerinin üstünde görmeyeceksin.
  9. Zulme uğrayan, haksızlığa mâruz kalan herkesin yardımına koşacak, onları destekleyecek, zulmün ve haksızlığın ortadan kalkması için çalışacaksın.
  10. Halktan ve iş sahiplerinden kanunsuz haraçlar almayacaksın.
  11. Çetecilik, mafyacılık, klikçilik yapmayacaksın.
  12. Şahsının, yakınlarının, cemaatinin aleyhinde de olsa doğru şahitlik yapmaktan, doğruları söylemekten çekinmeyeceksin.
  13. Şahısları putlaştırmayacaksın. Dalkavukluk, yağcılık, pohpohçuluk yapmayacaksın.
  14. Hatâlarını, noksanlarını, yanlışlarını bilecek, öğrenecek ve onları düzeltmek için çalışacaksın. Bunları sana söyleyen kimselere düşmanlık etmek bir tarafa, onlara teşekkür edeceksin. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” sözünü temel bir prensip olarak kabul edeceksin.
  15. Kibir, gurur, kendini beğenmek gibi helâk edici kötü huylardan kurtulmaya çalışacaksın.
  16. Para, madde, menfaat fâhişesi olmayacaksın.
  17. Şöhretin âfet olduğunu bilecek, halkın alkış, övgü ve itibarına tâlip olmayacaksın.
  18. Dostlarına mürüvvetli, düşmanlarına karşı idareci olacaksın.
  19. İfrat ve tefritten uzak duracak, itidalden ayrılmayacaksın.
  20. Hiç olmaya çalışacak, benliğini yok etmek, “Ölmeden önce ölmek” için çabalayacaksın.
  21. İhlas ve istikameti iki temel hayat düsturu olarak kabul edeceksin.
  22. Kötülükleri iyilikle def etmeye çalışacaksın.
  23. Kendi keyfince savcılık, hakimlik, infaz memurluğu ve cellatlık taslamayacak, yargısız infaz yapmayacaksın.
  24. Adaletten ayrılmayacaksın.
  25. İsraftan, gösterişe yönelik aşırı tüketimden kaçınacak; iktisat, kanaat ile yaşayacaksın. Allah’ın sana verdiği nimetleri, nafakayı, zenginlikleri ihtiyaç sahipleri ile paylaşacaksın.
  26. Mal ve cah hırsına kapılmayacaksın.
  27. Merhametli olacaksın. Merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceğini hatırından çıkartmayacaksın.
  28. Bir karıncayı bile incitmeyecek, bir otu bile zaruret olmadıkça koparmayacaksın. Zevk için avcılık ve balıkçılık yapmayacak, cana kıymayacaksın.
  29. İnsanların övgüleriyle sövgüleri indinde bir olacak, hattâ övgüleri sövgülerden daha zararlı ve tehlikeli bulacaksın.
  30. Şu fanî dünya hayatını birtakım vehimlere, kuruntulara, gafletlere kurban etmeyeceksin.

 

Dini Başkanlık

Bir kimsenin din adına ortaya çıkarak, Müslümanların kendisine itaat etmelerini istemesi, onlardan İslâm adına para toplaması için birtakım şartların mevcut olması gerekir.

Birincisi: Bu zatın başkanlığa ehil ve layık olması gerekir. Dinimiz istisnâî haller dışında başkanlığa tâlip olmayı haram kılmıştır. Kişi tâlip olmasa, matlup (istenen) olsa, eğer ehil ve layık değilse başkanlığı kabul etmesi yine de haram olur.

İkincisi: Bu zatın Kur’an-ı Kerim’in kesin hükümlerine uyması, emir ve yasakları yerine getirmesi gerekir. Şeriat’ın muhkem hükümleri vardır, bunları çiğneyen, bunlara aldırış etmeyen adamdan din başkanı olmaz.

Üçüncüsü: Müslümanlara başkan olacak zatın Resûlullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) sünnetine uyması, onun yolundan gitmesi, onun metodlarını uygulaması gerekir.

Dördüncüsü: Müslümanlara başkan olacak zatın âbid (ibadet eden), zâhid, ahlâklı, faziletli, nefsanî ihtiras ve şehvetlerden arınmış, olgun, müdebbir, akıllı, ferasetli bir kişi olması gerekir.

Beşincisi: Bu zatın başkanlığını, dinî hizmet ve faaliyetleri ne kendisinin, ne çoluk çocuğunun, ne de yakınlarının maddî menfaatlerine âlet etmemesi, din bezirgânlığı yapmaması gerekir.

Altıncısı: Böyle bir zatın yalan söylememesi, emanete hiyanet etmemesi, vaadinden dönmemesi icab eder. İşleri, emanetleri, makamları, mevkileri ehil ve layık olanlara değil de akrabalarına, etrafına, dalkavuklarına, bendelerine dağıtan başkan ne kötü başkandır.

Yedincisi: Böyle bir zatın faziletlerini, iyi taraflarını, üstünlüklerini sadece Müslümanlar değil, insaf sahibi gayr-i müslimler bile itiraf ve kabul etmeli, ona güvenmelidir.

Zamanımızda birtakım zatlar ortaya çıkmışlar ve kendilerinin başkan, rehber, kılavuz, kutub, gavs, mehdi olduklarını taraftarları vasıtasıyla ilan ettirmekte, Müslümanlardan büyük paralar toplamakta, gönüllerde tahtlar kurmaktadırlar. Ancak bu gibi zatların sözlerine, hallerine, yaptıklarına baktığımızda onlarda Kur’ana, Sünnete, Şeriat ahkamına (hükümlerine), İslâm ahlâk ve faziletine, bilgeliğe aykırı vahim eksiklikler görülmektedir. Bu cümleden olarak:

– Bazı din baronları büyük bir israf, lüks, debdebe, tantana, gösteriş, aşırı tüketim içinde yaşamaktadır. İkâmet ettikleri meskenler saray gibidir. Çok pahalı, çok lüks binitlerle gezmektedirler. Giyime, kuşama, yemeye içmeye büyük servetler harcamaktadırlar. Kur’an “Allah müsrifleri (savurganları) sevmez” diyor. Dinimize göre israf edenler şeytanın çocuklarıdır. İslâmiyet kanaati emreder.

– Birtakım din baronları, din konusunda kendilerini aşan birtakım fetvalar ve ruhsatlar vermeye cür’et ediyor. Dinimiz “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” diyor ama onlar kendi heva ve heveslerine uyarak Şeriat’ın kesin emir ve yasaklarına aykırı ictihadlar yapmaya yelteniyor. Öyle din baronları var ki, ehl-i sünnet mensuplarının yüzüne bakmazken, dinimizi yıkmak isteyen zındıklara aferinler, ödüller dağıtıyor.

– Kur’anımız, Peygamberimizin sünneti, Şeriat, ahlâk; kibri, gururu, benliği, enâniyeti, gösterişi yasak ediyor ama birtakım din baronlarında bunlar var. Böyle kişilerden Müslümanlara başkan olursa, Ehl-i imanın hali dumandır.

[1] Vuran kişi, bugün Vakit gazetesinde yazan Hüseyin Üzmez’dir.

[2]  Kitabın isteme adresi: P.K.35 Edirnekapı-İstanbul; Tel: 0212/ 523 07 12

[3] Bu niyaz A’râf Sûresi 155.ayettir.