Kokuşmuşluk
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Pazartesi
Son büyük zelzeleden sonra uzmanlar, belediyeciler halkı uyardılar, “Oturduğunuz meskenleri kontrol ettiriniz, ileride olabilecek büyük bir depreme dayanıksız iseler onları güçlendirmek için harekete geçiniz, tedbir alınız…” dediler. Halkın, bina sahiplerinin kaçta kaçı bu uyarılara kulak verdi ve binalarını sağlamlaştırdı? Eminim, tedbir alanların nisbeti binde bir bile değildir. Türk toplumu tedbirsiz bir toplumdur.
İstanbul’da son depremde Avcılar bölgesinde birçok bina çatlamış, içinde oturulamayacak hale gelmiş, yıkılması gerekli olmuştu. Bazı bina sahipleri ne yaptılar? Çatlakları sıvayıp, üzerlerini boyayıp o mülkleri satmaya kalktılar. Belediyece yıkılmasına karar alınmış bir binanın yıkımını durdurtmak için mahkemeye müracaat eden mal sahibi, binasının hafif hasarlı olduğuna dair bilirkişi raporu uydurttu ve sonunda ne oldu. Bina bir gün ansızın çöktü. Çok şükür içinde insan yoktu.
Bizim toplumumuz, tedbir almaktan geçtim, tam tersini yapmakta pek becerikli ve mâhirdir.
Hamlet, Danimarka krallığında kokuşmuşluk olduğunu söyler. Maalesef Türkiye’de çok kokuşmuşluk vardır.
Bir dostum anlattı: Yakınlarından biri yeni evlenmiş, hanımı ile otomobille bir yere giderken trafik kazası geçirmişler, eşinin bel kemiği kırılmış, hastahaneye kaldırılmış. Yeni evli hanımın boynunda, bileklerinde, kulaklarında mücevherler varmış. Kadıncağız altı ay alçılar içinde yatmış, ameliyatlar geçirmiş, sonra düzelmiş. Kazadan sonra yaralı ve baygın vaziyette iken başından geçenleri daha sonra şöyle anlatmış:
– Baygınım, yatıyorum… Konuşamıyorum, hareket edemiyorum ama duyuyorum, görüyorum. Yattığım yerde yalnızım, birden kapı açılıyor. İçeriye beyaz elbiseli bir kadın giriyor. Sessizce yanıma yaklaşıyor. Boynumdan gerdanlığımı, kollarımdan bileziklerimi, kulaklarımdan küpelerimi çıkartıp cebine koyuyor ve hemen sessizce oradan uzaklaşıyor. Bunları görüyorum, fakat bağıramıyorum, daha sonra kendimi büsbütün kaybetmişim, ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum… Bu anlatığım hadise münferit midir, yani bir defaya mahsus istisnaî bir vak’a mıdır? Hayır, sık rastlanan bir faciadır.
Memleketimizin çok önemli, çok köklü bir kurumuna ilk gelen gençlere bir torba veriliyormuş ve “Paranız, kıymetli eşyanız, çaldırmaktan korktuğunuz neyiniz varsa bunun içine koyunuz ve boynunuza asınız. Helaya giderken boynunuzda asılı olsun, banyo yaparken yanınızda olsun..”
Yedi sekiz sene geçmiştir herhalde, Arena programında gösterilmişti. Adamcağızın karısı bir trafik kazası geçiriyor ve âcilen kaldırılıyor, müdahalelere rağmen hayatı kurtarılamıyor. Ertesi günü kederli koca hanımının cenazesini almaya geliyor ve bir de bakıyorlar ki, kadıncağızın ziynet eşyaları yok…
Bir iki yıl önce de, yine trafik kazasında vefat eden bir karı kocanın soyulduğu anlaşıldı, gazeteler yazdı.
Korkunç bir ahlâk buhranı içindeyiz…Toplum, temellerine kadar çürümüştür. Uyuşturucu okullara kadar girmiştir. Girmiş değil sokulmuştur. Bir öğretmen dostum anlattı. Okulun kantininde on üç yaşındaki bir kız öğrenci aynı yaştaki bir kız arkadaşını yere yatırmış ve gırtlağını sıkıyormuş. Elinden almasaymışlar boğacakmış. Kavganın sebebi şuymuş: İki kız bir oğlanı paylaşamıyormuş… Ahlâk zabıtasında çalışanlar konuşabilseler de rezaletin ne boyutlara vardığını topluma, idarecilere, aydınlara anlatabilseler.
Uzun yıllardan beri içki, fuhuş, uyuşturucu, kumar, her türlü ahlâksızlık ve pislik teşvik edilmiştir. Bizim ülkemizde bunları önleyebilecek, frenleyebilecek en büyük kuvvet din ve tasavvuftu. Ahlâksızlık teşvik edilirken din ve tasavvuf kötülenmiş ve bastırılmaya çalışılmıştır.
Bir toplumda her zaman bir miktar ahlâksızlık ve rezillik olur. Ama bunun bir miktarı, bir nisbeti vardır. Ahlâksızlık yüzde biri, yüzde ikiyi geçmezse, toplumu yıkmaz ve sarsmaz. Genelleşirse o toplum, önünde sonunda yıkılmaya, çökmeye mahkûmdur.
Bazı materyalist çokbilmişler bizde fert başına düşen millî gelir payının çoğalması, Avrupa’da olduğu gibi yılda yirmi bin dolar olması ile her şeyin düzeleceğini zannediyor. Bunlar beyinsiz ve boyutsuz kişilerdir. Ahlâkî değerleri olmayan bir toplumda fert başına düşen gelir yirmi bin değil ellibin dolar da olsa o toplum batar, yerin dibine geçer. Bu adamlar hiç tarih okumuyor mu?
Türk toplumu, yıllık iki bin dolarla da rahat, mutlu, huzurlu bir hayat sürebilir. Ancak böyle olabilmesi için İslâm’ın kanaat felsefesini ve ahlâkını benimsemiş olmak gerekir.
Eskiden insanlarımız tarhana çorası, yeşil mercimek, bulgur pilavı, üzüm hoşafı yedikleri zaman çok mutlu ve memnun oluyor; bu nimetlerden dolayı Allah’a şükür ediyordu. Şimdi sofralarında böyle mütevâzı yemekler olan bazıları, nankör ve küstahça
diye küfran-ı nimette bulunuyor. Türk toplumu kanaat felsefesini bıraktığı, İslâm ahlâkından ayrıldığı için bugünkü zillet ve rezalete düçar olmuştur.
Müslüman yığınlara hitap ediyorum: Kuru kuruya iman ettik demekle, namaz kılmakla, lisân ile Müslümanım demekle iş bitmez. İslâm bir aksiyondur. İslâm bir ahlâk sistemidir. İslâm bir dünya görüşü, bir hayat nizamıdır. Kur’ân ve Peygamber biz mü’minlere azgınlığı, israfı, yalanı, emanete hıyanet etmeyi, münafıklığı, verdiği sözden dönmeyi, faizi, haram kazançları, fuhşu, zinayı, fitne ve fesadı yasak etmektedir.
İslâm dini, zenginlerin de israf yapmasını, saçıp savurmasını yasak ediyor.
Japonlar hâlâ yer sofralarında yemek yiyor. Biz şehirli Müslümanlar niçin yer sofralarını bıraktık? Japonya’da bütün okullara, öğrenciler ve öğretmenler, pabuçsuz olarak giriyor. Biz ise, hayatın her sahasında Frenklere, gayr-i müslimlere benzemek için çırpınıp duruyoruz. Onlar sıçan deliğine girseler biz de gireceğiz.
Türkiye, dünya ülkeleri içinde gelir dağılımı en sağlıksız ve adaletsiz olan ülke durumuna düşmüştür. Küçük bir azınlık millî gelirin yüzde altmışını alıyor, geriye kalan yüzde kırk gelirle büyük çoğunluk sürünüyor.
Tuzu kuru olan küçük azınlık halkın durumuna üzülmüyor. Ayda on bin, yirmi bin, otuz bin dolar maaş alan bazı kodaman gazeteciler arada bir “gelir dağılımı bozuk, ortadirek bel veriyor, halk sefalet çekiyor…” edebiyatı yapıyor. Bu edebiyatın hiçbir faydası ve değeri yoktur.
Müslümanların bir kısmı da çok azmıştır.
Haram parayla lüks Mercedes alıyor ve onun içine kurulunca herif kendini Nemrud veya Firavun sanıyor…
Neron gibi debdebeli bir hayat sürüyor ve bunu meşru göstermek için
diye şeytanî felsefeler üretiyor.
Bazı tesettürlü Müslüman karılar uçaklara binip Paris’lerde, şuralarda buralarda su gibi para harcıyor.
Birtakım beyinsiz Müslüman kodamanlar akıl almaz derecede yüksek fiyatlara yabancı markalı paltolar, kostümler, gömlekler, kravatlar, iskarpinler alıyor. Kravat rüzgârla dönüp de markası görününce kabak gibi gülüyor ve seviniyorlar. Süfehâ!
Şeriatın, Sünnetin temel ahlâk hükümlerini çiğneyen, paraya nefse kul olan, azan, israfa batan, haram yiyen bir Müslüman toplum batmaya, zillete, belâdan belâya uğramaya mahkûmdur.
derim. 18 Mart 2003