Korkunç Yozlaşma
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Cuma
Büyük şair Nef’î tarafından nazmedilmiş, büyük bestekâr Buhûrîzâde Mustafa Itrî efendi tarafından segâh yürük semâî şeklinde bestelenmiş şu şarkının güftesindeki yüksek edebiyata, zarafete, estetiğe bakınız:
Tûti-i mûcize-gûyem ne desem lâf değil
Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil
Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil
Bir bu şarkıya bakınız, bir de son zamanlarda ortaya çıkan, “Ben çok seviyorum seni… Niçin sen sevmiyorsun beni?” güfteli berbat, bayağı, pespâye, âdi şarkı müsveddelerine bakınız. Binlerce örnek var ama, şu mukayese (karşılaştırma) bile kültür, sanat, medeniyet sahasındaki tereddiyi (dejenereliği) göstermeye yeter de artar.
A’dan Z’ye kadar her sahada bayağılık hüküm sürüyor.
Yazılı ve edebî lisan elden gitmiş. Her şey iki yüz üç yüz kelimelik konuşma ve iletişim diliyle ifade edilmeye çalışılıyor ve tabiî ki, edilemiyor. Bir insan, bir toplum, bir millet, bir ülke lisanı ne kadarsa o kadar kültürlü, medenî ve güçlüdür. Türkiye’yi içten fethetmek isteyen şer güçleri edebî-yazılı lisanımızı yok ederek bizi mahvetmiştir.
Edebiyat, lisan malzemesi ile kültür ve sanat âbideleri verir. Mimarlık aynı işi yapı malzemeleriyle yapar. Bizde mimarlık da bitmiştir. Osmanlının en kötü devrinde, can çekiştiği 1919 yılında yaptırdığı Sultanahmet hapishanesi binasına bakınız. Şimdi beş yıldızlı bir otel olan bu yapı, sanat boyutu ve katsayısı güçlü bir binadır. Bir de şimdiki okul, üniversite, resmî daire, büyük müessese binalarına bakınız. Soğuk hava deposu, gümrük antreposu, buğday silosu gibi binalardır bunlar.
İstanbul’da Şehremini’nde karşı karşıya iki bina var. Biri Osmanlının diktiği “Dârü’l-muallimat-ı Aliye” (Kız yüksek öğretmen okulu) yapısıdır ki, tek kelimeyle güzeldir, sanatlıdır, asil bir binadır. Üslubunu beğenseniz de beğenmeseniz de değerini tasdik ve teslim edersiniz. Karşısındaki Şehremini Lisesi binası çirkin, ruhsuz, sanatsız bir beton yığınıdır.
En büyük yozlaşma, yabancılaşma yüksek tabakada olmuştur. Zaten balık baştan kokarmış. Nâdir istisnâlar dışında bizdeki münevver, okumuş, üst makamlara çıkmış, toplumun kaymak tabakasını teşkil eden sınıf ne kadar koftur. Televizyonlarda Türkçelerini görüyorsunuz. Sanki lisanımızda bir nev’i harf-i târif gibi “ııı…ııı…” sözü vardır ve bu adamların çoğu ığıldayarak konuşurlar. Hiçbir ülkenin aydınları, okumuşları kendi ana dillerini bizdekiler kadar zorlukla, ıkınıp sıkınarak konuşmaz. Herif incir çekirdeğini doldurmaz bir laf edecek, ağzından kelimeler kerpetenle sökülüyor sanki. İçinde, beyninde, gönlünde bir şey yok ki, akıcı bir şekilde konuşabilsin. Eğitimciler için, “Genç nesiller sizin eseriniz olacaktır” denilmiş. Eserlerini seyretsinler!
Giyim kuşam da son derece berbatlaştı. İstanbul içinde bazen otomobille on kilometre yol yapıyorum ve caddelerdeki, meydanlardaki, köprülerdeki ahaliyi seyrediyorum ve iyi ve rabıtalı giyinmiş bir tek adam ve kadın göremiyorum. Zengin ve varlıklı kişiler de zevksizlik ve bayağılıktan bol bol pay almışlar. Adam veya kadın en pahalı mağazalardan, milyarlar harcayarak elbise, gömlek, ayakkabı almış ve giyindikten sonra tam bir palyaçoya dönmüş. Bana inanmıyor musunuz? Modacı, kültür uzmanı, uzman bir bilirkişi heyeti kuralım ve İstanbul’u gezdirelim, raporu onlar versin.
Yemekler, içecekler de bozuldu. İstanbul’da şerbet kültürü kaldı mı? Çocukluğumda Hacı Bekir’de Demirhindi (temr-i hindî), turunç, üzüm şırası, koruk, şeftali, elma, portakal, limonata (hakikisi), yine hakikî ayran satılırdı. Şimdi ara da bul. Bulabilirsen.
Halkımızın temel gıdası olan ekmekler lezzet, gıda, muhteva bakımından ne kadar kalitesizleşti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Halk Ekmek müessesesi, normal alışılmış ekmeklerin yanı sıra lezzet ve besin itibarıyla vasıflı birkaç ekmek çeşidi çıkartmış. Onları tebrik ediyorum.
Üniversitelerimiz çok kalitesizleşti. Öyle edebiyat, tarih, sosyal ilim kürsüleri ve enstitüleri var ki, her yıl en az bir kere yayınlamaları gereken ilmî araştırma dergilerini on seneden beri yayınlamıyorlar. YÖK, üniversitelerimizi bitirdi, batırdı. Hâlâ direniyor.
Yüz seneden beri Türkiye bir tek Nobel bile kazanamadı. Bunun sorumluluğu, vebali elbetteki esnafa, işçilere, fakir halka ait değildir. Ülkenin trilyonlarını yutan, üniversitelerimizi resmî ideolojinin arpalığı ve fidanlığı haline getiren üniversite camiasıdır bu hezimetin mes’ulü.
Büyük medya, büyük televizyonlar da bayağılıktan paylarını bol bol aldılar.
Epeydir televizyonlara bakmıyorum. Eskiden şöyle programlar vardı: Metin karısını sevmiyor, baldızı için yanıyor. Öte taraftan Füsun’un kayınvalidesi Rasim beyle sıkı iş ilişkileri içindedir. Sevgi, Tolgaç ile beraberliğinde ihtiyatsızlık etmiş ve kürtaj ameliyatı olmak zorunda kalmıştır. Tam bu sırada aileyi sarsan bomba patlar: Şakir bey ile Hüsniye hanım boşanmaya karar vermişlerdir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Hakan, çocuğun kendisinden olmadığını iddia etmekte ve kan muayenesi istemektedir…
Buna benzer programları devamlı olarak takip eden bir toplum ne olur? Bugün olduğu gibi olur. Hükmü ben vermeyeyim, siz veriniz.
Peki Türkiye bu hale nasıl geldi, nasıl getirildi?
Mao, Çin’de herkesi eşit hale getirmek istemişti. Giyim kuşam bakımından general ile er arasında bir fark yoktu. Bir milyara yakın halk en yüksektekinden en aşağıdakine kadar çöpçü kıyafetiyle geziyordu. Kadınlar da. Mao, Çin’i fakirlikte, tabanda eşitlemek istemişti. Bu plan tutmadı. Çin her geçen gün Marksizmden, Maoculuktan biraz daha uzaklaşıyor.
Türkiye’de de herkesi cahillikte, kültürsüzlükte, kalitesizlikte eşitlemek istediler. Osmanlı İmparatorluğu zamanında halkın yüzde otuzu okuma yazma bilirdi ama o zaman eğitim, kültür güçlüydü. Şimdi sözde herkes okur-yazar, fakat milletin on binde biri bile bin yıl kullanmış olduğumuz millî alfabe ile Türkçe okuyup yazamaz.
Başka ülkelerin okullarında, liselerinde, otuz kişilik sınıflarda beş talebe çok başarılı ve istidatlıdır. Orada eğitim bunları ayrıca yetiştirir. Bizde ise seviye ve standart en aşağı dereceye düşürülmüştür. İstidadı, kabiliyeti, yatkınlığı olan çocuklarımız üzerinde durulmaz.
Sonunda korkunç, dehşet verici bir yozlaşma, yabancılaşma, tereddi, çözülme, bozulma, dağılma meydana geldi. Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar da bundan paylarını aldılar. Kırsal kesim, gecekondu, varoş kültür ve zihniyeti içinde marjinalleştiler.
Olan Türkiye’ye oldu. Bizi bu hale getiren iç ve dış düşmanlar ensemizde boza pişiriyor; ülkenin, halkın, devletin rantını yiyor. Bu kötü durumdan kurtulmak, yücelmek mümkün mü? Elbette mümkündür. Ancak bugünkü kafalarla, zihniyetle mümkün değildir. Her şeyin bir fiyatı ve faturası vardır. Onu ödemeye hazır olmak gerek. 29 Temmuz 2000