Kötü sistemlerin, kötü ideolojilerin, berbat …izm’lerin bir ülkeyi, bir milleti, bir devleti ne hale koyduğunu iyice anlamak isterseniz Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki farka, uçuruma, zıddiyete bakınız. Tarihin bir cilvesiyle ortasından ikiye ayrılmış bir ülke. Halk aynı, lisan aynı, kültür aynı, kimlik aynı. Kuzey’de insanlığa, akla mantığa, vicdana ters bir ideoloji hâkim. Güneyde ise hürriyet, serbestlik, çoğulculuk var. Kuzeyin iktisadî, ticarî, malî durumu berbat. Ürettiği ziraî (tarımsal) ürünler kendi halkına yetmiyor. Sanayii geri ve demode. Güneydeki hür bölüm ise iktisadî, sınaî (endüstriyel) bakımdan harikalar meydana getirmiş. Ürettiği otomobillerle, elektronik eşya ile, diğer ürünlerle cihan piyasalarını istilâ etmiş. Kuzeyde muhalefet, hür düşünce yok. Diktatör Kim İl Sung’tan sonra postuna oğlu oturmuş. Cumhuriyet adı altında bir saltanat kurulmuş. Ülke koskocaman bir zindan gibi. Bir yerden bir yere dahilî pasaportla seyahat ediliyor. Rejimi tenkit edenler inim inim inletiliyor.

Peki coğrafyası, halkı, tarihî, kültürü, lisanı, kimliği aynı olan bu iki ülke arasındaki bu fark nedendir? Sistemdendir, rejimdendir, ideolojidendir.

Vaktiyle Batı Almanya ile Doğu Almanya da böyleydi. Batı ne kadar ileri, zengin, müreffeh ve hür olduysa, Doğu da mâkûsen geri kalmıştı. Halk Batı tarafına kaçmasın diye korkunç sınırlar, Berlin duvarları vardı. Batı dünyanın en güzel, en modern, en ileri otomobillerini üretirken Doğu Trabant, Wartburg gibi geri, demode, başka markalarla rekabet edemeyen kötü otomobiller üretebiliyordu.

Komünizm yahut Marksizm-Leninizm denilen ideoloji ve sistem dünyanın bir kısım ülkelerini, halklarını perişan ve berbat etmiştir. Bizde de bu ideolojiyi uygulamak isteyenler vardı. Üniversite profesörlerinden, aydınlardan, gazetecilerden, edebiyatçılardan, sanatkârlardan, seçkinlerden nicesi “Türkiye’yi ancak Marksist-Leninist ideoloji paklar, selâmete çıkartır” diyorlar ve bu gaye için gece gündüz harıl harıl çalışıyorlardı. Sovyetler Birliği çökmemiş, Marksizm iflâs etmemiş olsaydı bu adamlar ve kadınlar hâlâ aynı propagandaları yapacaklardı. Şimdi onlar sahte demokrat, sahte laik, sahte Atatürkçü kesildiler. Ama kafa yapıları değişmemiştir.

Türkiye, tarihin kaydettiği üç büyük cihan devletinden, nizam-ı âlemden birinin, Osmanlı devletinin mirasına sahip bir ülkedir. Haçlı ve Siyonist güçler Türkiye’nin tekrar güçlenmesinden korkuyorlar. Onun içindir ki, ülkemizin, halkımızın, devletimizin iyiliğini, yükselmesini, kuvvetlenmesini, cihana örnek olmasını istemiyorlar.

Türkiye için, Türkiyeliler için, Türk devleti için en uygun sistem kendi kimliğinin temelleri üzerine oturmuş bir hukuk, hürriyet ve adalet sistemidir. Bizim ideolojilere ihtiyacımız yoktur. Bize lâzım olan hususlar şunlardır:

1. Hukukun üstünlüğü üzerine oturmuş bir hukuk devleti.

2. Temel insan haklarına, hürriyetlerine, haysiyetlerine riayet ve saygı.

3. Millî kimliğe, geleneklere, değerlere bağlılık.

4. Çoğulcu, demokratik bir sistem.

Müslümanlar Bu Hale Nasıl Düştü?

Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki beyaz azınlık hâkimiyeti sona erdi, çoğunluğu teşkil eden zenciler eşitliğe ve hürriyete kavuştu. Bizde ise, çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkı ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, zenci durumuna düşürmek isteyen bir zihniyet ortalığı kasıp kavuruyor.

Egemen bir azınlık Müslümanlara düşman gözüyle bakıyor, düşman muamelesi yapıyor. Medenî dünya da buna seyirci kalıyor.

Türkiye Müslümanları bu duruma nasıl düşmüşlerdir?

Öncelikle 1923’te imzalanan Lozan andlaşmasının gizli protokolu buna ana sebeptir. O tarihte büyük devletler Türkiye’ye şu şartlarla hayat hakkı tanımışlardı:

1. Türkiye islâmî ve millî kimliğini bırakacak,

2. Hilâfeti kaldıracak,

3. Şeriat hükümlerini kaldıracak,

4. İslâm ve Türk dünyası ile ilgilerini kesecek,

5. Laikleşecek, latinleşecek,

6. Kendi tarihi, geçmişi, mâzisi, kültür ve medeniyeti ile olan bağlarını gevşetip Avrupalılaşacaktı.

1945’ten sonra Türkiye’ye az da olsa çoğulculuk ve demokrasi gelmeye başladı. O tarihten bu güne kadar Lozan’ın gizli protokollarındaki maddeler ihlâl edilmeye başlandı. Bunun üzerine Batı dünyası da tedbir olarak Lozan’ı bırakıp Sevr’e dönme kararı aldı. Bence işin izahı böyledir.

Peki Türkiye Müslümanları hürleşmek, temel hak hürriyetlerini tekrar elde etmek, kimliklerine kavuşmak için güzel ve uygun şekilde çalışmışlar mıdır? Maalesef, çalışmamışlar, çalışamamışlardır. Böyle mücadeleler ilimle, irfanla, hikmetle, yüksek siyasetle, güçlü ve üstün kadrolarla, mükemmel stratejilerle kazanılır. Müslümanlar bu konularda güçlü ve üstün olamamışlardır. 1919-1922 istiklal mücadelesi islâmî bir hareketti. Zaferden sonra her şey tersine dönmüştür.

Dıştaki ve içteki bazı kuvvetler İslâm’ın ve Müslümanların aleyhinde olabilir. Bu tabiî bir haldir. Müslümanların, satrancı çok başarılı bir şekilde oynayarak bu düşmanları tesirsiz hale getirmesi ve emellerine ulaşmaları gerekirdi. Bunu yapamamışlar, aksine düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek mahiyette çalışmışlardır.

Ben bu sayfalarda birkaç kere yazmışımdır: “İslâm’ın önündeki en son ve en büyük engel Müslümanlardır. Hangi Müslümanlar? Elbette gerçek ve olgun Müslümanlar değil. İslâm’ın ve çağın gerisinde kalmışolmalarına rağmen islâmî hizmetlere ve faaliyetlere soyunmuş olan yetersiz, güçsüz, vasıfsız Müslümanlar.

İslâm’a ve Müslümanlara en fazla kötülük eden, zarar veren tâife din sömürücüsü haşarattır. Bunlar ortaya İslâm’ın temsilcisi olarak çıkar, fakat kendi menfaatlerine çalışmaktan başka bir iş etmezler. Başımıza gelen belâ ve musibetlerin çoğu bu haşarat yüzündendir. Halk bunları büyük adam, kahraman, hizmetkâr sanır. Zehi gaflet! İslâm’a ve Müslümanlara büyük zarar veren ve kötülük yapan ikinci grup ise ahmak ve câhil dindarlardır. Bunlar islamî hizmet denilince mimarî bakımdan çirkin beton cami binaları yaptırtmak bunların yanına bol şerefeli uzun minareler dikmek, ibadet yerlerini ışıldaklar, fırıldaklar, zırıldaklar, kaloriferlerle donatmak, camilere helâ ve meşruta (imamevi) yaptırtmak gibi şeyleri anlarlar.

İslâm’a ve Müslümanlara zarar veren, kötülük eden üçüncü güruh ise fanatik cemaatçiler, fırkacılar, hizipçilerdir. Bunlar Allah’a, Peygamber’e, Kur’ana, Şeriat’a saldırılınca ses çıkartmazlar, tepki göstermezler, müdafaada bulunmazlar ama kendi din baronlarına, kendi cemaatlerine saldırılınca küplere biner, havalara çıkar, ateş püskürürler. Dengesizler! Baron bendeleri! 07 Aralık 1998 Pazartesi