Perşembe

 

Sekiz aydır köydeki bağevime gitmemiştim. Birkaç gün gidip dinleneyim dedim. Üç kere hırsız girdiği için kapısına ve pencerelerine demir parmaklık yaptırtmıştım. Parmaklıklardan birini demir levyelerle sökmüşler, camları kırmışlar ve yine soygun yapmışlar. İki jeneratör vardı, onları götürmüşler, lüks lambalarını, gaz tüpünü ve başka ufak tefek eşyayı. Zaten evde çalınmaya değecek, dişe dokunacak bir şey yoktu.

Hırsızlık son yıllarda çok yaygınlaştı, bir nevi toplumsal spor haline geldi.

Bundan birkaç yıl önce Yüksek bir Pembe Bayanın idaresindeki güçler bir af kanunu çıkartmışlar ve hırsızlara özgürlük sağlamışlardı. Basında bu konuda çok yazılar, yorumlar çıktı. Neticeyi iyi biliyoruz. Memlekette ne dirlik, ne düzen, ne de âsâyiş kaldı.

Devletin, siyasî sistemin şahıs haklarını affetmeye hakkı yoktur. Adamın babası, kardeşi, çocuğu öldürülmüş, devlet kalkıyor katili affediyor. Maktulun (öldürülenin velisine, yakınına) soruyor mu? Sormuyor. Böyle adalet olur mu? Böyle bir şey akla, vicdana, insafa, mantığa, sağduyuya uygun mudur?

İktisadî kriz hırsızlığın artmasına sebep olmuş… Böyle bahanelerle kimse kendini avutmasın, aldatmasın. Hırsızlığın artmasının asıl sebebi iktisadî kriz değil, ahlâkî ve kültürel krizdir.

Ruh soyluluğuna sahip, iyi eğitim almış, ahlâk ve karakter sahibi bir kimse öleceğini bilse yine hırsızlık yapmaz. Namusuyla, şerefiyle sıkıntı çeker, gerekirse ölür, fakat başkasının malına göz dikmez, haram yemez.

Ceza Kanunumuzdaki hırsızlıkla ilgili cezalar, ne suçların önlenmesine yol açacak bir korkutma gücüne, ne de başkalarına ibret-i müessire olacak yeterli bir şiddete sahiptir.

Herif tavuk gibi adam boğazlıyor. Hafifletici sebepler mebepler derken sekiz yıla hüküm giyiyor. Üç yıl yattıktan sonra çıkıyor. Bu kadar ceza önlemeye, korkutmaya yeter mi?

Ötede bir hanım ile birkaç erkek Kürtçe yemin ettiler diye on sene hapis yattılar. Bu on sene, bizim infaz sistemine göre otuz senelik bir hapis cezasıdır.

Pembe Madam, sayın Kocası ve ekibi maşaallah âdi suçlulara karşı çok merhametli ve şefkatli; fikir, tenkit, görüş suçlarına karşı pek amansız idiler.

Gandhi’nin Aşram’a Mektuplar adlı kitabında “Hırsızlık” başlıklı bir yazı vardır. Gandhi mecusî ama orada hikmetli sözler söylemiştir. Bende kitabın Fransızcası olacak, bir ara bulup, tercümesini okuyucularıma arz edeyim.

Türkiye’deki büyük hırsızlar (iyi saatte olsunlar!) pek fazla rahatsız edilmezler. Son yıllarda banka hortumlayan bir ikisinin başı ağrıdı, o da fazla sürmedi. Şu anda içeride, bu ülkeyi, bu halkı, bu devleti milyarlarca dolar soymuş kodaman bir hırsız var mıdır? Yoktur, hepsi de tahliye edilmiştir.

Bu ülkede sadece bankalar mı soyulmuş, hortumlanmıştır? Keşke sadece o sahada olsa büyük hırsızlık. Bizde genel, topyekûn, total bir büyük soygun ve talan yapılmaktadır.

Bazı çok saygın zatların milyarlarca dolarlık serveti, kara parası olduğu söyleniyor. Bir müfettiş bir dostuma anlatmış:

“Hangi büyük yolsuzluk dosyasını açıp incelediysek altından iki büyük, ünlü, anlı, şanlı, kocaman, kodaman, sayın mı sayın iki zat çıktı…”

demiş. Kimdir bu zatlar? Yağma yok, isim veremem. Şu dâr-ı dünyada başımı sokacak bir dairem var, onu da saygın bilmem nelere tazminat olarak kaptıramam. Allah belalarını versin.

Bu memlekette hırsızlığın, soygunun, haram yemenin, hortumun, talanın kökünü kurutmak istiyorsak, önce okullardaki ve fakültelerdeki kopyayı önlemeliyiz. Bugün delikanlımız veya genç kızımız kopya çekerek işe başlar, yarın büyüyüp gelişince soygun sektörüne atılır.

Memlekette kanaati öldürdüler. Kimse yorganına göre ayak uzatmıyor. Ayda beş yüz milyon lira geliri olan beş milyar harcamak istiyor. Elbette yamukluk yapacak, çalacak çırpacak, rüşvet alacak.

Biraz da köyden haberler vereyim.

Geçen kış çok şiddetli geçmiş, birtakım ağaçlar dondan kurumuş. Meyve ağaçlarında meyve görmedim, soğuk ve don onları da vurmuş.Bahçeler, ormanlar tırtıl istilasına uğramış. O da ayrı bir âfet. Ziyaretime gelen yaşlı bir köylüye sordum: “Geçim durumu buralarda nasıl?”
“İyi değil…” dedi. Devlet kredi ile inek veriyormuş. Onun da yemi çok para tutuyormuş, süt ise para etmiyormuş.

Çevre ormanlık olduğu için keçi beslemek yasakmış. Koyun beslemek kış aylarında çok masraflı oluyormuş. Buralarda seracılık yok. Kimse de sera sebzeciliği ve çiçekçiliği yapmak istemiyor.

Eskiden bu civarda her evde el dokuması tezgahları vardı. Kadınlar Şile bezi dokuyup satarlardı. O da bitmiş. Ceviz reçeli yapın, o iyi para ediyor dedim. Bu yıl ceviz de olmamış. Zaten ceviz reçelinin formülünü bilen de yok.

Velhasıl halk bir ümitsizlik, çaresizlik, çözümsüzlük fasid dairesi (kısır döngüsü) içine düşmüş, dönüp duruyor. Arıcılık yapılabilir, o da zahmetli olduğu için kimse yanaşmıyor. Arılara, çocuğa bakar gibi bakmak gerek.

Köy kahveleri dolu. Bir bardak çay 200 bin lira. Herkes fosur fosur sigara içiyor.

Dindarlara sordum, camilere vakit namazlarına gelen genç yokmuş. Namaz kılsana demişler birisine “Sen benim işime karışma…” cevabını vermiş.

Sanırım Türkiye’de köy kalkınması kadınlar ve kızlarla gerçekleştirilebilir.

Köylümüzü üretken hale getirmek lazım. Az buçuk para kazanırsa heveslenir, aşkla şevkle çalışır.

Ancak para kazanmakla iş bitmiyor.Bu parayı nasıl harcayacak? Latin-Akdeniz, Hispanik, Zenci, Üçüncü Dünya zihniyetli toplumlar ellerine geçirdikleri servetleri, gelirleri yerli yerinde harcamak, faydalı yatırımlar yapmak, bunları üretim işlerine yönlendirmek konusunda yüzde doksan becerikli değildir.

İkinci dünya savaşında Arjantin muharip devletlere gıda maddeleri satarak hayli zengin olmuştu. Sonunda iflas etti. Türkiye’ye son elli yıl içinde, bizi Ortadoğu’nun Japonya’sı yapabilecek miktarda yabancı sermaye, kredi, para girdi. Bunları har vurup harman savurduk ve şimdi devletçe, milletçe gırtlağımıza kadar borç içindeyiz ve iktisadî durumumuz pek parlak değil.

Köylümüz zengin olursa ne yapıyor? Herkesi suçlamıyorum ama halkımızın büyük kısmı paranın, sermayenin, servetin, imkanın kıymetini bilmiyor.

Otomobil almak, eski evini yıkıp yeni ve lüks bir ev yaptırtmak, birtakım elektrikli ve elektronik cihazlara büyük paralar ödemek, en lüksünden ve pahalısından cep telefonu almak; oğlunu kızını tantanalı ve içkili düğünlerle evlendirmek… Bunlar insanları, aileleri, toplumları batıran israflardır.

Devlet hayvancılığı, sütçülüğü teşvik için düşük faizli kredi vermiş, bu parayla imkânsız köylüler inek edinmişler. Hepsi için söylemiyorum, bu köylülerden bazısı, inek beslemek zor diyerek inekleri satmışlar, parasını yemişler. Sonunda ne olmuş? Kredinin ana parasını ödeyememişler, faizlerini ödeyememişler ve perişan olmuşlar.

Soruyorum: Kuş, kadar, böcek kadar aklı olan bir kimse böyle bir iş yapar mı?

İneği besleyemedin ve sattın diyelim. Bari aldığın parayı borcuna yatır ve yükten kurtul. Bunu yapmıyor, “İleride elbette öderim…” kuruntusu ile parayı yiyor. Nasıl yiyor? Hiçbir işe yaramaz faydasız masraflar, israflar yaparak.

Birkaç hafta önce gazetelerin birinde okudum: Batı Anadolu’da bir köye yirmi üç yaşında genç bir hanım ziraat mühendisi tayin edilmiş. Çalışmış çabalamış, köylüyü ikna etmiş ve şimdi bütün köy arı kovanı, karınca yuvası gibi üretiyormuş. Bize böyle en az birkaç bin ziraat mühendisi lazım.

Ne yapacağını bilecek, çalışıp üretecek, kazanacak, kazancını nasıl harcayacağını, nerelere yatıracağını da bilecek.

Onbeş haneli küçük bir köy mahallesinin damı kiremit kaplı küçük bir camii var. Bunun minaresi yok. Bu yaz minare yaptırtmaya karar vermişler. Camiden çok mescide benzeyen o küçük binaya tam onbeş metre yüksekliğinde uzun bir minare dikilmesini istiyorlarmış. Usta onbeş milyara çıkar demiş…

Küçük bir binaya büyük bir minare mimarlık, zevk, sanat bakımından çirkin olur. İkincisi büyük masrafa yol açar. Böyle bir şeye hiç lüzum yoktur. Bina ile orantılı küçük bir minare yeter.

Gel de anlat…

Üstelik köydeki beş-on gençten hiçbirisi vakit namazı kılmıyor! 23 Temmuz 2004