Küçük Ankara Seyahati
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 29 Ocak 2019
Çarşamba
Cumartesi günü Millî Gençlik Vakfı’nın davetlisi olarak uçakla Ankara’ya gittim, akşamleyin döndüm.
Ankara’ya sık gitmiyorum. Gidersem Kaleye çıkıyorum, Hacı Bayram’a uğruyorum; eski kitap, bir-iki el sanatı veya antika eşya alıyorum. Bu sefer de, vaktin çok dar olmasına rağmen Kaleye çıktım, birkaç eski konağı restore etmişler. Zengerler konağında kahve içmeyi düşünüyordum; turist yok, yerli müşteri yok, kapalıymış.
Oradaki turistik eşya, antika dükkanlarından iki işlemeli bakır, bir Beypazarı işi, sandıktan çıkma ipekli elbise, iki de eski sırlı çömlek aldım. Hacı Bayram civarında bulunan handaki Kerküklü sahhaftan on kadar Osmanlıca ve Arapça kitap aldım.
Ankara’daki Müslüman münevverler, seçkinler tarihî, kültürel, sanatla ilgili konularla gereği gibi ilgilenmiyorlar. İkamet ettikleri şehrin tarihî bölgesine yılda bir kere bile gitmiyorlar. Ben Ankara’da yaşasam tarihî bir mekanda, eski bir evde oturmayı tercih ederim. Pazar sabahları Kalede bir eskici pazarı kuruluyormuş; kitap, bakır ve toprak eşya, porselen, halı-kilim satılıyormuş. Müslümanların içinden birkaç kimsenin buraya gelip, kesesine ve zevkine uygun bir-iki eşya alması, bunlarla evini süslemesi temenni edilir.
Kaleye çıkarken eski tarihî bir binanın restore edildiğini gördüm, levhada mal sahibi olarak Rahmi Koç ismi görülüyordu. Zengin dindarlardan bir-iki kişi çıkıp o bölgede büyücek bir bina alsa, bunu restore ettirip turistik lokanta, kahve ve dükkan olarak kullansa fena mı olur?
Hacı Bayram civarı ve diğer eski Ankara mahalleleri dökülüyor. Bundan elli sene önce, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğum zaman da böyleydi. Hacı Bayram’ın alt sokağında bir berber dükkanı vitrininde “Saç tıraşı 2 milyon, sakal tıraşı 1 milyon, saç yıkama 1 milyon” diye yazılıydı. Ulus civarında ana caddede bir lokanta da, “Dört kap yemek 2 milyon 250 bin lira” yaftasını asmıştı, dikkatimi çekti.
Ankara resmen başkentimiz ama, bence hakiki başkent değil. İstanbul’da bir tek Ankara gazetesi bile satılmaz. Türkiye’nin hakiki başkenti İstanbul’dur. CHP’nin tek parti saltanatı yıllarında Falih Rıfkı Atay “Biz tarihte ilk defa mabetsiz bir şehir inşa ettik” diye övünmüştü.
Millî Gençlik Vakfı’nın Hacı Bayram civarında büyük bir binası var. Başındaki genel müdür beyefendiye binanın giriş salonunun, müdür makam odasının ve mescidinin dekore edilmesi hususunda teklifte bulundum. Uygun görürlerse, fazla masrafa yol açmadan duvarlara güzel levhalar, resimler asılabilir.
Akşam namazını orada kılmıştım, mescid odası cemaatle doluydu. Ancak bir husus beni düşündürdü. İmamın ve cemaatin başları açıktı, takkeli sadece dört kişi vardı. Geçen mayısta Özbekistan’ın başşehri Taşkent’te Ubeydullah Ahrar Camii’ne gitmiştim. Cemaatin çoğunluğu gençti, istisnasız hepsinin başında takke vardı. Camiye gelen herkes iki rekat tahiyyetü’l-mescid namazı kılıyordu. Müslüman erkeklerin namazda başlarını bir takke veya imame ile örtmeleri namazın edeblerindendir. Bu konuda tafsilatlı bilgi edinmek isteyenler fıkıh kitaplarına, mufassal ilmihallere bakabilirler. Zamanımız Müslümanları dinî âdâba gereği gibi riayet etmiyorlar.
Türkiye Müslümanlarının kurtuluşu sadece siyasetle olmaz. Kültür, sanat, ilim, irfan da gerekir. Kurtuluşun temel şartlarından biri de, medenileşmek, şehir kültürüne sahip olmaktır.
Türkiye’de 1945’ten beri dinî hizmet yapılıyor. Ancak bu hizmetler plansız, programsız, stratejisiz yapılmıştır. Müslümanlar beş yüzden fazla imam-hatip okulu açtırdılar, Kur’ân kursları ise binlerce açıldı. Sadece din okullarıyla, hafız kurslarıyla kurtulamayacağımızı, bundan elli sene önce bilmemiz gerekirdi. O okulların yanında meslek ve sanat liseleri ve kolejleri de açılmalıydı. Globalleşen dünyada Müslümanlar her ülkenin binlerce şehrinde lokantalar, kebap dükkanları işletebilirlerdi. İstanbul’da şu anda çok sayıda Çin ve Kore lokantası var. Bizim millî mutfağımız onlarınkinden aşağı değildir. Niçin Türkiyeliler dünyanın her köşesinde, rağbet gören, sevilen lokantalar açamadılar? Hiç yok değil ama sayı asla yeterli değildir.
Doğudaki komşumuz İran’da, geleneksel millî-İslâmî sanatlar çok yaygındır. Biz millî sanatlarımızın çoğunu yaşatamamışız, yapılanlar da çok pahalıya satılıyor. Anadolumuzda tarih boyunca on beş, yirmi medeniyet ve kavim varolmuştur. Bunların sanatları, zenaatleri vardı. Çalışılsa, himmet ve gayret sarfedilse, eminim ki beş on sene içerisinde ülkemizde iki yüz kadar geleneksel sanat ve zenaat canlandırılabilir, bunların ürünleri turistlere satılır, ihraç edilir. Halkımızın çok az, yetersiz bir kısmı geleneksel sanat ve zenaat ürünlerine ilgi gösteriyor. Normal, orta bir geçime ve gelire sahip olan her Türkiyeli ve bilhassa dindar Müslümanlar evlerini, işyerlerini geleneksel sanat eserlerimizle süslemeli, zenginleştirmeli, medenîleştirmelidir.
Parası ve imkânı var ama evinde, bürosunda el dokuması halı ve kilim yok. Ne büyük eksiklik. Bana duvarlarını göster, senin ne mal olduğunu söyleyeyim…
Her Müslümanın salonunda, bürosunda -şayet bütçesi ve serveti müsait ise- mutlaka bir hilye-i şerif levhası bulunmalıdır. Yazı orijinal, tezhip orijinal olmalı. Hilye, Resulullah Efendimizin yazılı portresi demektir. Müslüman bununla şereflenir, bereketlenir, feyizlenir. Yazık ki, televizyona, buzdolabına, bulaşık makinesine, çamaşır makinesine, mikrodalga fırına, büfeye, vitrine, koltuğa, kanepeye, avizeye çuvalla para veriyoruz, hilyeye gelince cimrilik ediyoruz.
Ankaralı Müslüman kardeşlerimiz, bilhassa idealist iş adamlarımız ve öğrencilerimiz sanat, edebiyat, tarih, mimarlık, şehircilik konularına ilgi göstermelidir. Zaman zaman ellerine birer fotoğraf makinesi alıp Kaleye, diğer eski mahallelere gidip gezmeli, resim çekmelidir. Tabii söylemeye hacet yok, her Müslümanın şahsi-özel kütüphanesi olmalıdır. Bu kütüphaneye ıvır-zıvır kitaplar değil; faydalı, kıymetli, lüzumlu, zaruri din ve genel kültür kitapları konmalıdır. Anadili Türkçe olan bir okur-yazarın başucu kitaplarından biri Fuzulî Divanı olmalıdır. Sizde henüz yoksa hemen koşup İş Bankası yayınları arasında çıkmış olan bu dîvandan bir adet edininiz. “Lisanı çok zor, hiçbir şey anlamıyorum…” Anlamazsınız tabiî, Türkçe’mizin canına okudular. Ne yapıp yapıp Fuzulî Divanını anlayarak, zevk ve haz alarak okuyabilecek derecede zengin edebî Türkçe öğreniniz.
Millî Gençlik Vakfı’nı hayırlı, faydalı, feyizli çalışma ve hizmetleri dolayısıyla tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum. 11 Mart 2004