Küçük Güzeldir
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Cuma
İngilizce “Günlük Hayatta Küçük Şeyler” adında (Little Thinge in Life) doksan altı sayfalık küçük boyda ciltli (Londra’da basılmış)bir kitap satın aldım. Baskı tarihi yazılı değil ama bundan yüz, hatta yüzyirmi yıl öncelerine ait olduğu anlaşılıyor. Yazarı belirtilmemiş.
Önceki yazılarımdan birinde, küçük iyiliklere temas etmiştim. Zamanımız insanı büyük, çok pahalı, lüks, gösterişli şeylere yönlendirilmiştir. İnsanlar küçük, mütevâzı şeyleri sevmiyorlar, onlara rağbet etmiyorlar. Büyük, fazla miktarda, pahalı, lüks, gösterişli şeylere herkesin gücü yetmediği için de bir yığın üzüntü, tatminsizlik, sıkıntı meydana geliyor.
Elde edilmesi nisbeten kolay olan küçük şeylerle de bahtiyar olabiliriz. Yeter ki, küçüğün kıymetini bilelim.
Küçük Bir Mesken: Japonlar küçük evlerde oturuyorlar. Otuzbeş, kırkbeş metrekarelik meskenler. Evleri küçük olduğu için eşyaları da çok az oluyor. Bizde olduğu gibi kanapeler, koltuklar, masalar, sandalyeler, büfeler, vitrinler, gardroplar, karyolalar, etajerler, dolaplar ve saire bulunmuyor. Yer sofrasında yemek yiyorlar, yerde yatıyorlar. Evlerinin küçük, eşyalarının çok az olması onları medeniyet bakımından geri kılmadığı gibi, iktisat ve sanayi bakımından da geri bırakmamıştır. Biz Türkler son otuz kırk yıl içinde büyük, lüks, süslü, şatafatlı, içi fazla ve lüzumsuz eşya dolu meskenlere belki de trilyonlarca dolar harcadık ve yatırdık. Tasarruf etmiş, bu yatırımın sadece üçte birini meskene harcamış, geri kalan kısmını ticarî ve iktisadî kapital olarak kullanmış olsaydık, biz de Japonlar gibi ticaret, iktisat, sanayi, ihracat sahasında dünyanın ilk beş ülkesiden biri olabilirdik. Mesken konusunda ihtiyacımızın üstünde emellerimiz, isteklerimiz, fantezilerimiz oldu ve sonunda iflâs ettik. Hele zenginlerimiz çok ölçüsüz davrandılar. Büyük, lüks ve şatafatlı bir evin kendilerine şeref, itibar, fazilet kazandıracağı vehmine (kuruntusuna) kapıldılar. Bir milyon dolara, beş yüz bin dolara, milyonlarca dolara saray yavrusu köşkler, daireler satın aldılar, millî serveti ölü yatırıma, bir işe yaramaz taş ve beton yığınlarına bağladılar. Süper zenginlerimiz Boğaz kenarında otuz kırk trilyonluk yalılarda, korular içinde, helikopterle gidilen köşklerde oturuyor. Küçük meskenlerin de güzel, sanatlı olabileceğini, içinde oturanlara mutluluk ve huzur sağlayacağını düşünemiyoruz. İlle de daha büyük, daha lüks olsun…
Küçük Bir Otomobil: Otomobil konusunda toplumumuz zıvanadan çıkmıştır. Otomobil nedir? Bir ihtiyaçtır. Herkesin ihtiyacı bir değildir. Ayda birkaç kere otomobille İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelen büyük bir avukat veya iş adamının biraz sağlam, hızlı giden, güvenli bir otomobile ihtiyacı vardır ama şehirde yaşayan, arada bir pikniğe ve gezmeye giden bir kimsenin o kadar sağlam, güvenli, hızlı bir otomobile ihtiyacı yoktur. Bizde otomobil, ihtiyaç olmaktan çıkmış; şeref, itibar, fazilet, asalet, yükseklik âleti ve vasıtası haline gelmiştir. Bu ilkel ve sapık bir zihniyet değil midir? Eskiyince hurdaya atılacak mekanik bir âlet insana nasıl olur da şan, şeref, fazilet, üstünlük kazandırabilir?Medenî bir insan, gerçek bir Müslüman böyle düşünebilir mi?Kış mevsimi geldi, okullar açıldı, nice aile yazlıklardan döndü ve İstanbul trafiği tekrar sıkıştı. Sabah akşam bakıyorum, hemen hemen yüzde doksanında sadece kullananın bulunduğu otomobil selleri yollara çıkıyor ve insanlarımız işlerine, evlerine gidiyor. Niçin toplu taşıma vasıtalarını kullanmıyoruz? Niçin her sabah ve akşam bu azabı, bu eziyeti çekiyoruz? Çünkü paramız kadar aklımız yoktur. İstanbul’da devamlı otomobil kullanmak akıl kârı değildir.Daha ucuz, daha küçük, daha masrafsız, park etmesi daha kolay otomobiller almalıyız ve bunları devamlı olarak kullanmamalıyız. Genellikle otobüsleri, tramvayları, vapurları, trenleri, metroları kullanmalıyız. Lüks ve pahalı bir otomobil insana hiçbir fazilet, değer, itibar kazandırmaz. Ya Rabbi, bu gerçeği ne zaman anlayacağız?
Mesken ve otomobilden sonra başka kategorilerdeki küçük şeylere geçmek istiyorum.
Küçük İyilikler: Param yok, bu yüzden iyilik, hayır hasenat yapamıyorum… İmkânım yok, fakirlere yardım edemiyorum… Bunlar bahanedir. Bir kere, parasız da iyilik yapılabilir. Peygamberimiz, “Kardeşinin yüzüne gülmen, ona tebessüm etmen de bir sadakadır, iyiliktir” buyurmuştur. İnsanlara güleryüz gösteremeyecek, tanıdıklarımıza tebessüm edemeyecek, bir iki tatlı lâfla gönül alamayacak kadar cimri miyiz?.. Çok fakir ve muhtaç değilseniz geçiminizden, harçlığınızdan ayıracağınız çok cüz’î bi miktar ile de iyilik yapabilirsiniz. Peygamberimiz ne buyurmuşlar? “Yarım hurma ile olsun kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz” demişler. İkindileyin karnınız acıktı, bir simit aldınız. Bunun bir parçasını bir kimseye ikram ederek küçük bir iyilik yapamaz mısınız? Yemek yediniz, arta kalan yarım dilim ekmek artığını küçük parçalara ayırıp pencere kenarına, kuşlar yesin diye koyamaz mısınız?
Düşkün Ve Yaşlıları Ziyaret: Zengin, varlıklı mahallelerde yoktur ama fakirlerin yaşadığı yerlerde bazı kimsesiz, düşkün, yaşlı insanlar sıkıntı içinde yaşamaktadır. Muhtardan, çevreden bunları öğrenirsiniz. Ziyaretlerine gidersiniz. Gerekiyorsa az da olsa maddî yardım yaparsınız, “Nasılsınız, bir ihtiyacınız var mı?..” gibi sorular yöneltirsiniz, gönüllerini hoş edersiniz. Paraya, maddî yardıma ihtiyacı yoksa, dışarıdan alınacak bir ihtiyacını alıverirsiniz. Uygun görürseniz haftada bir, beş on dakika bu kimsenin kapısını çalarsınız. Peki böyle yapmakla ne kazanacağım? Çok şeyler kazanırsınız. Müslümanlara söylüyorum: Sevap kazanırsınız, Allah’ın rızasını kazanırsınız. Merhamet ettiğiniz, şefkat gösterdiğiniz için siz de ilâhî merhamete ve şefkate layık olursunuz. Bundan daha büyük kazanç olur mu? İnancı olmayanlara: Güzel, iyi, doğru bir iş yapmış olursunuz. Hiçbir karşılık istemeden yaptığınız bu hareketten dolayı mutlu olursunuz, huzur bulursunuz.
Çocukluğumda, 1950’den önceki yıllarda taşra şehirlerinde insanlar yerde kuru bir ekmek parçası, bir simit parçası gördüklerinde, nimet olduğu için eğilirler, onu yerden alırlar, kuşların veya böceklerin yiyeceği bir yere koyarlardı. Bu da küçük bir iyiliktir. Yine, yazılı kağıtlara hürmet edilir, yerde böyle bir kağıt bulununca temiz bir yere, meselâ duvar dibine konulurdu.
Eskiden yaşlılara, büyüklere hürmet edilirdi. Hiçbir fazileti olmasa bile, sadece yaşlı olduğu için hürmet beslenirdi. Şimdi toplumda, genç kuşaklarda böyle hassasiyetler görülmüyor. Otobüste oturduğu yeri yaşlı bir kimseye, çocuklu bir hanıma vermek o kadar zor bir iş midir? Peki nice gencimiz bu kolay, ucuz, küçük iyiliği niçin yapamıyor?
Küçük Zevkler: İnsanın hayattan zevk ve haz alması için büyük masraflar yapması gerekmez. Zevk ve haz dışta değil, insanın içindedir. Söylemeye hacet yok ki, zevk ve haz derken meşrû ve ahlâkî olanları kasd ediyorum. Damak zevki ve lezzet için ille de çok pahalı, çok lüks, çok masraflı bir lokantaya gidip çeşit çeşit yemek ve tatlı tüketmek icap etmez. Yeni ve güzel bir moda çıktı, simitçi dükkanları açılmış ve oralarda çeşit çeşit lezzetli simitler yapılıyormuş. Üç arkadaş böyle bir yere gidersiniz, içi peynirli sıcacık simitler ısmarlar, yanında çay mı, ayran mı, sütlü kahve mi ne olursa bir de içecek söylersiniz ve tatlı tatlı konuşarak bunları yersiniz. Bu da bir zevk, bir mutluluktur. “Ben simit yiyecek adam mıyım?” diyen salaklar tabiî ki, bundan zevk almazlar. Lüks lokantada kurnaz garson ona sorar “Efendim İskender kebabınız bir mi, bir buçuk mu olsun?” Herif hışımla bakar, sağ elinin iki parmağını V harfi gibi kaldırarak “İki iki!..” diye söylenir. Böyle bir adam peynirli simit ve çaydan ne lezzet alır?
Küçük Gezintiler: Gezmek, eğlenmek için uzaklara, pahalı otellere gitmeye hacet yoktur. Bir gün üç dört arkadaş Ayvansaray’dan başlar, Balat, Fener, Cibali taraflarında bir gezinti yaparsınız. Ezan okununca oralardaki bir camide namaz kılarsınız (Şayet Müslümansanız ve dindarsanız), yemeğinizi, temiz olmak şartıyla bir semt lokantasında veya pidecisinde yer, bir yerde de çay veya kahve molası verirsiniz. Yanınızda bir de fotoğraf makinesi olur ve birkaç resim çekersiniz, hatıra olarak saklarsınız, yıllar sonra “Vaktiyle böyle bir Haliç gezisi yapmıştık…” dersiniz. Küçük, fazla masraflı olmayan, insana mutluluk ve kültür kazandıracak zevkli bir gezi…
Mâneviyat âleminin sultanlarından, Resûl-i Kibriya Efendimizin vârislerinden Ahmed er-Rufai Hazretleri uyuz sokak köpeklerini yıkar, hastalıklı yerlerine merhem sürermiş. O “Ölmeden önce ölünüz” sırrına erdiği, nefsini hiç ettiği, son derece alçak gönüllü ve mütevazı olduğu için sultan olmuştur. Biz onlar kadar olamayız ama onlardan ibret dersleri almamız, onları gücümüzün yettiği kadar taklit etmemiz gerekir.
Yazımı bitirmeden önce size bir yemek mönüsü vermek istiyorum: Tarhana çorbası, bulgur plâvı (lüks olsun diye içine nohut veya mercimek konulabilir), yanında ayran veya kuru erik hoşafı. Ne büyük bir ziyafet… Rızık olarak size ikram edilmiştir. Pişirene ve hazırlayana bakma; gönderene, ikram edene bak… Bu ziyafeti hor görenler, beğenmeyenler adam değildir. 18 Ekim 2003