Küçük İyilikler Küçük Mutluluklar (2)
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Salı
Evinde, bütçesine ve tahsil seviyesine göre özel bir kütüphane kuran ve günde en az yarım saat kitap okuyan bir kimse çok büyük bir mutluluk kazanmış olur. Bu mutluluk lâfla anlatılmaz, yaşamak ve tecrübe etmek lazımdır.
Maalesef ülkemiz kitap okuma konusunda çok geri bir durumdadır. Japonya’da bir vatandaşa yılda 26 kitap düşüyormuş, bizde 6 kişiye bir kitap.
Ne gibi kitaplar okumalıyız? Bunların mutlaka faydalı, kıymetli, kalıcı bilgilerle dolu olması gerekir. Peygamberimiz, “Ya Rabbi! Faydasız ilimden Sana sığınırım” buyurmuştur.
Mutlaka kitap okumalıyız. Günlük gazete okumak yeterli değildir.
Satın alıp kütüphanemize koyacağımız kitaplara, güvenilir kimselerin tavsiyeleriyle sahip olmalıyız. Kitabın ismine, kapağına aldanmamak gerekir. Zehri teneke kupa içinde sunmazlar. Bazen kapağı çok çekici, ismi çok önemli bir kitapta bizi yanıltacak, bozuk fikirler, düşünceler, inançlar, görüşler bulunabilir.
Aylık bütçemizin en az onda birini KİTAP, SANAT ve KÜLTÜR harcamalarına ayırmalıyız. Ne garip bir toplum olmuşuz, otomobil yakıtına, ısınmak için doğalgaza, elbiseye, ayakkabıya, ekmeğe, ete, tavuğa, balığa, gömleğe, pabuca, elektriğe, suya, çaya, kahveye, dondurmaya para veriyoruz da kitaba vermiyoruz. Medenî insanlar için kitap, ilim, irfan, kültür, sanat, bilgelik; su kadar, hava kadar, ekmek kadar, barınak kadar zarurî ve hayatîdir. Kitap okumayan toplumlar medenî toplumlar değil, bedevî ve ilkel toplumlardır.
Söyle bana, evinde özel kütüphanen var mı, yok mu?.. Senin kim olduğunu söyleyeyim.
Bilhassa hanımlara sesleniyorum, evin özel kütüphanesi salonda bulunmalıdır. Salona saçma sapan büfeler, vitrinler, masalar, kristaller, porselenler, gümüşler, avizeler, sehpalar, halılar koyuyoruz…Kitapları evin en kötü yerine atıyoruz. Bu da üzücü bir ilkellik, bedevîlik, beni mâzur görünüz vahşîliktir.
Faydasız gevezelikleri, zevzeklikleri, yakamozlar gibi yanıp sönen, biten güncel dedikoduları bırakalım kitap okuyalım. Biri kalkıp “Ben kitap okumasını sevmiyorum…” derse ona “O halde, ne halin varsa gör!” derim.
Yapabileceğimiz, yapmamız gereken küçük hizmetlerden, vazifelerden, iyiliklerden biri de gerçekten faydalı, bir veya birkaç dergiye abone olmak ve bunların mütalaasıyla bilgi ve kültürünü arttırmaktır. Bendeniz İran’da yayınlanan İslâm harfleriyle Türkçe yayınlanan VARLIQ dergisine aboneyim. “Türkçe-Farsça ferhengi dergi”, ferhengi, kültürel demek. VARLIQ üç ayda bir yayınlanıyor. Yazılarının çoğu Azeri Türkçesiyle, birkaç da Farsça yazı var. Başyazarı Dr.Cevat Heyet.
Bazılarına, hâlâ Arap harfleriyle Türkçe bir dergi yayınlanması garip gelecektir. Unutmasınlar ki, biz Türkler tarih boyunca lisanımızı bir sürü alfabeyle yazmışız. En fazla da Arap-İslâm yazısını kullanmışız. İran’da yaşayan milyonlarca Türk,Türkçeyi Arap harfleriyle yazıp okumaktadır. Şu hususu da belirteyim, orada anadili Türkçe olanların sayısı, Farsça olanlardan çoktur.
Türkiye’de bilhassa İslâmî kesimde çok sayıda dergi yayınlanıyor, fakat bunların tirajları, muhtevaları yani içerikleri, tesirleri, kaliteleri yeterli değil. Çok sayıda dergi olsun ama onların yanında bir tane de haftada veya ayda beş yüz bin satılan çok güçlü, çok değerli, çok etkili bir dergi bulunsun. Abone olmanız için size dergi ismi vermeyeceğim. Böyle bir şey doğru olmaz. Ancak çıkan dergilerden faydalı, değerli, tesirli, seviyeli birine abone olmanızı naçizane tavsiye ediyorum. Bu derginin ülkenin ve halkın geneline hitap etmesi gerekir. Şu veya bu cemaatin, şu veya bu tarikatın, şu ideolojinin, şucuların bucuların dergileri kapalı devre yayın yapan basın organlarıdır. Bulabilirseniz, Türkiye’nin bütününü kucaklayan bir dergiyi okuyunuz.
Kandillerde, birtakım genel veya özel yıldönümlerinde, dinî günlerde helva veya aşure pişirmek ve bunlardan birkaç tabak komşulara hediye etmek.
Bir de komşulardan birinin hastalanıp yatağa düştüğünü öğrenince ona hasta çorbası ikram etmek.
Eskiden bu gibi güzel âdetler çok yaygındı, şimdi komşuluk bağları zayıfladı, böyle ikramlar yapılmıyor.
Dostlarımdan biri helva pişirtmiş, apartmandaki komşulara göndermiş. Götüren on iki, on üç yaşlarındaki kızı. İnanmayacaksınız ama bir dairedekiler helvayı kabul etmemişler. Bazıları surat asmışlar, “Bu da nesi?”, “Nerden çıktı bu?” gibi lâflar etmişler. Kızcağız çok üzülmüş, annesine, babasına “Ne olur, bir daha beni bu helva dağıtma işine göndermeyiniz…”demiş ve biraz da ağlamış.
Çok karamsar olmayalım…Helvamızı, aşuremizi, çorbamızı güler yüzle, teşekkürle alacak komşular çok şükür çoğunluktadır.
Hem biliyor musunuz, böyle ikramlar ne kadar küçük ve mütevâzı olurlarsa olsunlar, dostlukları, komşulukları, sosyal bağları pekiştirir, insanları mutlu kılar.
Farz edin, biraz üşütmüşsünüz, yatağa düşmüşsünüz, ateşiniz var, bütün vücudunuz ağrı, sızı içinde…Kapı çalınıyor, komşu size üzerinden dumanlar çıkan bir hasta çorbası yapıp göndermiş. Emin olunuz bu çorba size doktorun verdiği ilaçlardan daha şifalı olacaktır.
Peygamberimiz, “Cebrail Aleyhisselâm bana komşular hususunda o kadar çok öğüt verdi ki, neredeyse komşuların birbirlerine vâris olacaklarını sandım” buyuruyor.
Sözü uzatmayalım, zayıflayan, hatta kopma derecesine gelen komşuluk bağlarını yukarıda anlattığım gibi küçük ikramlarla, hediyelerle sağlamlaştıralım.
Bu gibi küçük iyilikler insanları mutlu kılar… Mutluluk…En büyük ihtiyacımız…
Yapabileceğimiz, yapmamız gereken iyiliklerden biri de muhtarlara giderek çok fakir, çok muhtaç, çok perişan durumdaki birkaç vatandaşın isim ve adreslerini almak ve elimizden geldiği kadar onlara yardım etmektir.
Dostlarımdan Alp Bey, her Ramazan’da olduğu gibi bu Ramazan’da da dağıtmam için bir miktar zekât parası gönderdi. Benim küçük bir işyerim var, onun da sermayesinin ve kazancının zekâtını veriyorum.Evime yakın Küçük Ayasofya Mahallesi’nde çok fakir, gerçekten muhtaç ve perişan vatandaşlar var. Bu zekât paralarının bir kısmını muhtar Sevim Hanım’dan isim ve adres alarak dağıttırdım. Kendim gidemedim, üniversiteli bir gençle gönderdim. Kapıları çaldı, hüviyetlerine baktı, imza mukabilinde, zarflar içindeki paraları verdi. Döndüğünde bir ihtiyar kadından bahsetti, izbe, kömürlük gibi bir bodrumda yaşıyormuş. Daracık bir merdivenle iniliyormuş, karanlıkmış, küf kokuyormuş. Öğrenci gördüklerine inanamıyordu. “Bir insan böyle bir yerde nasıl yaşayabilir?” diyordu. Kadıncağız tabii ki çok sevinmiş, hayır dua etmiş. Oğluyla birlikte yaşıyormuş, o sırada oğlu yanında değilmiş. İlk fırsatta onlara iki battaniye alıp göndereceğim.
Zenginlerin mahallelerinde böyle kimseler yoktur. Maaşallah BağdatCaddesi, Tarabya villaları, Büyükada köşkleri, Ataköy, Bahçeşehir, Kemerburgaz konakları… Oralarda zekât verecek, yardım edecek kimse bulamazsınız. Ama bütün şehir böyle değil. Öyle fakirler var ki, kendilerine on lira verilince o kadar seviniyorlar ve mutlu oluyorlar ki. Zaten yalancı fakirlere yardım etmemek gerekir. Adamın iyi kötü otomobili var, pahalı cep telefonu var, lüks televizyonu var… Buna zekât verilmez.
Yine Küçük Ayasofya Mahallesi’nde muhtar Sevim Hanımın anlattığına göre çok fakir ve perişan bir ailenin üç çocuğu verem olmuş. Neden mi? Açlıktan. Tıkınmaktan aşırı şekilde semiren tuzu kuruların kulakları çınlasın.
Peygamberimiz “Az sadaka, çok belâyı, musibeti, kazayı uzaklaştırır…” diyor. Sadakalar mânevî birer sigortadır. Kazancımızın bir kısmını bu işe ayıralım. Zarar etmeyiz, kâr ederiz. Sadaka verenin, hayır hasenat yapanın malı ve kazancı bereketlenir. 16 Kasım 2005