Küçük Mutluluklar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Çarşamba
Büyük iddialarım yok, Türkiye’yi kurtarmak benim işim değil. Kendi halinde bir insanım. Keşke hiç olabilsem, onu da olamıyorum. Küçük iyilikler yapmaya çalışıyorum. Birkaç hafta önce Sultanahmet parkının yanından geçerken, bahçedeki temizlik esnasında topraktan sökülüp çöpe atılmış iki küçük fidan buldum. Can çekişiyorlar, lisan-ı halleriyle ağlıyorlardı. Bitkilerin de dilleri vardır ama biz anlamıyoruz. Hazret-i Süleyman kuşların dilini bilirmiş. Bazı hayvanlar ve böcekler bizim görmediklerimizi görüyor, işitmediklerimizi işitiyor.
Fidancağızları eğilip yerden aldım, yakındaki evime götürdüm. İki küçük saksıya bahçeden toprak doldurdum, onlara diktim. Tomurcukları açtı, biri at kestanesiymiş, diğerini bilemedim. Şimdi fidanlar köydeki evimin önünde, bu yazıyı yazarken onlara bakıyorum. Teşekkür eder gibiler. Canlı bitkiler zikrederler, onlar da zikrediyor. Bu iki fidanı kurtardığım için mutluluk duyuyorum. Küçük bir mutluluk denilebilir. Olsun, ben buna razıyım.
Yemekten sonra sofradaki ekmek kırıntılarını bahçeye atıyorum. Karıncalar, başka böcekler yesin diye. Bu da başka küçük bir mutluluk değil mi?
Herkes böyle küçük iyilikler, hayırlar yapabilir. Birike birike büyük olurlar. Üzüntülü bir insanı teselli etmek, ferahlamasına sebep olmak; birisine tebessüm etmek, güleryüz göstermek; öğle yemeğine lokantaya giderken yolda rastladığı birini yemeğe davet etmek; Kadıköy’e giderken, evdeki kuru ekmekleri bir paket yapıp vapurdan martılara atmak; yolda yürürken kaldırımda gezinen karıncaları ezmemeye çalışmak. Bunlar hep küçük iyilikler ve küçük saadetlerdir.
Kırk yıldan fazla bir zamandır basın ve yazı işleriyle meşgulüm. Bu kırk yıl içinde bir kişinin namaza başlamasına vesile olduysam ne mutlu bana. Bir kişiye, evet tek bir insana faydalı bir bilgi öğretebildiysem, kırk yıl boyunca bir defa bile doğru ve iyi bir şeyi insanlara söyleyebildiysem, kendimi bahtiyar addederim.
Büyük konuşmak, dünyaya ve insanlara tepeden bakmak, kütlelerin alkış selleri içinde yüzmek, havalarda uçmak… Bunlardan hoşlanmıyorum. Övgülerden rahatsız oluyorum.
Doğru olduğuna inandığım bir yol tutturmuşum, o yolda gidiyorum. Çoğu gitti azı kaldı, ömrümün büyük kısmı geçti. Hak bellediğim yolda devam edeceğim inşaallah.
Kimseden bir şey beklediğim yok. Ne ücret, ne alkış, ne de âferin. “Ebnâ-i dehr her hünere âferin verir / Ya Rab bu âferin ne tükenmez hazinedir.” Bütün âferinler sahiplerinin olsun, bana gerekmez.
İnsanlarla fazla ihtilât etmem. Küçük bir çevrem vardır, onun dışına çıkmam. Bir gözü kör kedim bana arkadaşlık ediyor. Ağzı var dili yok diyemeyeceğim. Dili var da, biz insanlar pek anlamıyoruz. Geçenlerde bahçede otururken yakındaki köyden bir köpek geldi, ona biraz ekmek verdim. Kedi, köpeğin kendi hayat sahasına girmesinden memnun olmadı, tüylerini kabarttı, köpeğin üzerine atladı ve onu bağırtarak kaçırttı. Köpeğin cüssesi büyüktü, kedinin cesareti. Keşke, birtakım insanlar da bu kedi kadar cesur olabilseler.
Geçenlerde cahillerle konuşmak hatâsını irtikâb ettim ve ağzımın payını aldım. O günün akşamı eve döndüğümde ciltli büyük bir kitabı açtım, gözlerimin önüne şu fasıl geldi: “Cahillerle ülfet etmemek hakkındadır.” Fesubhanallah, bu satırları bir gün önce niçin okumamışım?
Cahile iyilik edersen, ondan bucak bucak kaçmalısın. İyilik edilmeye layık olmayan birine bir iyilik edersen, kendini onun şerrinden koru. Bende bu sözün Arapçasının hüsn-i hat levhası var.
Şu yaşa geldim, hâlâ aldanıyorum, aldatılıyorum. Beni teselli eden husus, aldatan değil, aldatılan olmaktır. Ya maazallah ben birini aldatsam. Talmud’ta bir cümle okumuştum: “Zâlim olmaktansa mazlum olmayı tercih et.”
Lâf lâfı açıyor, evvelki pazar köyden bir işçi tuttum ve bahçenin bazı yerlerine çit yaptırttım. Arazimin sınırını çizen küçük dere hâlâ akıyor ama bir iki hafta sonra kuruyacak. Su kaplumbağaları var, güneşlenmek için kenara çıkmışlar, beni görünce suya atlıyorlar.
Bu ıssız yerde epey misafirim oluyor. İkindi vakti yaseminli yeşil Çin çayı demliyorum. Kaç gündür gazete okumuyorum, radyo dinlemiyorum, televizyon da seyretmiyorum. Zaten evde televizyonum yok. Bazen lokantada, misafirliğe gittiğim bir yerde oluyor da o zaman bakıyorum.
Evimin yakınındaki bataklık gibi bir yerde köylülerin “su mancarı” dediği bir bitki yetişiyor. Ondan getirdiler, “Su mancarlı cacık” yapıp yedim. Tadı nasıl mı? Tarifle mümkün değildir, siz de bulursanız yapıp yiyin.
Ben yabanî mantarın hangisi yenir, hangisi zehirlidir bilmiyorum. Biri bahçemden çok lezzetli mantarlar toplayıverdi. Onlarla mantarlı amberbû pilavı pişirdim.
Yakındaki iki köyde şimdi yatsı ezanı okundu. Köylerde pek genç kalmamış, kalanlar da camiye gelmiyor. Sadece cumayı kılıyorlar.
Ben yokken köydeki eve hırsız girmiş. Pencerenin camını kırmış. Evde çalınmaya değecek hiçbir kıymetli eşya olmadığı için defolup gitmiş. Hırsızlara karşı tuzak kurmak istiyorum. Meselâ bir kurt kapanı. İster misiniz, hırsızın biri tuzağa düşsün, yaralansın ve beni de “Bu zavallı hırsızcağıza niçin tuzak kurdun?” diye yakalasınlar.
Eskiden Mısır’da Karakuş adında bir hakim varmış. Acayip hükümler verirmiş. Birgün eli sargılı, ayağı alçılı biri bu hakime müracaat etmiş ve “Efendim, bendeniz geçimini hırsızlıkla temin eden bir kimseyim. Geçen gece, âdetim olduğu üzere nafakamı tedarik etmek için bir evin penceresinden içeriye girmek isterken, pencere pervazı yerine iyice çakılmamış olduğu için düştüm ve ayağım kırıldı, yaralandım. Şimdi iyileşinceye kadar mesleğimi icra edemeyeceğim, geçim sıkıntısı çekeceğim. Pencere pervazı çürük olan ev sahibinden dâvâcıyım” demiş. Karakuş hâkim gürlemiş: “Getirin bana o ev sahibini!” Adamı yaka paça tutup getirmişler. Karakuş ona, “Bre nâbekâr!” Niçin pencerenin pervazını doğru dürüst çaktırmadın da şu fukara hırsızın düşmesine sebebiyet verdin?” Ev sahibi titreyerek, “Efendim bu suçun sorumlusu ben değilim, pencereyi çakan ustadır” demiş. Hakim ustayı getirtmiş, ona bağırmış. O da, “Efendim, bu işin kabahati bende değildir. Pencereyi çakarken, tam o esnada sokaktan güzel ve gözalıcı olan bir kadın geçmişti, ona hayranlıkla bakarken iyi çakamamışım” cevabını vermiş. Hakim o kadını buldurup getirtmiş. Kadın da, “Aslında ben o kadar ahım şahım bir kadın değilim, lâkin elbisemin kumaşını boyayan kişi öyle harika bir boya vurmuş ki, görenin aklı gitmektedir. Suç ondadır” şeklinde bir müdafaa yapmış. Kumaşı boyayan bulunmuş, “Bu kadının o elbisesinin kumaşını sen mi boyadın?” “Evet, ben boyadım” demiş. Başka bir diyeceğin var mı diye sormuş hakim. Boyacı “Yoktur” demiş ve mahkeme kararıyla ertesi sabah asılmış… 11 Mayıs 2000