Küçük Notlar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Perşembe
İstanbul ilçelerinden birindeki Ramazan çarşısında açılan dönerci, köfteci, sucukçu dükkanlarında güpe gündüz satış yapılıyor ve yemek yeniyormuş. Gören biri anlattı, inanmak istemedim. Rezalet! Böyle Müslüman belediyecilere yazıklar olsun.
Bir camiye teravih namazı için gittim. Cami küçüktü, sadece bir saf cemaat vardı. İmam efendi ve müezzinler hoparlör kullanıyordu. Buna hiç lüzum yoktu.
Belediye’nin halk ekmek işletmesi soyalı ekmek de çıkartmış. Bir tane aldım, çok lezzetliydi. Halk Ekmek, örnek kurumlarımızdandır. Tebrik ediyorum. Bu münasebetle muhterem okuyucularımı kesinlikle beyaz ekmek yememeye, kepekli ekmek yemeye dâvet ediyorum. Beyaz ekmek yemek bir tür uzun vâdeli intihardır.
Bir Ramazan çarşısında gecenin ilerleyen saatlerinde başı örtülü genç bir hatun, seller gibi akan kalabalık içinde çocuk arabasıyla bir bebeği gezdiriyordu. O saatte, o sel gibi kalabalık içinde minicik bir yavrunun ne işi var?
Aleyhimde açılan bir dava için İstanbul’daki adliye binalarından birine gittim. Kapısı açık bir ağır ceza salonunun arka tarafına dosyaları saman balyaları gibi yığmışlar. Devletin bunlar için birkaç madenî dolap almaya parası mı yok? Dosyaların perişan bir şekilde açıkta durması adliyenin vakarına yakışmıyor?
Mahkeme binasının koridorlarında sandalyeler var. Her sandalyenin arkasındaki duvarda kirli yağ izleri görülüyor. Bunlar, baş yağlarıdır. Baş yağı ne demek mi? Oturanlar duvara başlarını dayamışlar. Jöle midir, kir midir, saç yağı mıdır, işte onların lekesi…
Reformcu bir ilahiyatçı
fetvasını vermiş… İlerici, çağdaş, pembe gazetelerde
gibisinden yazılar yer alıyor. Bunlar adam olmaz.
12 Eylül 1980’den sonra İstanbul kaldırımları yaz-boz tahtasına dönmüştü. Büyüklerimizden biri kaldırım taşı fabrikası kurmuş, ondan bol bol mal almak için kaldırımları bir yapıyorlar, bir bozuyorlardı. Şimdi de sık sık kaldırım yenileniyor…
Bakanlardan biri Topkapı sarayındaki Sakal-ı Şerifi, Yeşilköy havaalanına ayağına getirtmiş. Böyle bir saygısızlığı padişahlar asla yapmamıştır. Onlar, Hırka-i Şerif dairesine gittikleri vakit son derece hürmet gösterirler, edebli hareket ederlerdi. Ne günlere kaldık!
Göztepe’ye cami yapılacak diye bilcümle çağdaşlar hop oturup hop kalkıyorlar. Bunca kilise yapılırken niçin sesleri çıkmıyor?
Mübarek Ramazan ayında irtica tehdit ve tehlikesi kat kat artıyor. Çünkü oruç tutanlar ve namaz kılanların sayısı çoğaldığı için…
Bazı saflar Haçlıların bizi bu halimizle Avrupa Birliği’ne alacağını sanıyor. Türkiye’yi parçalamadan kesinlikle almazlar. Üç parçaya ayıracaklar, Pembelerin kontrolunda kalan kısmı alacaklardır.
Avrupa Birliği’ne girersek serbest dolaşım hakkımız olmayacakmış. Avrupalılar bir ülkeden ötekine hüviyet kartıyla geçebiliyor. Biz ise (şayet alınırsak) vize kuyruklarına gireceğiz,
gibi engizisyon işkencelerine maruz kalmakta devam edeceğiz.
Üsküdar’da papazlı hahamlı bir iftar ziyafetini Müslüman gençler basmışlar, papazlar kaçmak zorunda kalmışlar. Diyalog ve hoşgörü taraftarları kimbilir ne kadar üzülmüşlerdir.
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına emir verdi, hoparlörleri sonuna kadar açmayınız, ölçülü bir şekilde açınız dedi. Bu emri dinleyen kim? Yine bazı camilerde sonuna kadar açılıyor. Neymiş, İslâm dini yüksek bir dinmiş, hoparlörün sesi de yüksek olmalıymış…
Devletli bir zat
demiş. Bu zat Kur’ân okumuyor mu?
İnternet’i karıştırırken Müslümanlığı seçen Yahudilerle ilgili siteler buldum, ilginç yazılar okudum, bilgilendim. İlgilenenler www.jews-for-allah.org.’u bulsunlar. (İngilizcedir.)
Kardeş Pakistan’da beklenmeyen bir deprem oldu, ben bu satırları yazarken ölü sayısının kırkaltı bin olduğu bildiriliyordu. Rakamın artmasından korkuluyor. Bizde, İstanbul’da deprem olacağı biliniyor, yıllardır bekleniyor. Hiçbir tedbir alınmıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırılan rapora göre şehirde 40 bin bina yerle bir olacakmış. Her binada en az on kişi olsa dört yüz bin kişi eder. Kaldı ki, bazı binalarda 10’dan fazla insan yaşıyor. Pakistan’daki zelzelede ölenlere rahmet diliyorum. Allah İstanbul’u ve Türkiye’yi idare edenlere akıl, fikir, vicdan ihsan buyursun.
Trafik açısından İstanbul tam bir tımarhaneye döndü. Bu yüzden iftarları evimde yapmak istiyorum. Bazı dâvetlere, çağıranları kıramadığım için icabet etmek zorunda kalıyorum. Yaşım ilerledi, uzak semtlere gitmek zor oluyor. İki saat önceden yola çıkıyorsunuz, yine de vaktinde iftara yetişemiyorsunuz. Özür beyan ediyorsunuz, dinlemiyorlar, ille de bekleriz, gelmezseniz gönlümüz kalır diyorlar.
Hoparlör tesisatı olmayan küçük bir cami olsa. Mihrabında sesi güzel, kıraati düzgün, müzik kulağı olan bir imam bulunsa ve bendeniz teravih kılmak için oraya gitsem. Maalesef, binlerce caminin bulunduğu İstanbul’da böyle bir İslâm mâbedi yok. Haddinden fazla açılan hoparlörlerden nefret ediyorum. Geçenlerde bir yerde namaz kıldım. Hoparlörler aşırı şekilde açılmıştı, üstelik eko yapıyordu. Namazın sonunda dayak yemiş gibi bitap düştüm…
Bundan birkaç sene önce bin kişilik çok lüks bir iftara çağrılmıştım. Teşrifatçılar bendenizi altı kişilik bir masaya oturttular. Akşam okundu, garsonlar yemekleri getirmeye başladılar. Ana yemek kemikli incik etiydi. Masadaki muhteremlerden biri kemiği iki eliyle tuttu, elma ısırır gibi etleri yedi. İslâm’da el ile yemek yenilebilir. Lakin avrupaî ve alafranga bir sofrada bu şekilde kemikli et yemek doğru değildir.
Bu anlatacağım vak’a yıllarca önce Ramazan dışında bir vakitte cereyan etmiştir. İki kişi, namaz vakti haricinde bir camiye girmişler. Bir zat orada yalnız başına namaz kılıyormuş. Yanından geçerlerken, iki zattan biri ötekine “Şu adam ne güzel namaz kılıyor…” demiş. Herif bunu duymuş. Namaz içinde şöyle seslenmiş: “Ben bugün aynı zamanda oruçluyum…” demiş.
Türkçe büyük bir Kur’ân tefsiri satın almak isteyen Müslümana sormalı:
Yok derse ona tefsir satmamalı.
İçimden bir ses, ileride dindar ve samimî Müslümanlara büyük zulümler yapılacağını söylüyor. Allah’a sığınmak, sadaka vermek, tedbir almak gerek.
Büyük ve vahim hadiseler olursa, Boğaz’ı aşıp da Anadolu yakasında oldukça uzak bir yerdeki bağ evime nasıl gideceğim?
Güney Akdeniz’deki bir İslâm-Arap ülkesinde zâlim ve kâfir rejimin casusları fecir vakti, henüz güneş doğmadan etrafı kolaçan ediyorlar, pencerelerinde ışık görünen haneleri tesbit ediyorlarmış. Bu evlerdekilerin suçu sabah namazına kalkmakmış…
Akıl parayla satın alınabilinseydi ne iyi olurdu. Parası olup da aklı olmayanlar, ihtiyaçları kadar akıl satın alırlardı da şu memleket biraz düzelirdi. Belki de, akılları olmadığı için, parayla almak mümkün olsa bile satın almazlardı.
Seller gibi akan kalabalık içinde rabıtalı giyinmiş bir tek kadın gördüm. Başını koyu renkli bir örtü ile örtmüştü. Sırtında çizgili, koyu renkli bir tünik vardı. Öteki tesettürlülerin kıyafetleri evlere şenlikti. En cırtlak pembeler, en berbat sarılar, maviler, yeşiller, eflâtunlar, kırmızılar, morlar. Karnaval kıyafeti gibi…
Büyük bir devlet adamının korumaları camide gazeteci dövmüşler. Dayak yiyenin meslekdaşları fotoğraf makinalarını yere koymuşlar, önlerinden geçen devletliyi alkışlarla protesto etmişler. Bendeniz, devletlilerin gittiği camilere gitmem. Neme lâzım, bu yaştan sonra itilip kakılmak, dayak yemek, ayak altında kalmak istemem.
Büyük medya Orhan Pamuk mahkemeye verildi diye büyük gürültü ve yaygara koparttı. Bir Müslüman fikirleri, tenkitleri, görüşleri dolayısıyla mahkum edilince sesleri çıkmıyor. 14 Ekim 2005