Cumartesi

 

Türkiye halkı okumuyor. Japonya’da bir Japon’a yılda 26 kitap düşüyormuş, bizde 6 Türkiyeliye bir kitap! Bir ara

Kürtçe serbest bırakılsın

diye büyük gürültüler kopartıldı. Serbest bırakıldı, o dille kitap, dergi, gazete yayınlanmaya başlandı. Yayınlandı da ne oldu?

Biz Türkiye nüfusunun yarısına yakınız diyen sevgili Kürt vatandaşlarımız Kürtçe kitapları kapış kapış satın alıp okudular mı? Nerede gezer… Okumadılar, okumadılar, okumadılar…

Evet, uluslararası istatistiklere göre bizde çok az kitap okunuyor. Okumayanları bir kenara bırakalım da okuyanlara bakalım. Neler okuyorlar? Geçenlerde sahibi bulunduğum kitapçı dükkanına gitmiştim (ayda bir kere uğruyorum…), bir rafta son bir yıl içinde satış rekorları kıran bir kitabı gördüm. Roman boyunda orta hacimli bir kitap. Eve götürdüm, üç gün içinde okudum. Aman ya Rabbi, ne kadar zayıf bir kitaptı. Sanki geri zekâlılar veya zekâ özürlüler için yazılmıştı. Edebiyat, fikir, sanat bakımından 10 üzerine 3 alamayacak bir kitap. İşte okuyanlarımız da böyle kitaplar okuyor.

İslâmî konuda ciddî bir kitap çıkartılsın, okunmaz. Bizde kitaplar genellikle bin adet basılıyor. Son yıllarda binin altında, beşyüz, altıyüz tiraj da görülüyor.

Birinci madde: Bizde kitap satılmıyor.

İkinci madde: Az sayıda basılan kitapları bazıları satın alıyor ama okumuyor.

Üçüncü madde: Okuyanların çoğu, iyi okumuyor ve bir şey anlamıyor.

Dördüncü madde: Anlayanlar ki, yüzde bir bile değildir; okuduklarını, öğrendiklerini hatırda tutup hayata uygulamıyor.

Yanlış anlaşılmasın, bizde hiç iyi kitap çıkmıyor demiyorum. Elbette çok güzel, çok güçlü, çok kıymetli, çok faydalı kitaplar çıkıyor ama bunlar çok az basılıyor, çok az okunuyor, çok az anlaşılıyor, çok az faydalı oluyor.

Önemli bir mesele şudur: Kitap okuyabilmek için sadece okur-yazar olmak yeterli midir?

Cevap: Kesinlikle yeterli değildir. Kitap okuyabilmek için mutlaka ama mutlaka güçlü, seviyeli, yeterli bir lise tahsili yapmış olmak gerekir.

Gerçek mânasıyla kitap okuyabilmek için şu sahalarda yeterli kültüre sahip olmak gerekir:

– Konuşulmayan, sadece yazılan ve okunan edebî, zengin, kültürel Türkçeyi bilmek.

– Yeterli miktarda genel ve millî tarih bilmek.

– Mantık bilmek.

– Felsefe bilmek (Psikoloji, ahlâk, estetik, metafizik, felsefe tarihi, büyük filozoflar, felsefî doktrinler…)

– Az fakat sağlam sosyoloji ve antropoloji bilmek.

– En az beş bin kültürel referans sahibi olmak.

Bizim liselerimiz, mezunlarına (diploma alanlara) bu bilgileri yeterli derecede veremiyor.

Bizde yeni nesiller kasıtlı ve planlı bir şekilde okur-yazar câhil haline getirilmiştir.

Ömer Seyfeddin’in, Halide Edib’in, Reşat Nuri’nin ve benzeri çok yakın çağ ediblerinin Türkçe kitaplarının, sadeleştirilerek yani Türkçe’den Türkçe’ye çevrilerek yayınlandığı bir ülkede kültür-kırımı olmuş demektir.

Okullarımızda eskiden bitirme imtihanları vardı. Liselerde hem bitirme, hem de olgunluk-bakalorya imtihanları vardı. Bunları kaldırdılar. Okulları Dingo’nun mekânı haline getirdiler. Ön kapıdan giren çocuğumuz, birkaç yıl sonra elinde bir paçavra olduğu halde arka kapıdan çıkıyor.

Bir emekli öğretmen okuyucumun 10 Kasım tarihli mektubundan bir iki cümle naklediyorum:

“Yeni nesiller elden çıktı veya çıkmak üzere. Gençler bilgisayar, cep telefonu, araba kullanabiliyor, yaşlıların yapamadıkları birtakım teknik işlerden anlıyor. Gel gelelim, bunlar bakkaldan ekmek alıp iki yumurta pişirip karnını doyurmaktan âcizler.

Üniversiteyi bitirmiş, resmî daireye bir dilekçe yazıp iş takip etmekten âciz. Medenî cesareti yok. İki çift lâf edemiyor. Pısırık, tüketici, hayalperest, ver yiyeyim ört yatayım, üretmeden tüketmeye yönelik,

hazırcı lüpçü bir gençlik…”


Bir eğitim fakültesinde öğretim üyesi olan bir dostum var. Görüştüğümüzde ona soruyorum: Öğrencileriniz içinde kabiliyetli, istidatlı, geleceği parlak delikanlılar ve genç kızlar var mı? Maalesef yok diyor. Onbeş sene önce erkek öğrenciler içinde böyleleri varmış. Şimdi kalmamış. Birkaç kız kalmış, onlar da eski hanım kızlar kadar çalışkan, becerikli, idealist, başarılı değilmiş.

Berberde traş oluyordum. 17-18 yaşlarında iki delikanlı da oradaydı, saçlarını üç numara makineye vurdurtmuşlardı. İkisinin de kulaklarında küpe vardı. Gittiler, berbere sordum, bunlar ne iş yapar? Karşıki lisede öğrenciler dedi.

Kapalı bir hanımın kızı bir lisede okuyormuş. Etekliği dizden aşağı olduğu için birtakım ilerici, çağdaş, laik öğretmenler tarafından rahatsız ediliyormuş. Etekleri kısa olmadığı için kıza gerici muamelesi yapılıyormuş. Ne günlere kaldık!

İstanbul liselerinden dışarıya çıkan gençler, havalar müsait ise gömlek yakalarını gevşetiyor, iki düğme birden çözüyor, gömleklerinin eteklerini pantolonun üzerine çıkartıyor. Apaş kıyafeti. Eskiden böyle bir şey yapmak mümkün değildi. Çok daha fecisini anlatayım:

Yatılı bir okulun onüç-ondört yaşındaki öğrencileri geceleri kapıcıya birkaç kuruş veriyorlar, civardaki batakhanelere gidiyorlar ve travestilerle haşir neşir oluyorlarmış. Nereden öğrendin bu pis hâdiseyi diye soracaksınız. Emin olunuz, çok sağlam bir kaynaktan öğrendim. Daha bluğ yaşındaki çocuklar böyle yetişirlerse büyüdükleri vakit onlardan ne hayır gelir?

Resmî raporlara ve istatistiklere göre okullarda uyuşturucu kullanma yaşı 11’e kadar düşmüş. İki sene önce sur içindeki bir ilköğretim okulunda okuyan bir kız rahatsızlanmış, anne ve babası doktora götürmüş. Doktor muayene etmiş, sonra üzgün bir surat ve çatık kaşla ebeveynin yanına gelmiş ve kulaklarına: “Maalesef kızınız hâmiledir…” demiş. Anne baba yıkılmış, okula koşmuş. Kız sıkıştırılmış. Mesele anlaşılmış. Okulun kalorifer dairesinde altı erkek arkadaşı ile kız seks yapmışlar. Hayır kıza tecâvüz edilmemiş, kendi rızası ve isteğiyle cinsel ilişkide bulunmuş.

Bir fıkra hatırıma geldi. Kodamanın birine bir adamı pür telaş gelmiş, eziliyor büzülüyor, bir türlü söyleyemiyormuş. Ah efendim, vah efendim, aman efendim… diye laflar geveliyormuş.

Kodaman gürlemiş: Konuş be!… demiş. Ne oldu?

– Efendim kızınız… hık mık… nasıl desem… ah vah eyvah…

– Konuş ulan, kıvranıp durma öyle, ne olduysa açık söyle.

Adam nihayet baklayı ağzından çıkartmış:

– Efendim kızınız randevuevinde basıldı, şu anda polis nezaretinde demiş.

Kodaman rahat bir nefes almış:

– Önemi yok demiş, hallederiz. Ben de kızımın örtünüp gerici olduğunu söyleyeceksin diye korkmuştum…

Doğrusu biz Müslüman Türkiyeliler iki ateş, örs ile çekiç arasında kalmış vaziyetteyiz. Bir taraftan Avrupa sıkıştırıyor:

– Zinayı suç saymayacaksınız…

– Homoseksüelliği serbest bırakacaksınız…

– Sevicilerin resmen dernek kurup teşkilatlanmalarına izin vereceksiniz… diyor.

Avrupa’nın bu isteklerine paralel olarak Ankara’daki Diyanet Başkanlığı’na dilekçe yağıyormuş, homoseksüelliğin serbest olması için fetva isteniyormuş.

Müslümanlara ve Türklere

Acı Soğan

diyenler İslâm ahlâkını, millî edeb ve terbiyeyi yıkmak için seferber olmuş vaziyetteler. Zavallı Müslüman yığınlar iyice sersemlemiş, şaşırmış vaziyette.

Oğlum Tuncer iyi bir yüksek tahsil yapsın, hayata atılınca çok para kazansın, lüks otomobil alsın, lüks meskende otursun, lüks yazlığı olsun, lüks yaşasın, lüks gebersin… Kızım Sevsal lüks bir hayata kavuşsun, elini sıcak sudan soğuk suya sokmasın, lükse garkolsun, lükste mağruk olsun (boğulsun)…

Müslümanlar evlerindeki televizyonları açıyorlar, içeriye mavimtrak ve şeytanî ışıklar doluyor. Bol sayıda kanal var. Bir ikisi dışında, İslâm ahlâkına uymayan yayın yapıyorlar.

Elinize aleti alıyorsunuz zap: Çıplak ve şehvetli karılar hopluyor, zıplıyor, ha ha ha, hi hi hi, he he he, isterik kahkahalar, göğüs açık, bağır açık… Bir zap daha: Bir yasak aşk sahnesi… Yeni bir zap: Bir hafta sonu şenliği, evlere şenlik… Ekranlardan aşk, içki, kumar, fuhuş, azgınlık, fısk fücur, günah, isyan, tuğyan, zina, çıplaklık, laubalilik, yaramazlık akıyor. Maalesef birtakım Müslüman kanallarda da böyle programlar var.

Geçenlerde bir haber ajansında şöyle bir haber başlığı gördüm:

“Türkiye’nin geleceği pırıl pırıl…”

Kahkahayla güldüm. 27 Kasım 2005