Perşembe

Beş büyük cilt, üç bin sayfadan fazla, konunun en büyük uzmanları tarafından hazırlanmış bir tarih şaheseri, içinde binlerce belge, resim, harita yer alıyor. Böyle bir kitabın misli (benzeri) dünyanın hiçbir ülkesinde yok. İsmi Filistin ve Kudüs Tarihi. Bu bölge, bu kutsal şehir 400 yıl Osmanlı devletinin bir parçası olmuştur. İçinde akıllara hayret veren bilgiler ve belgeler yer alıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında ünlü bir paşamız gizlice İngiliz General Allenby ile nasıl görüşmüştü? Güneydeki Yıldırım Ordularımız nasıl çökmüştü? 1492’de Osmanlıların ülkelerine kabul etmiş olduğu Yahudiler’in Filistin cephesi hezimetinde rolü ne olmuştur? İngiliz ordusuyla birlikte Türklere karşı çarpışan Siyonist lejyonlarının mahiyeti nedir?.. Daha böyle yüzlerce, binlerce önemli ve meraklı konu. Hepsi sahih belgelerin ışığında.

Bu muazzam kitabı kim mi çıkartmıştır? Hangi adresten temin edilebilir?

Beni güldürmeyin. Biz Müslüman Türkler daha kendi ana tarihimizi, kendi edebiyatımızı, kendi kültürümüzü, kendi sanatlarımızı, lisanımızın lügat ve gramer kitaplarını bile doğru dürüst yazamamışızdır. Nerede kaldı ki, böyle bir Filistin tarihi yazalım. Ben hayallerimi yazıyorum.

Bir millet düşünün ki, tarihin ve cihanın en büyük imparatorluğunu kurmuştur, asırlarca üç kıtada bayrağını dalgalandırmıştır. Büyük tarih felsefecisi Arnold J. Toynbee o devlet için “Eflatun’un ideal Cumhuriyet’ine realitede (uygulamada) en fazla yaklaşabilmiş sistem Osmanlı Devleti’dir” (Tarih Üzerine bir Etüd, Ispartalılar bahsinde) hükmünü vermiştir… Ve bu millet şu anda gördüğünüz durumdadır. Her şeyi bitmiş, teselli bulmak, biraz sevinmek için dünya futbol şampiyonluğundan başka hiçbir ümit kalmamış. O da kursağında kalmış.

Fransa 18’inci yüzyılın sonunda Mısır’ı zaptetti, orada iki yıllık bir hakimiyeti oldu. Gidin Fransa kütüphanelerine Mısır’la ilgili binlerce (evet mübalağa etmiyorum, binlerce) ciddî ilmî kitap bulabilirsiniz. Biz Mısır’da üç yüz yıldan fazla kaldık ama Mısır hakkında tek ciddî kitap yazamadık.

Anadolu ve Trakya’mızda Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı zamanından kalma binlerce cami, medrese, kervansaray, köprü, imaret ve sair mimarlık eserlerimiz var. Bunlarla ilgili en güzel eseri Fransız Albert Gabriel hazırlamış ve yayınlamıştır. Bizim, onun kitabından daha üstün, daha zengin, daha ilmî, mükemmel bir külliyat hazırlayıp yayınlamamız gerekmez miydi şimdiye kadar? Maalesef bu vazifeyi, bu hizmeti yapmamışızdır. Gerekli para mı yok? Üniversite ve uzman mı yok? Hepsi var ama yeterli ilim yok, irfan yok, gayret yok, hamiyet yok, teşebbüs yok… Bir Yokistan olmuşuz!

On ciltlik büyük ve mükemmel bir “Türkiye Geleneksel Sanatları” külliyatı düşününüz. Bizim, çoğu sönmüş, bir kısmı can çekişen yüz elli, iki yüz kadar geleneksel sanatımız vardır. Bunlarla ilgili bilgileri kitaplaştırmak gerekmez mi? Bu sanatları yaşatmak gerekmez mi? Başka ülkeler, başka milletler, başka devletler en küçük sanatlarına varıncaya kadar yaşatıyorlar, üzerine titriyorlar. Avrupa’nın nice ülkesinde el yapımı kağıtlar, boyama kağıtlar ile ilgili müzeler, enstitüler, arşivler bulunuyor. Hindistan, el yapımı kağıt üretimi, ticareti ve ihracatı ile para kazanıyor. Dünyanın teknik ve endüstri bakımından en ileri ülkesi sayılabilecek Japonya’da hâlâ kimono giymiş ustalar el kağıdı yapıyor. Bizim kağıthanelerimiz ise öldü. Bizde, muhtaç birkaç kişi bulunsa da bu sanat öğretilmek istense hiçbiri yanaşmaz. Fabrikada sigortalı işçilik isterler. Halbuki birkaç kişi geleneksel el yapımı kağıt işinden de pek âlâ para kazanabilir, geçimini temin edebilir. Bizde bu zihniyet, bu kafa yok.

Müsait bir şehrimizde büyük bir “Türkiye Geleneksel Sanatlar Üniversitesi” kurulsa, burada üç beş sene içinde yüz elli kadar eski sanatımız öğretilse, atölyelerinde yapılan sanat ürünleri satılsa, faydalı olmaz mı? Devlet bu işe nereden para bulacakmış? Birtakım itlerin soyduğu bankalar için milyarlarca dolar bulunuyor da böyle hayırlı, faydalı, millî bir iş için niçin bulunmasın?

Eski geleneksel sanatlar canlandırılsa, iç piyasadaki satışlarla onları ayakta tutmak mümkün olmaz. Mutlaka yabancılara satmanın, ihraç etmenin çareleri araştırılmalıdır. Bizim aydınlarımız (küçük bir zümre hariç), zenginlerimiz, halkımız geleneksel sanatlara önem vermez. Bu sanatların kıymetini Amerikalılar, Japonlar, yabancılar anlar ve bilir.

Ateşte pişmiş kırmızı toprak sanat eşyası alıp da bunları salonuna, çalışma masasının üzerine, büfe ve vitrinine koyan kaç Türk biliyorsunuz? Biz aklımızı saçma sapan kristallerle, gümüş eşyayla, pahalı porselenlerle bozmuşuzdur. Halbuki sanat boyutu olan toprak bir eşya, sanat boyutu olmayan pahalı bir gümüşten daha kıymetlidir. Ancak bunu anlamak için kültür ve birikim gerekir.

Yunanistan Girit’te ürettiği yüzbinlerce toprak eşyayı İngiltere’ye nasıl ihraç edip orada satıyorsa, biz de kendi sanatlarımızı canlandırmalı ve dünyanın zengin ülkelerine ihraç edebilmeliyiz.

Son Bosna seyahatimde Saraybosna’daki bir dükkandan küçük zarif toprak bir saksı satın aldım. Çin’de yapılmış. Slovenya’ya gönderilmiş, oradan Saraybosna’ya getirilmiş ve ben de satın alıp İstanbul’daki evime koymuşum…

Artık atlar, katırlar, merkepler taşıma işinde kullanılmıyor. Binaenaleyh semercilik ölmüştür. Hayır! Semerleri kır kahvelerinde, teraslarda, yazlıkların verandalarında, başka yerlerde oturmak maksadıyla kullanabiliriz ve bu sanat da bu şekilde yaşamış olur. Artık at nalı yapılmaz. Pekâlâ yapılır. Bir süs eşyası olarak, uğur getirdiğine inanılan bir şey olarak üretilir.

Son Tunus seyahatimde zeytin kütüğünden oyulmuş kocaman ve derin bir kâse aldım. Ağacın hareleri, menevişleri nefisti. Biz son otuz yıl içinde söktüğümüz zeytin ağaçlarının kerestesinden böyle geleneksel sanat eserleri üretemedik. Ağaçları odun olarak kullandık. Halbuki Filistin’de, Tunus’ta, başka Akdeniz ülkelerinde bu sanattan iyi anlayan ustalar vardır. Onlardan bir ikisini Türkiye’ye getirterek bu sanatı kendi halkımızdan, kendi çocuklarımızdan birkaç kişiye öğretebilirdik ama bunu yapmadık, kıymetli zeytin kütükleri de ziyan olup gitti.

Geleneksel el sanatlarımızı canlandırmak için, fabrika kurarken gerekli olan büyük paralara, sermayelere ihtiyaç yoktur. Kırmızı topraktan eşya üretecek bir işyeri kurmak hiç de zor ve pahalı değildir. Önemli olan müzelerdeki birkaç bin yıllık eski toprak eşyalara benzer eşyalar yapıp kültürlü turistlere, kültürlü yerlilere (kaç kişi kaldı kültürlü olan?) satabilmektir, onların ilgisini çekebilmektir. Bu da para istemez. Toprak sanatkârlarımıza bu konuda uzmanlarımız rehberlik edebilir. 19Temmuz 2002