Kur’ân’ı Allah Korur
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 06 Mart 2019
Pazartesi
Dünyada anayasasında laiklik ilkesi yazılı olan iki büyük devlet vardır. Birincisi Fransa’dır. Fransa gerçekten demokrat bir ülkedir, yine gerçekten hukuk sistemi sahibidir, temel ve evrensel insan haklarına riayet edilen; fikir, kültür, sanat üreten; sınırları içinde güvenli yaşanabilen medenî bir memlekettir. Oradaki laiklik gerçek laikliktir. Din ve devlet birbirinden ayrılmıştır. İşte bu Fransa’da, günlerden bir gün devlet başkanı şöyle bir beyanda bulunsa: “Din, devlet ve laiklik konusunda bir reform yapmaya hazırlanıyorum. Kitab-ı Mukaddes’te birkaç yüz adet, artık bugün tatbik edilmemesi gereken eskimiş hüküm vardır. Bu hükümlerin yerine zamanımızda pozitif hukuk kanunları konulmuştur. Kitab-ı Mukaddes’te böyle hükümleri kaldırmak için çalışıyorum…” şeklinde cümleler sarfetse bir anda Fransa karışır, allak bullak olur, yer yerinden oynar, milyonlarca insan protestoya başlar; dindar olsun, dinsiz olsun herkes ayağa kalkar, dehşetli tepkiler gösterilir. Velhasıl ülkenin tepesine mânevî bir atom bombası düşmüş gibi reaksiyon gösterilir. Çünkü laik bir ülkenin devlet başkanı dine karışmaz, dinde reform yapmayı düşünmez; böyle bir şeye teşebbüs etmek bir tarafa, aklının köşesinden bile geçirmez.
Türkiye de sözde laiktir. Ama nasıl bir laikliktir bu? Devletin resmî Diyanet dairesi var, Diyanet İşleri Başkanı var; yüz bin müezzini, imamı, vâizi, müftüsü, hocası var; beş yüz resmî İmam-Hatip mektebi, 17 ilahiyat fakültesi var, işte bizdeki böyle bir laikliktir. Buna laiklik denilmez, anti-laiklik veya maiklik demek gerekir.
Türkiye’de, devlet değil ama, rejim yahut düzen din hürriyetini kısıtlamıştır. Müslüman çoğunluğa ağır baskılar yapmakta, temel insan haklarını çiğnemektedir. Bütün ileri, medenî, güçlü, kalkınmış ülkelerde serbest olan şeyler bizde yasaktır. Rejim din hürriyetine çok dar sınırlar koymuştur. Bizdeki laikliğin Stalin laikliğine benzer tarafları çoktur. İşte bizde şimdi devletin başındaki sayın zat, din ve laiklik konusunda bir reform hazırlıkları içindedir. Hürriyet gazetesinin yazdığına göre, “Kur’ân’daki 230 ahkâm âyetinin hükmü kalmamış, çünkü onların yerine pozitif hukuk kanunları yapılmışmış…”
Türkiye Müslümanları baskılar, sindirmeler, yalanlar, afyonlar ile uyuşturulmamış olsaydı bu reform teşebbüsüne karşı çok şiddetli bir reaksiyon gösterilmesi gerekirdi.
Gerçekten dehşetli, akıl almaz, çağdışı bir teşebbüs karşısındayız. Kur’ân’ın 230 ahkâm âyetinin hükümsüz olduğu iddiası ondört asırlık İslâm tarihinde ilk defa ortaya atılmaktadır.
Böyle bir iddianın laik olduğu iddia edilen bir rejimin başı tarafından ortaya atılmış olması durumu bin kere daha vahim hale getirmektedir. Maalesef Müslümanların kendilerine mahsus, bağımsız eğitim müesseseleri bulunmadığı için ülkemizde gerçek, icazetli, cesaretli bir ulema sınıfı yoktur. Böyle bir sınıf mevcut olsaydı, devlet başkanına karşı edeb dairesinde olmakla birlikte son derece şiddetli reaksiyon gösterilmesi beklenirdi.
On milyonlarca Müslümanın beyinleri din baronları, mukaddesat rantı yiyen sömürücüler, mâceraperestler ve arivistler tarafından yıkanmıştır. Yazık ki, onlar gereken reaksiyonu gösteremiyor.
Bazıları “Aman fitne çıkmasın… Aman sabredelim… Aman sesimizi çıkartmayalım… Aman rahatımız bozulmasın… Aman başımızdaki din baronu tedirgin olmasın, kârına kisbine halel gelmesin…” şeklinde alçakça bir sessizliği, tepkisizliği tercih etmektedir. Böylelerine şunları söylemek isterim:
Kur’ân’ı Allah göndermiştir, koruyacak olan da O’dur. Ancak iyi bilinmelidir ki, Müslümanlar da Kur’ân’ı korumakla, Kur’ân’ı desteklemekle mükelleftir. Bu vazifelerini yerine getirmez, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmazlarsa, Kitabullah’a saygısızlık edilen bir ülkenin başına âfet ve azab inebilir. Böyle bir âfet ve azab sadece dinsizlerin başına inmez, genel olarak gelir ve kurunun yanında yaş da yanar. Kaldı ki, Kur’ân’ı korumayan Müslümanlar da, vazifeden kaçmış, hıyanet etmiş, günahkâr ve suçlu durumuna düşmüş olurlar.
Kur’ân nasıl müdafaa edilecektir? Elbette meşru, yasal sınırlar içinde güzel ve medenî bir mücadele ile olacaktır bu müdafaa.
Böyle bir reform teşebbüsü karşısında Çankaya’ya en az bir kaç milyon protesto telgrafı, mektubu, dilekçesi gönderilmesi gerekirdi. Gönderildi mi?
İslâm’ı, Kur’ân’ı, Şeriatı korumak için gerekli şekilde çalışmayan, Müslümanlık vazifelerini yerine getirmeyen uyuşuk, âciz, mıymıntı, moloz, cesaretsiz, korkak Müslümanlar!.. Siz bu halinizle kendinizi büyük bir tehlikeye atmış oluyorsunuz.
Bu ülkede ne zaman İslâm’a, Kur’ân’a, Şeriat’a, Peygamber’e saygısızlık yapılsa zelzeleler, su baskınları, büyük heyelânlar gibi âfetler ve felâketler olur. Bunların elbette fizikî, jeolojik, ilmî ve fennî izahları vardır. Vardır ama o sebeplerin ötesinde ve ardında birtakım mânevî sebepler de vardır. Bu kâinatta küçük bir sinek, sineği bırakın ancak mikroskopla görünen tek hücreli bir amib bile, Yüce Yaratan hazretlerinin iradesi olmadan kanat çırpamaz, kıpırdanamaz. Müessibbü’l-esbab O’dur.
Zelzele dinsizlik, azgınlık, tuğyan, isyan yüzünden olmuştur diyenlere pozitif zihniyetli kişiler, “Peki bu âfet yüzünden nice mâsum ve Müslüman kişiler de öldü, bunu nasıl izah edersiniz?” diye karşılık vermektedir. Kur’ân’da meâlen “Öyle bir musibetten korkunuz ki, o içinizden sadece günahkâr olanlara isabet etmez (genel olarak gelir, kurunun yanında yaş da yanar)” buyurulmaktadır.
Maalesef ülkemizdeki dindar kesim de suçludur. Çünkü onlar, Allah’ın Kur’ân’da, Resûllah Efendimizin sünnetinde Ümmet-i Muhammed’e kesin olarak emredilmiş olan emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını yerine getirmemektedir. Böyle önemli bir farzı terk etmek günah olarak bize yetmez mi?
Pozitif kafalılar, inanmayanlar, inkârcılar ne derlerse desinler, zelzele ve diğer âfet ve musibetler bize ilahî bir ihtardır. Daha şiddetlilerine mâruz kalmadan aklımızı başımıza toplayalım, Allah’ın ve Resûlünün emirlerini tutalım. 16 Kasım 1999