Kürt Krizi
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Cumartesi
BİRİNCİ ve en önemli nokta: Kürt problemi Türkiye’nin bir iç meselesiydi. Gerçek, geçerli, kalıcı, âdil, uzlaşmacı çözümler aranmadı ve sonunda bu iç mesele uluslararası bir mesele haline geldi. Burada son derece vahim bir strateji hatası vardır.
İkinci nokta: PKKterörü, Kürt meselesi Kuzey Irak’ta, Kandil dağında değil, Ankara’nın şu veya bu rakımlı tepelerinde çözümlenebilir. Ankara’da çözüme kavuşturulamazsa Cudi dağında veya Kuzey Irak dağları ve vadilerinde halledilemez.
Üçüncü nokta: Mevcut resmî ideoloji ile Kürt problemi çözüme kavuşturulamaz. Mutlaka köklü bir değişim gerekmektedir.
Dördüncü nokta: PKK terörünün tozudumanı içinde “BİRİLERİNİN” uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı ile milyarlarca dolar vurduğu gerçeğini yüksek sesle dile getirmek zamanı gelmiştir. Bu gerçek yüksek sesle söylenmezse çözüm bulunamaz.
Beşinci nokta: Türkiye’de çoğu Türkleşmiş 78 etnik unsur olduğu söyleniyor ve yazılıyor. Bu unsurlardan bazıları Türklüğü kabul etmiyor. Türkiye’nin siyasî, kültürel, sosyal kimlikle ilgili çimentosu İslâm’dır. İslâm’ı devlet, ülke, Cumhuriyet için bir tehdit ve tehlike olarak gören zihniyet ağır bastığı müddetçe Kürt meselesi çözümsüz kalacak ve durum bozula bozula, kriz şiddetlene şiddetlene menzil-i maksuduna gidecektir.
Altıncı nokta: Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki Kürt problemi bir “made in Israel and USA” fabrikasyonudur. Türkiye, dış siyaset bakımından ABD ve İsrail’e bağımlı ve mahkûm kaldığı müddetçe bu mesele halledilmez, daha da vahim ve kritik hale gelir.
Yedinci nokta: Türkiye’nin sadece Kürt meselesinde değil, genel olarak bir millî uzlaşma, sosyal barış hamlesine ve devrimine ihtiyacı vardır. Böyle bir hamle ve devrimi bugünkü statükocu zihniyetin yapmasını beklemek saflık olur.
Sekizinci nokta: Kürt krizi dahil bütün krizler konusunda devleti, ülkeyi, halkı korumak, bütünlüğü muhafaza etmek, yıkımı ve çöküşü önlemek için mevcut sistemi veya düzeni feda etmek gerekmektedir. Sistem ve düzen; devletin, vatanın, halkın, bölünmezliğin/bütünün üzerinde görülür ve her ne pahasına olursa olsun ayakta tutulmakta ısrar edilirse çok şey kaybedilebilir. Devlet cevherdir, sistem ise araz. Arazı korumak içn cevheri feda etmek akla, mantığa, bilgeliğe, sağduyuya, vatanseverliğe uygun değildir.
Dokuzuncu nokta: Dünyanın en güçlü devleti Irak bataklığına düştü çıkamıyor.
Onuncu nokta: Kürt problemini veTürkiye’nin sıkıntılarını sıradan, vasat politikacılar, küçük beyinler, şartlanmış kişiler ve kurumlar çözemez. Bu işi halletmek için tarih çapında dehalar ve zekalar gerekmektedir.
Onbirinci nokta: Hem statüko ve resmî ideoloji korunacak, hem İslâm bir tehlike ve tehdit olarak görülecek, hem de Kürt krizi ve diğer krizler çözüme kavuşturulacak… Böyle bir şey mümkün ve muhtemel değildir.
Bir dostumla ana caddelerden birinde konuşarak yürüyoruz. Bir binanın önünden geçerken, kapının üzerindeki mermer bir kitabeyi gösteriyorum, yarısı Osmanlıca, yarısı Fransızca… Dostum hayret ediyor, “Yahu ben buradan otuz seneden beri gelip geçerim, bu levhayı hiç görmemiştim… Hayret doğrusu sen ne dikkatli adamsın…”
Ben dikkatli değilim, o dikkatsiz… Maalesef yatakta uyuyoruz, ayakta uyuyoruz… Temmuz ayında gökteki güneş gibi, ayın 14’ünde dolunay gibi apaçık, ışıl ışıl, son derece belli gerçekler var. Siyasî gerçekler, tarihî, kültürel, sosyal gerçekler… Çoğumuz bunları göremiyoruz. Gözlerimiz var, bakıyoruz, göremiyoruz.
23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi nasıl açılmış?.. 23 Nisan bir cuma gününe denk gelmiş. Milletvekilleri, büyük bürokratlar, şehrin eşrafı, ulemâ (din âlimleri), şeyhler Hacı Bayram Cami-i şerifinde cuma namazı kılmışlar, sonra alay halinde dualar edilerek biraz aşağıdaki Meclis binasına yürümüşler, kurbanlar kesilmiş, tekrar dualar edilmiş, en yaşlı mebus (milletvekili) Şerif bey (Sinop) kürsüye çıkmış…
Yıllardan beri bol bol 23 Nisan edebiyatı yapılıyor ama o günlerin havasını bilen kaç kişi var? Milyonlarca vatandaşa, 23 Nisan 1920’de Meclis açıldı ve lâiklik ilân edildi mealli lâflar telkin ediliyor. 1924 Anayasa’sının (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) 2’nci maddesinde “Devletin dini, din-i İslâm’dır” yazılıydı… 1923’te Cumhuriyet ilân edildiğinde, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda, Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmiş bir Halife vardı.
Geçenlerde bir TV’ye açık oturuma davet edildim, gittim. Sunucu hanım, aşırı bir lâikçi… Sık sık “84 yıldan beri lâiklik var…” deyip duruyor. Zavallı… Yukarıda açıkladığım gibi 1923’te devletin bir Halifesi vardı… 1924 Anayasa’sında “Devletin dini İslâm’dır” maddesi vardı. Bu madde 1928’e kadar yerinde kalmıştır, o tarihten sonra kaldırılmıştır. Lâiklik ilan edilmiş midir? Edilmemiştir. Lâiklik Anayasaya 1937’de, CHP’nin altı oku ile birlikte girmiştir. Mustafa Kemal Paşa o tarihte ağır hastadır, devlet işleriyle doğrudan doğruya meşgul olamamaktadır. Nitekim, kısa bir müddet sonra vefat edecektir. Onun vefatı normal bir şekilde mi olmuştur? Zehirlendiğini iddia edenler vardır. Birtakım doktorların gadrine uğradığı da söyleniyor.
İsmet Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa ile yakın dost oldukları söylenir ve yazılır durur. Doğrusu böyle midir? Atatürk, İsmet Paşa’yı başvekillikten almıştır. Vasiyetinde, İsmet’in çocuklarına burs bağlamıştır. Acaba niçin?..
Kültür konusunda da ayakta uyuyoruz. Kaç okur-yazar vatandaş, “1928’den önce yazılmış ve basılmış kitapları, dergileri, gazeteleri, belgeleri niçin okuyamıyorum?” diye sormaktadır?
Gözlerimiz var ama İstanbul’un Galata Köprüsü’nden geçen kaç vatandaş, karşıdaki Süleymaniye Camii’ne kültürlü bir göz ile bakmaktadır? O köprüden kırk senedir gelip geçenlere sorunuz, Süleymaniye’nin kaç minaresi vardır diye, bakalım bilebilecekler mi? Ben bundan beş sene kadar önce yaşlı ve tahsilli bir İstanbulluya sordum, “Altı minaresi vardır..?” dedi ve ısrar edip durdu. Fukara Süleymaniye’yi SultanAhmet’le karıştırdı…
Bakıyoruz, görmüyoruz… Görüyoruz, algılamıyoruz…
Maalesef halkımızın bir kısmı uyurgezerlere, zombilere döndürülmüştür.
Şifahî bir toplum haline gelmişiz.
Tepkisiz olmuşuz.
Güzellikler bize heyecan vermiyor.
Çirkinliklere isyan etmiyoruz.
Geçenlerde Beyoğlu’nda tek başına gezen bir vatandaş iki serserinin saldırısına uğramış, cep telefonunu ve parasını almak istemişler, direnmiş, bir temiz dövmüşler, adamcağızı hurdahaş etmişler. Etraftaki yüzlerce, binlerce kişi seyr etmiş, bir kimse bile yardım etmemiş. Cep telefonunu ve parasını aldıktan sonra perişan vaziyette bırakmışlar. Sarhoş gibi düşe kalka Taksim’e kadar yürümüş, polisleri bulmuş, şikâyet etmiş…
Evet dikkatsiz, meraksız, ilgisiz, tepkisiz bir toplum olduk. Yabancılaştık, yozlaştık, zombileştik, uyur-gezer olduk… 17 Haziran 2007