Kütahya Kilisesi
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 13 Ocak 2019
Çarşamba
Kütahya Belediye Başkanı İstanbul’a geliyor, Rum Patriği cenapları ile görüşüyor, kendisinden şehirdeki metruk (terk edilmiş) kilisenin tâmir edilmesini rica ve istirham ediyorsa; zerre kadar şüphe edilmesin ki, bu iş, bu görüşme, bu teşebbüs Ankara’nın, iktidarın bilgisi, hattâ tâlimatı ile olmaktadır. Hiçbir belediye başkanı, bu kadar önemli ve tehlikeli bir işe kendi kafası ile girişemez.
Peki, bu teşebbüsün asıl gayesi nedir? Dinlerarası kardeşlik olacakmış, tolerans olacakmış… Bu edebiyatı kimse yutmaz. Birileri Haçlı dünyasına, Evangelistlere, “Yeniden doğmuş” Başkan Bush’a bir mesaj vermek, ortaya somut örnekler koymak istiyor: Kilise yaptırmak, hattâ eskiden kilise iken sonra camiye çevrilmiş binaları yeniden Haçlılara teslim etmek. Böylece onların aferinlerini, takdirlerini kazanmak ve AB’ye girmek.
Kütahya’daki kilisenin tamir edilip yepyeni hale getirilmesi için 800 milyar lira lazımmış. İyi para. Elbette birtakım müteahhitler, firmalar, şahıslar bu pastadan hisselerini, nasiplerini alacaklardır.
Peki, Kütahya’da bir kiliseye ihtiyaç var mı? Kesinlikle yok. Çünkü orada Hıristiyan yok! Nereye gitmiş Kütahya Rumları? Lozan andlaşmasının mübadele (nüfus değiş tokuşu) maddesi gereğinde Yunanistan’a gönderilmişler. Yunanistan’daki Müslüman Türkler de bize yollanmış. Bu mübadele uluslararası bir andlaşmaya göre ve ilgili iki devletin rızaları ile yapılmış. Yani tamamen meşru ve hukukî bir hadise.
Millî mücadeleden sonra Türkiye, Anadolu Rumlarını niçin istemedi? Çünkü yanlış ata oynadılar ve oyunu kaybettiler. 1919’da istilâcı Yunan ordusu İzmir’e çıktığında, İzmir metropoliti Hrisistomos saldırgan askerleri dinî tören ile karşıladı ve onları kutsadı. Oysa ki, o bir Osmanlı vatandaşı idi ve Osmanlı devletinden yana olması, onu koruması gerekirdi.
Anadolu Rumları Osmanlı devleti çöktükten sonra Türkiye’ye, Türklere kötülük ettiler, zarar verdiler. Çok kan döküldü, çok can yakıldı, çok hânüman yıkıldı, çok kadın dul, çok çocuk yetim kaldı.
Türk ordusu İzmir’i aldıktan sonra, Anadolu Rumları ile Türklerin birlikte barış, uzlaşma, iyi münasebetler içinde yaşamaları artık mümkün değildi.
Millî mücadele yıllarında Yunanistan’da Türkler ve Müslümanlar vardı. Onlar, Greklerin, Ortodoksların aleyhine çalıştılar mı? Hıristiyanlara saldırdılar mı, onları kestiler mi, onların köylerini, şehirlerini yakıp yıktılar mı? Hayır, kesinlikle hiçbir kötülük yapmadılar, vatandaşı oldukları devlete başkaldırmadılar. Ne var ki, Türkiye Rumları istemeyince mecburen Yunanistan Türklerine de göç yolu göründü.
Aradan seksen sene geçtikten sonra, artık bir tek Rumun bile yaşamadığı Kütahya’daki eski Rum kilisesinin tamir edilmesini istemek millî menfaatlerimize uygun mudur? Akla, mantığa, muvafık ve mutabık mıdır? Elbette değildir. Kaldı ki, Yunanistan’da, Türklerden kalma bir yığın cami şu anda kilise olarak, işyeri olarak, hattâ içkili lokanta olarak kullanılmaktadır.
Atina’da yıllardan beri bir cami açılması isteniyor ama Yunan makamları, bilhassa Ortodoks kilisesi buna izin vermiyor. Orada yeni bir cami yapılması istenmiyor; tarihî iki cami var, birinin tekrar ibadete açılması arzu ediliyor.
Türkiye Anadolu’da yeni kiliseler açtırdığı, agresif misyonerlerin ülke sathında cirit atmalarına yeşil ışık yaktığı için AB’ye alınacak mıdır? Bizi kesinlikle almazlar. Ağzımızla kuş tutsak almazlar. Bizim AB’ye girmemiz ne AB’nin, ne de bizim lehimize ve menfaatimizedir.
Bazı ahmaklar, şayet AB’ye girersek sıkıntılarımızın kısa zamanda biteceğini sanıyor. AB’ye gireceğiz, gökten para yağacak… Aç tavuk rüyasında kendisini arpa ambarında görürmüş!
AB’ye gireceğiz, işsizlere iş bulunacak. Hastalar iyileşecek, çirkinler güzelleşecek… Fert başına düşen millî gelir payı birkaç misline fırlayacak. Füze gibi… Avrupa bizi parçalamadan, küçültmeden, sömürge haline getirmeden, elimizi kolumuzu bağlamadan, 2’nci Sevr’i uygulamadan kesinlikle arasına almaz. Aç canavarı yatıştırmak için sevgi gösterisinde bulunmak, onun iştahını ve saldırganlığını bir kat daha artırırmış. Bizim üyeliğimiz ancak 2014’te gerçekleşebilirmiş. Ölme merkebim ölme. 2014’e kadar bu gidişle ne ABD kalır, ne AB.
Dünyanın sonuna doğru zaman hızlı akmaya başlarmış. Dünyada peşpeşe akıl almaz işler, hadiseler oluyor. 2005’te, 2006’da, 2007’de yeryerinden oynayacak, dünya altüst olacak büyük ihtimalle. Büyük Kıyamet kopmasa bile küçük kıyametler kopacak.
Perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş. Avrupa’dan akın akın heyetler geliyor ve Diyarbakır’a gidiyor. Irak’ta de facto (fiilen) bir Kürdistan kuruldu bile. İki başlı bir Kürdistan.Ordusu var, okulları, üniversitesi var, polisi var, adliyesi var, gümrük kapıları var. Pasaportlara basılan mühürlerde “Kürdistan’a hoş geldiniz!..” diye yazıyor.
Amerikalılar ve Siyonistler Türkiye’yi ve İran’ı bugünkü şekliyle istemiyorlar. Küçülmeleri gerekiyor. Arada, sırası gelmişken şu hususu da bir kere daha hatırlatalım: ABD’nin ve İsrail’in Kürt siyasetinin en büyük zararı Kürtlere olacaktır. Emperyalistler vaktiyle bir kısım Ermenileri de kışkırtmışlardı. Felâketlerine sebep oldular.
1917’de Kudüs İngilizlerin eline geçtiği zaman, Osmanlının müttefiki olan Avusturya’da kilise çanları çalınmış, halk sevinç gösterileri yapmıştı. Artık eskisi kadar dindar olmasalar bile aynı Haçlı zihniyetine ve asabiyetine sahiptirler. Kütahya’da, şurada burada birkaç yüz kilise tâmir edilecek; bazısında çanlar çalınacak, âyinler yapılacak ve Türkiye AB’ye alınacak… İçimizde böyle olacağına inananlar varsa, onlar gerçekten çok saf kişilerdir.
Türkiye AB’ye üye olamayacak ama boş hayaller ve ümitlerle açılan kiliseler yerli yerinde kalacaktır. “Bizi madem ki, aranıza almadınız, biz de o kiliseleri kapatırız” diyebilirler mi? Diyemezler. Hiçbir Hıristiyanın yaşamadığı şehirlerimizde yapılan kiliseler Pandora’nın kutusu gibidirler. Açılırlar, fakat kapatılamazlar.
İnsanların hesap defterleri, öldüklerinde kapanır. Sadece, sadaka-i câriye (devam eden hayırlar, iyilikler) bırakanların defterlerine sevap yazılmaya devam edilir. Bir de, seyyie-i câriye, yani sürüp giden kötülüklerin sahiplerinin amel defterlerinin günah ve vebal kısmına yazılım devam eder.
O çanlar çaldıkça, o kiliselerde Teslis âyinleri yapıldıkça birtakım politikacılarımızın, belediyecilerimizin defterlerine sevap mı yazılacaktır, günah mı?
İstanbul’da Haliç’in Eminönü’ne pek yakın bir yerinde, Yemişiskelesi’nde harap bir İslâm mâbedi var: Ahi Çelebi Camii. Bu cami yirmi yıldan beri restore edilemiyor. Gidip yakından bakınız. Yürekler acısı bir halde. Kubbesi çökmesin diye demir çemberlerle sarılmış. Minaresi yıkılmış. Duvarlarında otlar bitmiş. Ülkemizde pıtrak gibi yeni kiliseler yapılırken bu tarihî cami niçin restore edilip ibadete açılmıyor? Denizli’nin bir ilçesindeki kiliseden çevrilme camiyi yeniden kilise yapmak istiyorlar. Gerekçesi de, inanç turizmi gelişir, memlekete bol turist gelir, parayı koyacak yer bulamazmışız… Vah vah… Bu sayınlar akıllarını peynir ekmekle yemişler! 09 Aralık 2004