Pazar

 

İman için, İslâm için, Kur’ân için, Sünnet için, Şer’-i şerif için, tek kelimeyle mukaddesat için muhlisen lillah (Sadece ve sadece Allah rızası maksat ve niyetiyle) çalışmanın, hizmet etmenin elbette ücreti, mükâfatı ve bir de faturası vardır.

Bu gibi hizmetleri yapanların başına, mânevî rütbeleri nisbetinde sıkıntılar, belâlar, eziyetler gelir.

Çünkü: “Belânın en şiddetlisi Peygamberleredir. Sonra derece derece…” buyurulmuştur.

İhlâssız ve samimiyetsiz münâfık korkmasın, onun başına fazla bir şey gelmez. Belâ ve sıkıntı ille de samimî ve muhlis olanlara gelir çatar.

Bunlar hep birer sırdır.

İslâm Mekke devrinde, bidâyette (başlangıçta) müşriklerin/kâfirlerin eza ve cefalarına mâruz kalan Müslümanlar Peygamberimize gelmiş ve:

“Bir sürü eziyet ve sıkıntı içindeyiz…” diye şikayet etmişler. Resûl onlara şöyle demiş: “Size ne oluyor?.. Sizden önceki kavimlere mensup olup da iman eden bazılarına, derilerini demir taraklarla taramak şeklinde işkenceler edilmişti de şikayet etmemişlerdi…”

Bu dünya imtihan dünyasıdır, teklif dünyasıdır; imtihanın ve teklifin sırları vardır.

Dine, imana, Kur’ân’a, Ahmedî Nizama hizmet edenlerin bir elleri yağda, bir elleri balda olsaydı, ücretleri dünyada verilseydi bilcümle münâfıklar hizmete koşarlardı. Muhlisleri ezerek, devirerek, çiğneyerek koşarlardı.

Tarihe bakınız, Allah habercileri ve elçileri neler çekmişler. Şehid edilenler bile olmuş. Resûl-i Kibriya Efendimiz (O’na ve bütün Peygamberlere salat ve selâm olsun) ne eziyetler çekti. Hakarete, zulme, baskıya uğradı, tehdit edildi, yurdundan hicret etmek zorunda kaldı.

İlk Müslümanlar neler çektiler.

Aşere-i Mübeşşereden (Peygamber tarafından Cennet’e gireceği müjdelenen on kişiden biri) olan Hazret-i Osman Zinnureyn çok yaşlı iken, oruçlu olduğu bir günde kılıçla darbeler indirilerek şehid edildi. Ne büyük imtihan.

Peygamberin “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” dediği dördüncü râşid halife Ali bin Ebi Talib efendimiz, camide sabah namazı kıldırmaya hazırlanırken bir haricî tarafından şehid edildi…

Peygamberin göz bebeği Hazret-i Hüseyn Kerbelâ Sahrasında yetmiş kadar taraftarıyla susuz şehid edildi, mübarek başı kesilip Şam’a götürüldü.

Düşdü Hüseyn atından Sahrâ-yı Kerbelâya,

Cibril, var haber ver, Resûl-i Kibriyaya.

Bu imtihan dünyası, başlangıçtan bugüne kadar Allah yolunda Hak Dine hizmet eden mü’minler için imtihan sırlarıyla dolu olagelmiştir. Kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Münâfıklar korkmasınlar, endişe etmesinler… “Eşeddü’l-belâ ‘ale’l-Enbiya…” sırrı dairesi içinde değildirler.

Hizmet hizmet diye yaygara kopartarak:

-Bu denî dünyanın haram mallarına ve paralarına tâlip olanlar. (Ed-dünya cîfetün… = Dünya bir leştir, ona talip olanlar köpektir.)

-Bozuk düzenleri iyisiyle değiştireceğiz diye başlayıp sonra o bozuk düzenlerin yağlı kemiklerine, haram kazançlarına köpekler gibi saldıranların,

-İslâm’a hizmet edeceğiz diye saf, cahil, gafil Müslümanları dolandırıp hizmet ve faaliyet paralarını zimmetlerine geçirenlerin,

-Kefere ve fecere ile işbirliği yapıp Müslümanları tuzaklara düşürenlerin,

-Dinin, Şeriatın, Sünnetin, ahlâkın kesinlikle yasaklamış olduğu lüks, israflı, aşırı konforlu, gösterişli bir hayat sürerek enelerini tatmin eden, etrafa gurur ve kibir ile bakanların,

-Müslümanları aldatanların,

-Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıp, yarın ölebileceğini düşünmeyenlerin,

-Biz islâh edicileriz edebiyatı yaparken yeryüzünü fesada verenlerin başlarına, Peygamberlere ve derecesi yüksek mü’minlere gelen belâlar gelmez.

Lâkin onlar da cezasız kalmaz. Gün gelir ansızın azab iner tepelerine.

Ne servetleri kalır, ne sâmanları… Taparcasına sevdikleri denanir ve derahim, altın gümüş, Euro Dolar hep ellerinden gider. Dünyanın öbür ucunda kaşaneler almışlardır haram ve şaibeli kara paralarla, uçarak oralara kaçmak isterler kaçamazlar.

Azabın nasıl ne zaman geleceği bilinmez. Ansızın geliverir? Pompei’yi bir ateş örtüsü ile örten volkanın patlaması gibi…

Diyarbakır’da Kızılay’ın bedava yemek dağıttığı aşevinden iftar çorbası alabilmek için ta sahurda kuyruğa giren vatandaşları görmezlikten gelerek burada Allah’ın ve Resûlü’nün sınırlarını çiğneyerek lüks ziyafetlerde fink atan sözde Müslüman zenginler! Bu yaptıklarınız yanınıza kalmaz.

Bir gün gelir ansızın patlama sesleri ile uyanabilirsiniz. Bağdad halkı gibi. Onların hepsi fâsık, fâcir ve azgın değildi. Lâkin öyle belâlar ve musibetler vardır ki, sadece kötülere gelmez, toptan gelirler, kurunun yanında yaş da yanar.

Halimize bakalım: Kutsal Kitab ne diyor? “Onlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular…” Para şehveti, mal şehveti, benlik şehveti, riyaset şehveti, caka satmak şehveti, lüks hayat şehveti…

Bozuk düzenin haram kemiklerine köpekler gibi saldıranların islâmî hizmet kelimelerini ağızlarına almaya hakkı yoktur.

Firasetli ve basiretli Müslümanlar, hizmet erbabını bilmez değil.

Hizmet nasıl edilir, biz onu Bediüzzaman’da ve benzeri ulemâ ve meşâyihte görmüşüzdür.

1925’te bir sabah fecir vakti, kır sakallı bir hocayı Ankara Palas önünde kurulmuş bir idam sehpasına sürükleyerek getirmişlerdi. Elleri arkasından bağlı idi, üzerine beyaz bir gömlek geçirmişler, boynuna bir yafta asmışlardı. Kır saçlı hocanın dudakları kıpırdıyor, Kelime-i Şehâdet getiriyor, dua ediyordu. Ayağının altından sehpayı çektiler, vücudu boşlukta sallandı. Zincirli Camii’nden, Hacıbayram Camii’nden ezan okunmaya başladı. Can çekişirken o bu mübarek ezanlara icabet ediyordu.

Evet, idam sehpalarında sallananlar, işkence odalarında Allah diye haykıranlar, zindanlarda kan kusarak çile çekenler, sürgünlerde sürünenler, ezilenler, hakarete uğrayanlar, tekmelenenler…

Din için bunlara mâruz kalanlar muhlis hizmetkârlardı. Peygamberin izinden gidiyorlardı.

Hizmet hizmet diye yaygara kopartarak yağlı ve haram kemikler peşinde koşanlar!.. Muhlis Müslümanlar bir vâdide, sizler ise bambaşka bir vâdidesiniz… 09 Ekim 2006