Laikler ve Şeriatçiler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Mart 2019
Cumartesi
Türkiye’de birlikte yaşayan Laiklerle Şeriatçıların birinci kimliği “Türkiyelililik”tir. Onların hepsi bu sıfatta birleşir. Aynı ülkede yaşayan, aynı tarihi ve kültürü paylaşan, aynı kimliğe sahip olan, aynı devletin vatandaşları bulunan kimselerin, bazı farklılıklar yüzünden birbirlerine düşman olmaları, birbirleriyle çekişmeleri büyük bir felâkettir.
Din ve vicdan hürriyeti, temel ve evrensel insan hakları beyannâmeleri ve metinleriyle kabul edilmiş bir hak ve hürriyettir. Hiçbir devletin, ideolojinin, rejimin böyle bir hakkı çiğnemeye, böyle bir hürriyeti kısıtlamaya selahiyeti yoktur. Bu memlekette yaşayan laik vatandaşların, Müslüman çoğunluğun din, inanç, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyetine saygı göstermeleri gerekir.
Laiklik, din ve inanç hürriyeti gibi evrensel bir hak ve vazife değildir. Felsefî ve hukukî açıdan da evrensel bir “değer” değildir. Türkiye’de, Fransa’da olduğu gibi gerçek mânada bir laiklik uygulaması da yoktur. Bizdeki sistem laik değil, “Devlet dini” sistemidir. Ancak bu bir realitedir. Dindar, Şeriatçı, İslâmcı kesimin laik vatandaşların farklılığına saygı göstermesi gerekir. Bu saygı karşılıklı olacaktır. Evrensel insan hak, hürriyet ve haysiyetlerinin çizdiği sınırlar ile sınırlı bulunacaktır.
Bir Müslüman Kanada’da, ABD’de, İngiltere’de, Norveç’te, İsviçre’de nasıl hür, korkusuz yaşayabiliyor, dininin icaplarını yerine getirebiliyorsa Türkiye’de en az o kadar hür ve rahat olmalıdır.
Din hürriyetini kısıtlayan bütün kanunlar, nizamlar, engellemeler gayr-i meşrudur, gayr-i ahlakîdir.
Laiklerle Şeriatçılar bu ülkede gerçek demokrasi, temel ve evrensel insan hakları, hukukun üstünlüğü sisteminde uzlaşabilir ve birlikte yaşayabilirler. Herkesin dini veya dinsizliği kendisinedir. Kimsenin kimseye baskı yapmaya hakkı yoktur.
Bugün Türkiye’de Müslümanlara çeşitli zulümler, baskılar, eziyetler yapılıyor. Namaz kılan bazı devlet memurları işlerinden atılıyor; başlarını örten kız öğrenciler liselere ve üniversitelere sokulmuyor. Cezaevlerinde din ve inanç suçlarından (!) dolayı inleyen vatandaşlarımız vardır. Yine bazı devlet memurlarına “Karının başını aç, yoksa seni işinden atarız, hayatını kaydırırız” denilmektedir.
Böyle zulümler hiçbir ülkeye saadet, selâmet getirmez. Zulüm gün gelir, geri teper.
Laikler ve çağdaşlar bilgeliğin ışığında Şeriatçılarla anlaşıp uzlaşmalıdır.
Gazeteler, televizyonlar, Meclis, sivil toplum örgütleri hapishânelerimizin durumu, mahkum ve tutukluların hali hakkında araştırma ve yayın yapmalıdır. Bizde, her yerde olduğu gibi cezaevlerinde de büyük eksiklikler, yolsuzluklar, haksızlıklar mevcuttur.
Zaman zaman basında, televizyonlarda korkunç haberler görüyoruz. Filan zengin ve azılı mahkum kapalı bulunduğu cezaevinden çıkıp geziyormuş. Hattâ nâdir de olsa bazen bu gibi tayy-i mekân sahibi adamlar cinayet ve yaralama suçları bile işleyebiliyorlar.
Toplumdaki sınıflılık ve imtiyazlar hapishânelerde de geçerlidir. Zengin koğuşlarında her konfor mevcuttur. Fakirler, garibanlar, toplumun alt tabakası orada da sürünür, bir sürü eziyet çeker.
Bayrampaşa cezaevindeki “Karantina” bölümü acaba hâlâ benim orada bulunduğum 1984 yılındaki gibi mi? Rutubet, bit, pislik, dehşet…
Nokta dergisi bundan uzun yıllar önce, büyük bir cezaevinde bütün koğuş sakinleri tarafından ırzına geçilerek öldürülen bir çoğuğun hikâyesini anlatmıştı.
Cezaevlerine uyuşturucu madde nasıl girmektedir? Kimler tarafından sokulmaktadır?
Birtakım ateşli ve kesici silahlar, cep telefonları buralara kimlerin yardımıyla ithal edilmektedir?
Zengin mahkumları yolarak zengin olanlar kimlerdir? Bu adamlardan mal ve servet beyanı isteyen resmî bir makam var mıdır?
Cezaevleri konusunda yapacakları yayınlar ve ifşaat medya organlarına hayli okuyucu ve ilgi kazandıracak, büyük merak uyandıracaktır. Ancak kimsenin hatırını gönlünü dinlememek, realist olmak gerekir.
Cezaevleri hakkında bir sürü rivayet, dedikodu dolaşıp durmaktadır. Bunların hepsi doğru olmayabilir, bazıları tamamen yalan, bazıları da abartılmış olabilir. Ancak, polis hafiyesi gibi çalışacak başarılı gazeteciler bu istihbarî bilgilerden yararlanarak nefis yazı dizileri, röportajlar kaleme alabilirler.
Diyarbakır’daki bir hapishânenin PKK’nın akademisi, üniversitesi gibi çalıştığı söyleniyordu. Hâlâ öyle midir?
Bazı cezaevlerinde can güvenliği olmadığı, konuşması istenmeyen tutukluların oralarda öldürüldükleri rivayetleri var. Bu gibi vak’alar hangileridir?
İşkence, eziyet var mıdır?
Cezaevleri sistemimiz insan haklarına uygun bir durumda mıdır?
Kokuşma, çürüme, dağılma içinde bulunan ülkemizde bir suç patlaması var. Mahkemeler dosya ile dolu. Cezaevleri mahkum ve tutuklu ile dolu. Bu hususta büyük hukuk mimarları, sosyologlar, gerçek fikir adamları, uzmanlar neler diyorlar?
Medyamız popülist yayıncılık siyasetini bıraksa, biraz da memleketin bu gibi meselelerine eğilse ne iyi olur.
Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini her okur yazar, her aydın, her sorumlu, her vazifeli Türkiyelinin okuması, üzerinde derin derin düşünmesi gerekir. Bir ara bu hikayeyi küçük ve zarif bir broşür halinde bastırmaya niyet etmiştim. Metin ilk defa bir dergide yayınlanmış, daha sonra kitaplara girmiş. Bunların fotokopilerini yaptırmıştım. Eksiksiz ve mükemmel bir şekilde bastırmak istiyordum. Bir illüstrasyon ressamına da birkaç resim yaptıracaktım. Çok kirli, çok asaletsiz, çok pis bir devirde yaşıyoruz. Hayır, devir pis değil, insanlar, müesseseler pislendi.
Eminim ki, bu hikâyeyi okuyucularımın çoğu şimdiye kadar okumuştur. Ancak, tekrar okumakta fayda vardır. Eski fotokopileri nereye koydum bilemem, onları bulmam zor. Yeniden fotokopiler çektireceğim. Ressamla konuşacağım. Pembe İncili Kaftan hikâyesini bastırabilirsem bu sütunlarda size haber veririm. Bayram tebriki olarak bile gönderilebilir. Bu hikayeyi okumaya bilhassa İslâmcı kesimdeki bazılarının büyük ihtiyacı var. 31 Ocak 1999