Lisan, ille de Lisan
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 13 Ocak 2019
Perşembe
Dünyada hiçbir medenî toplum, medeniyet, devlet edebiyatsız olmamıştır. Başka bir ifadeyle:
Edebiyatsız medeniyet, devlet, toplum olmaz.
Şu anda Türkiye maalesef edebiyatsız kalmıştır.
Edebiyat, yeni yazılmış birkaç roman, hikaye ve şiir kitabıyla, bitmez. Edebiyat ulu bir ağaç gibidir. Kökleri tarihin derinliklerinde, mâzidedir.
Geçen pazar Bahçelievler’de bir konuşma yaptım, salondaki kalabalığa sorum:
– Türkçenin en büyük şairi ve edibi Fuzulî’den bir mısra veya beyit okuyabilecek biri var mı içinizde?.. Çıt çıkmadı… Edebiyatsız toplum…
Düşmanlarımız bizi çökertmek, medenî bir toplum olmaktan çıkartıp, bedevî ve cahil sürüler haline getirmek için edebî-zengin yazılı lisanımızın canına okudular. Bir ülkeyi, bir milleti, bir devleti batırmak mı istiyorsunuz. Bunun için ille de topa tüfeğe, bombaya, orduya lüzum ve ihtiyaç yoktur. Becerebilirseniz onun yazılı-edebî-zengin anadilini kuşa çevirin, genç nesilleri atalarının yazılarını, kitaplarını okuyamaz hale getirin… Maksadınıza “barışçı” bir yoldan erişmiş olursunuz.
Düşünebiliyor musunuz: Ömer Seyfeddin’in hikayeleri bile yıllardan beri “sadeleştirilerek” yayınlanıyor. Yahu, Ömer Seyfeddin’in Türkçesinden daha sade Türkçe olur mu? Türkiyeliler, yirminci yüzyılda yazılmış o hikâyeleri sadeleştirmek zorunda ve mecburiyetinde bırakılmışlarsa medeniyet, lisan, kültür, edebiyat bakımından bitmiş değil midirler?
Sadece Ömer Seyfeddin değil; Halid Ziya’nın, Reşad Nuri’nin, Hüseyin Rahmi’nin, Yakup Kadri’nin kitapları da sadeleştiriliyor. Sadeleştirmek ne demektir? Katl etmek, ırzına geçmek demek değil de nedir? Fransa’da yüzyıllar önce yaşamış Molière’in, Voltaire’in, Montesquieu’nün, Racine’nin kitapları bile sadeleştirilmiyor. Bir milletin, bir ülkenin, bir devletin edebî lisanında kopukluk olması, bir bedenin belkemiğinin kırılması gibidir. Bunun sonucu felç olmaktır.
Biz şu anda lisan ve kültür bakımından mefluc (felç olmuş) vaziyetteyiz de haberimiz bile yok.
Lisanımızdaki Arapça Farsça kelimeler atılmalı, yerlerine arı, duru, öztürkçe sözcükler uydurulmalıymış… Ne saçma şey! Fransızlar lisanlarındaki Latince ve Grekçe kelimeleri atsalar, geride ne kalır? Sapsade, cascavlak, fukara bir Fransızca kalır. Onunla da ne köy olur ne kasaba, ne medeniyet, ne edebiyat, ne felsefe, ne sanat…
Almanca’da en az otuz bin yabancı kökenli kelime bulunmaktadır. Almanlar bunları atsalar, Almanca’nın, Almanya’nın canına okumuş olurlar.
Ah “A.Dilaçar” yaktın bizi! Kimdir bu A.Dilaçar? Bu zat niçin ismini hep (A.) şeklinde yazmıştır. Bu A. nedir.
Kendisi, özel olarak Bulgaristan’dan getirtilmiş ve Türk Dil Kurumu’nun başına geçirilmiştir.
Agop yazsa olmayacak… “A” nokta diye yazmıştır. İyi mi yapmıştır bu A. Dilaçar? Bugünkü Türkçeye bakınız ve cevabı siz veriniz
Dilde sadelik, arılık, duruluk, öztürkçecilik cereyanı başlamadan önce lise tahsili yapan Türkiyeliler Fuzulî’nin, Bakî’nin, Nedim’in, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Evliya Çelebi’nin Türkçesini okuyup anlayabiliyorlardı. Dil devriminden sonra ulu bir kültür çınarı olan zengin Türkçe devrildi; Türkiye toplumsal hâfızasını kaybetti, aliene oldu.
İstanbul’da Beyazıt Meydanı’ndaki tarihî üniversite kapısının üzerinde, tam ortada büyük bir mermer kitabe var. Üzerinde nefis bir sülüs yazıyla “Daire-i Umûr-i Askeriyye” yazılı. O kapının altından geçen öğrenciler, o Türkçe kitabeyi okuyamıyorlar. Bırakın öğrencileri, profesörlerin de yüzde doksan dokuzu okuyamıyor. Böyle bir cehalet ve garabet dünyanın hangi medenî ülkesinde görülebilir? Üniversite profesörü, anadiliyle yazılı bir kitabeyi okuyamıyor…
Kütüphanemde 1953’te, Stalin’in öldüğü yılda Azerbaycan’ın Bakû şehrinde İslâm harfleriyle basılmış bir Leyla ve Mecnun kitabı var. Demek ki, Stalin bile lisan ve yazı devamlılığı konusunda bizdeki kadar sert ve amansız hareket etmemiş.
Fazla mı konuşuyorum, ileri mi gidiyorum, çizmeden yukarı mı çıkıyorum? Sürç-i lisan ettikse affola… Kimse üzerine alınmasın ama artık açıkça yazmak gerekiyor:
Edebî, medenî, yazılı, zengin Türkçenin zayıflatılması neticesinde halkımızın büyük kısmı “Zeka özürlü” durumuna düşmüştür.
Televizyonlardaki açık oturumları seyrediniz. Kocakoca akademisyenler, yazarlar, fikir adamları Türkçe kelam etmekte zorlanıyorlar. “Eee…eee…meee…ııı…mıı… hık… mık…” En okumuşlarımız bile Türkçeyi akıcı, ahenkli, kopuksuz, doğru düzgün kullanamıyor.
Gazetelerimizin Türkçesi, bir iki yüz kelimeden ibaret bir konuşma ve iletişim dili haline geldi.
Halk yığınları duygu ve düşüncelerini ünlemlerle, amma da kral, yuh be, mala bak mala… gibi böğürtü ve homurtularla ifade etmeye çalışıyor. Bir insan, anadilini ne kadar biliyorsa o kadar insandır. Zengin bir edebî lisan olmadan yüksek bir medeniyet olmaz.
Lise ve üniversite diplomasına sahip olmakla iş bitmiyor. Bunlar bizde birer kâğıt parçasıdır. Liseyi bitirmiş ama edebiyat kültürü yok, Türkiyeli okumuş ama geçmiş asırlarda yazılmış Türk klasiklerini okuyup anlayamıyor. Böyle bir kimseye okumuş, aydın, yetişkin denilebilir mi?
Her lisanda değişiklik, tekâmül olur. Ama bizdeki gibi değil. Bizdekine değişiklik, tekamül değil; kopukluk denir, sabotaj denir, dilkırımı denir.
Hiçbir siyasî rejim zor kullanarak, devlet terörü yaparak bir halkın, bir ülkenin lisanını değiştirmek hakkına sahip değildir. Yakın tarihimizde Türk lisanına yapılanlar, bir insan hakları ihlalidir.
1950’li, 60’lı yıllarda Türkiye’nin gündeminde bir lisan meselesi vardı. Profesör Ali Fuad Başgil gibi tarihî devamlılık ve millî kültür taraftarı aydınlar ciddî tenkitler yapıyor, toplumu uyarıyorlardı. Artık bu tenkitler ve uyarılar da son buldu.
Bugünkü fakir, zayıf, kuşa çevrilmiş, arı ve duru hale getirilen Türkçe ile hiç bir yere varamayız. 1920’lerin zengin, tabiî, güzel, edebî Türkçesine dönmeliyiz. Böyle bir niyete sahip olmalıyız. Bunun için gerekli iradeye malik bulunmalıyız.
Ben, Osmanlıcanın çetrefil, anlaşılması çok zor metinlerini kasd etmiyorum. Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa adlı kitabındaki Türkçe çok sadedir, çok güzeldir, çok ahenklidir. O kitabın Türkçesi sanki mensur şiirdir. Lise mezunlarımız, okur-yazarlarımız o Türkçeyi okuyabilmeli, anlayabilmeli, bu kıraatten zevk ve haz alabilmelidir.
İlmin, medeniyetin, kültürün, sanatın, felsefenin, edebiyatın temeli zengin lisandır. O yoksa ötekiler olmaz.
Başlangıçta en az bir milyon gence ve okur-yazara zengin Türkçeyi, Osmanlıcayı öğretmek üzere harekete geçmemiz gerekir. Kur’an okumasını bilen bir Türkiyeli, Osmanlıca okumayı bir saatte öğrenebilir. Öğrendikten sonra ömrü boyunca ilerletmesi gerekir.
Her gün en az on Osmanlıca kelime ve kavram öğrenmeliyiz. Yılda üç bin küsur kelime eder; beş sene sonra zengin Türkçe konusunda düze çıkmış oluruz.
Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır.
Türkiye Müslümanları zilletten kurtulup izzet bulmak, kölelik zincirlerini kırmak, hür ve şerefli Müslümanlar olarak yaşamak, ilerlemek, güçlenmek, vasıflı ve üstün Türkiyeliler olmak istiyorlarsa lisan meselesine büyük önem vermek, bu sahada hayırlı faaliyetler yapmak zorundadır.
Zengin, edebî, güçlü bir Türkçe olmadan doğru dürüst, ciddî, seviyeli, tesirli dinî hizmet de yapılamaz. 03 Aralık 2004