Almanlarla iki yüz seneden fazla sınır komşusu olmuş, onlarla defalarca çarpışmış, Viyana’yı iki defa kuşatmışızdır. Geçmiş asırlarda Alman anneler, yaramazlık ve huysuzluk yapan çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkuturlarmış. Venediklilerle, İtalyanlarla da uzun müddet çatışmalarımız olmuştur. Fâtih zamanında Otranto’yu bile alıp, orada cami yaptırmış, ezan okutmuş, Şeriat mahkemesi kurmuşuzdur. Avrupa yüzyıllar boyunca Osmanlı ve İslâm istilâsı tehdidi altında yaşamıştır.

Haçlı Batı dünyası, 1923’te Lozan’da islâmî kimliğimizden vaz geçmemiz şartıyla bize sûrî bir istiklal bağışlamıştır. Bir daha kendilerini tehdit edemememiz için de bizi biz yapan bütün unsurları, güç kaynaklarını, kimliğimizin temellerini bize yıktırmıştır.

Bu yıkım işine dinden başlanmıştır.

Sonra zengin ve medenî lisanımız kuşa çevrilmiş, arılaştırma ve özleştirme perdesi altında Eskimoca, Hotantoca, Bantuca, Bambaraca gibi fakir, marjinal, zavallı bir dil haline getirilmiştir. Uzmanlar dışında bugün hangi Türk aydını Müteferrika baskısı tarih, coğrafya kitaplarını okuyup da anlayabiliyor?

Tarih de yıkımdan payını almıştır. Gelenin keyfi için gidene söğülmüş, ecdat tahkir edilmiş, tarihî mefâhirimiz karalanmıştır.

Türkiye’nin genç nesilleri câhil kalsın diye eğitim çökertilmiş, liselerde aydın, karakterli, çağ seviyesinde gençler yetiştirileceğine, 1928’den önce Türkçeyi ne okuyabilen, ne de anlayabilen câhil, yetersiz, çağın gerisinde kalmış, millî kimlikten uzaklaşmış, yabancılaşmış “Homo devrimus”lar yetiştirilmiştir.

Üniversiteler de, ilmin, millî kültürün, dünya ve çağ seviyesindeki araştırmaların gerisine itilmiş, resmî ideolojinin hizmetine sokulmuştur.

Ülkede Atina demokrasisi gibi acayip bir demokrasi uygulanmış, milletin çoğunluğu ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, zenci muamelesi görmüş, işler küçük bir egemen azınlığa bırakılmıştır.

Güney Kore, Taiwan, Singapur gibi küçük Asya ve doğu ülkeleri harikalar meydana getirir; eğitim, iktisat, ticaret, maliye, üniversite, medya, araştırma sahalarında akıllara hayretler veren büyük başarılar sergilerken Türkiye her sahada geri kalmış bulunuyor. İşte ürettiğimiz otomobiller. Yabancı ülkelerin çirkin, geri teknikli, çürük çarık, ihraç imkânı olmayan, demode otomobilleri patentle ve montaj usulüyle üretilip duruyor. Bunlarla iç piyasa tokatlanıyor. Lakin Türkiye, Güney Kore gibi ABD’ye, Kanada’ya, Almanya’ya, Fransa’ya, diğer ileri Avrupa ülkelerine otomobil satamıyor.

Bir, o sahada dünya birincisi olan Güney Kore’nin gemi inşa tezgahlarına bakınız, bir de bizim gemi sanayiimize. Türkiye bu geri, çağ dışı seviyeye düşmeli miydi?

Aslında bir tahıl ambarı olması, dış dünyaya buğday satması gereken ülkemiz şu anda ekmeklik buğdayını dışarıdan satın almak zorundadır.

Hayvancılıkta dünya birincisi olması gereken ülkemiz, etinin bir kısmını da ithal etmek mecburiyetindedir.

Yüksek ve müzmin bir enflasyon sadece finans ve iktisat işlerimizi çökertmekle kalmamış bütün temel müessese ve faaliyetleri çürütmüş ve bozmuştur.

Üç kıt’anın ortasında, dünyanın kilit taşı durumunda bulunan, her tarafı denizlerle çevrili olan, münbit arazilere, yerüstü ve yeraltı binbir çeşit zenginliğe sahip olan şu ülkemizin haline bakınız. Rüşvet, kokuşma, rezalet, kepazelik, zulüm, istismar, yiyicilik, talancılık, hortumlama, namussuzluk, şerefsizlik, gerilik, ahlâksızlık, sefahat, binbir çeşit sosyal hastalık içinde bulunuyoruz. Ülkenin nüfusunun dörtte biri İstanbul ve çevresine doluşmuştur. Bazı bölgeler tehlikeli ve kaygı verici bir şekilde boşalmakta, nüfussuz kalmaktadır. Acaba bu boşalan yerlere ileride dışarıdan nüfus mu getirilmesi planlanmaktadır?

Türkiye bir mafyalar, çeteler, eşkıyalıklar ülkesi olmuştur. Devlet ve millet malı domuzlar gibi yenmekte, kara para miktarı efsanevî rakamlara ulaşmış bulunmaktadır. Ülke gelirinin arslan payını, sayısı 100 bin kişiyi bile bulmayan mutlu ve putlu bir azınlık devşirmektedir. Uyuşturucu, fuhuş ticareti, rüşvet, çetecilik sektörleri ülkenin en fazla hacmi olan kara iktisat sahalarıdır.

İki belâ, bir tarafta din düşmanlığı, öte tarafta din sömürüsü ülkenin elini kolunu bağlamaktadır.

Bugün iyi niyetli, fakat şaşırmış ve ne yapacağını bilmez hale bu müddet içinde bir kere bile hüviyetimi soran biri çıkmamıştı. Şimdi öyle mi? Dünya Türkleri istemiyor. Her hangi bir ülkeye gitmek için vize almak bir dert. Alsan da oturmak için izin vermezler.

İslâm dünyasına gitsen, Müslüman memleketlerin her biri ayrı bir felaket içinde. Bugünkü durumda Afganistan’a gidilir mi? Suriye’ye, Irak’a, Tunus’a, Cezayir’e gidilir mi? Pakistan çeşitli yolsuzluklar, skandallar ile kaynıyormuş… Nereye gideceksin?

Peki yaklaşan felaketleri bu ülkenin egemen azınlığına, aydınlarına, idarecilerine, politika baronlarına, parababalarına nasıl haber vereceğiz? Bu iş için büyük gazeteler, büyük televizyonlar, büyük medya kuruluşları gerekiyor. Trilyonlarca lira sermaye ve ehil kadrolar gerekiyor.

Yazık! Tarihin dağlarından kopan seller üzerimize doğru cehennemî bir hızla geliyor da biz bunu haykırarak duyuracak güce ve imkâna sahip değiliz. gelmiş on milyonlarca vatandaş bütün ümitlerini siyaset dedikodularına bağlamış bulunuyor. Haftalardan beri çeteci Öcalan’ın yakalanması ile ilgili haber ve yorumlar birinci plana çıkmıştır. Bunlar bu ülkenin, bu milletin hangi temel meselesini halledilecektir?

Lozan’da Türkiye’ye biçilen elbise artık ona dar gelmektedir. Ülkeye, millete, devlete yeni ve uygun bir elbise gerekiyor. Millî kimliğe, gerçek demokrasiye, temel insan hak ve haysiyetlerine, kendi kişiliğimize, geleneklerimize, kültürümüze uygun bir elbise. Yazık ki, bu konuyu müzakere eden pek yok.

Yazık!

Günün birinde üstüste dizilmiş küplerin korkunç bir gümbürtü ile yıkılacağını, dananın kuyruğunun kopacağını, korkunç hadiseler olacağını tahmin ediyorum. İdarecileri, aydınları, halkı uyarmak için elimde yeterli imkân ve vasıta olmadığı için, kendimi kurtarmak maksadıyla güvenli bir yere hicret etmek istiyorum. Ama nereye? İşte mesele burada.

1969’da Türkiye dışına çıktığım vakit ondört Avrupa ülkesine vizesiz girilebiliyordu. Almanya’da, ikâmet iznim olmadığı halde beş sene oturmuştum da. 09 Mart 1999