Cuma

 

Şu güzelim memlekette, bir azınlık bin türlü nimet içinde yaşarken öte yandan bin türlü de rezalet ve sefalet sergiliyoruz. Bir tarafta lüks bir restoranda adam başına iki yüz milyon liralık yemek yiyenler, öbür tarafta ailesine ayda iki yüz milyon lira geçim parası temin edemeyenler. Bir tarafta doların milyonlarıyla oynayanlar, öbür tarafta çöplüklerden ekmek ve pide kırıntıları toplayan paryalar.

Çalışanların, emekçilerin haklarını korumak için sendikalar var. Peki çalışamayanların, ekmek parası kazanamayanların haklarını kim koruyor? İşsizlerin niçin sendikası yok?

Orta Anadolu şehirlerinden birinde, bir ambalaj malzemeleri fabrikası kurulmuş. Son krizde, iyi işletilemediği için batağa batmış; uluslararası bir İngiliz holdingi on yedi milyon dolara satın almış. İşçileri sendikalıymış, sene sonu holdingden zam istemişler; ortalama ayda yedi yüz elli milyon lira maaş ödeniyormuş. Sendika, üç mislini vereceksiniz demiş. Fabrika bu talep çok yüksektir, veremeyiz, mâkul bir zam yapalım demiş, sendika kabul etmemiş. Sonunda fabrikayı kapatmışlar, personelin tazminatını ödemişler, makineleri İtalya’ya götürmüşler.

Zonguldak’ın bir köyünde öldürülen ünlü bir sendikacımız vardı, basında kendisinden çok bahsedilirdi. İki adet çok lüks, çok pahalı, çok şatafatlı Jaguar otomobili vardı!..

Bizdeki işsizlik dehşetli boyutlara ulaşmıştır. Bir, hiç işi olmayanlar var; bir de, gizli işsizlik var. Her kafadan ayrı bir rakam çıkıyor ama, on milyondan az değildir işsizlerimiz. Bunlara iş bulmak için fabrikalar, atölyeler, dükkânlar, iş yerleri açılması lazım. Yeni iş yeri açmak ise, son derece rizikolu; vergiler yüksek, ücretler yüksek, sigortalar yüksek. En düşük ücretlinin vergi ve sigorta masrafları ayda iki yüz milyon liranın üzerinde, patronlar bunları ödemekte zorlanıyor.

Bütün haklar çalışanlar için, çalışamayanların canı çıksın…

Ramazan’da Konya’ya gitmiştim, dönüşte uçakta Kombassan’ın başındaki Haşim Beyefendi vardı. Yeşilköy’de onun otomobiline bindik, yolda biraz sohbet ettik. Geçmiş iktidar zamanında çok sıkıntı çekmiş, “Yeşil Sermaye” denilerek tehditlere ve düşmanlıklara maruz kalmış. Yeni iktidar zamanında bu sıkıntılar kalktı mı? Diye sordum. “Devam ediyor” cevabını verdi.

Bir ülke ticaret yaparak, üreterek, ihraç ederek, topraklarını işleyerek, madenlerini çalıştırarak; denizlerinden, göllerinden, nehirlerinden, ormanlarından yararlanarak kalkınabilir. Bizde ise, bunlar ikinci plana atılmış; faize, ranta, alavereye, dalavereye, spekülasyona kuvvet verilmiştir.

Riba, üç dinde lânetlenmiştir… Riba, hikmet (bilgelik) tarafından lânetlenmiştir… Ribaya mübtelâ bir toplum Allah’ın gazabına uğrar, çeşitli felaketlere ve azaplara düçar olur. Kur’an-ı Kerim’de ribacılar için “Onlar Allah’a ve Resulüne savaş ilan etmişlerdir…” meâlinde ayet vardır.

Sağlıklı, vicdanlı, dengeli, akıllı, hikmetli toplumlarda kazananlar, zenginler fakirlerin, sıkıntı çekenlerin imdadına koşarlar, onlara yardım ederler. Canavar toplumlarda ise, yiyenler tıka basa yer, yemeyenler de, sefalet içinde sürünür. Ne zamana kadar?.. Allah’ın emri gelinceye kadar.

Yalova’daki dostlarımdan biri, ziyaretime gelmişti. Krizde işini kaybetmiş, zar zor geçinmeye çalışıyormuş. Bir arkadaşından bahsetti, zavallının işi yokmuş, hanımı doğum yapmış, ameliyat olması gerekiyormuş. Para olmadığı için hastane ameliyatı yapmıyormuş, yeni doğan bebeğe mama alacak para yokmuş… Akrabaları da yardımcı olmuyormuş. Peki bu adam ne yapsın? Bir ara birilerinin yanında iş bulmuş, meğerse adamlar kaçakçılık yapıyorlarmış, yakalanmışlar. Bir çuval dayak yemiş, parasını da alamamış… Nezdimde bir dostumun gönderdiği zekât parasının bir miktarını zarfa koyarak bu tanımadığım vatandaşa gönderdim. Kaç gün yetecek? Sonra ne olacak? Bu ve bunun gibi vatandaşları kim düşünüyor?

Hazret-i Ömer devlet başkanı olmanın sorumluluğundan dolayı titrer ve ağlarmış; “Ya Rabbi, keşke beni bir saman çöpü olarak yaratmış olsaydın” dermiş… Şimdiki bazı sorumlular, lâf ile Hazret-i Ömer’in adaleti edebiyatını yapıyorlar ama, tatbikatta hiç de Hazret-i Ömer’den ders ve ibret almışa benzemiyorlar.

Efendimiz “Komşusu açken, tok geceleyen bizden değildir” buyurmuş. Toklarımız bu hadîsteki tehdidin farkında mıdırlar?

Zaman zaman telefonlar alırım, “Filan yerde yeni bir lokanta açılmış, şöyle nefis yemekler, böyle nefis tatlılar yapılıyormuş, hep birlikte gidelim…”
derler. Şimdiye kadar birkaç kişi çıkıp da, aramızda bir komite kuralım, bulabildiğimiz kadar zekat, sadaka, yardım, hayır parası toplayalım; çaresizlerin, muhtaçların, perişan vatandaşların yardımına koşalım, imdatlarına yetişelim demedi.

Türkiye’deki gelir dağılımı bir faciadır, bir hıyanettir, bir rezalettir, bir kepazeliktir… Bu adaletsizlik düzeltilmezse ülke batacaktır.

Medyanın gündeminde fakirlik, işsizlik, sefalet, gelir dağılımındaki adaletsizlik yer alıyor ama, bu konuyu “çocuğun ısırdığı köpek” haberi gibi işliyorlar. Nuriye Akman, bir röportajında büyük medyamızın ağır toplarından bir sunucunun, bir ara ayda yüz elli bin dolar maaş aldığını yazmıştı.

Gazetecilerimizin fıkra (köşeyazısı) muharrirlerimizin fildişi köşklerinden çıkıp, limuzinlerinden inip, halkın arasına karışmaları gerekir. Banliyö trenlerine, minibüslere, halk otobüslerine, vapurlara binsinler. Fakir semtlerin kahvehanelerine, fukara lokantalarına gitsinler ve halkın halini görsünler. Utanmasınlar, bir gün fakirlere mahsus bir lokantada yemek yesinler. Mideleri bozulup, zehirlenirlermiş, yok canım! Bir şey olmaz, ancak halkın arasına karışırken vaktiyle Millî Şef İsmet Paşa’nın İstanbul’da defne dallarıyla süslenmiş bir tramvaya binip caka satması gibi yapmasınlar. Samimi olsunlar, vicdanlı olsunlar, vatansever olsunlar, insan olsunlar.

Hindistan’da Brahmanlar, paryalara hiç acımaz. Paryalar o kadar sefil, pis, değersiz insanlardır ki, onların gölgeleri bile bir Brahmanı kirletir. Bizdeki Brahmanlar da maalesef aynı zihniyettedir.

Müslüman kesimde de, Brahman ahlâk ve zihniyetine sahip kişiler ve zümreler görüyoruz. Bundan bir müddet önce, bileğine doksan milyar liralık bir saat takan bir hanımdan bahsetmiştim. Ünlü ve önemli bir İslâmcı’nın eşiymiş.

Dağlık ve çamlık bir yerde lüks bir otel, İslâmcı bir kuruluşun toplantısı var; limuzinler, jipler, şaşaalı lüks otomobiller geliyor; içlerinden semiz beyler, bazısı türbanlı hanımlar iniyorlar; pür azamet, pür tantana, pür velvele otelin kapısına doğru yürüyorlar… 20 Aralık 2003