Cuma

 

1. Lüks hastalığı ve tutkusu Müslüman kesimi manevî bir veba hastalığı gibi sarmıştır. Nâdir istisnalar dışında herkes lüks meskenlerde oturmak, lüks otomobillerle gezmek, lüks yazlıklarda dinlenmek, lüks lokantalarda yemek yemek, lüks elbiseler ve ayakkabılar giyinmek, velhasıl tek kelimeyle lüks yaşamak istiyor.

2. Lüks hastalığı o derecelere varmıştır ki, bazı zengin Müslümanlar, kendileri ve yakınları için lüks kabristanlarda, lüks mezarlar satın almakta, iki metrekarelik bir toprağa beş-on bin dolar ödemekten kaçınmamaktadır. (Lüks mezar satışları hakkında biri bir araştırma yapsa ne iyi olur.)

3. Lüks hastalığı ve ihtirası beraberinde israfı (savurganlığı)getirmiştir. Yüce dinimiz ve Şeriatımız israfı haram kılmıştır. Kendilerini dindar, sofu zanneden birtakım Müslümanlar gırtlaklarına kadar lükse ve israfa batmışlardır. Yüz, yüzelli, hattâ bazen 200 bin dolarlık tank gibi büyük ve acayip jiplere binen mü’minler görülmektedir. Peki bu kadar pahalı, bu kadar lüks otomobilleri niçin alıyorlar? Bu arabalar onlar için bir ihtiyaç mıdır? Kesinlikle değildir. Bunlarla evden işe, işten eve, arada bir gezmeye, yazlığa gitmektedirler. Bu işleri orta, mütevâzı bir vasıta ile de yapabilirler. Peki niçin lüks otomobil alıyorlar? Gösteriş için alıyorlar. Bende işte böyle araba var desinler diye alıyorlar. Gurur, kibir, öğünme için alıyorlar. Allah’a, Peygamber’e, İslâm’a, Kur’ân’a, Sünnete, Şeriata inanmayan bir ateist, materyalist, hedonist böyle kuruntulara, gurur ve kibirlere kapılabilir ama Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan bir Müslüman nasıl olur da bu gibi şeytanî vesveselerin tuzağına düşebilir?

4. Şu acı gerçeği belki şimdiye kadar otuz kere yazdım, tekrar yazıyorum. Fert başına düşen millî geliri Almanya’dan on misli az olan ve halkının on milyonlarcası sefalet içinde sürünen, iktisadiyeti, maliyesi, parası çökmüş Türkiye’de, Mercedes’leri üreten Almanya’dakinden daha fazla lüks ve pahalı Mercedes bulunuyor. Sadece bu acı gerçek bile bizim yüzümüzü kara etmeye yetmez mi?

5. Lüks ve pahalı cep telefonları konusunda da toplumumuz cinnet geçirmektedir. Cep telefonu elbette bazı kimseler için bir ihtiyaçtır. Elbette ondan bir adet alacaktır. Ancak nasıl bir cihaz alacaktır? İhtiyacını karşılayacak bir cep telefonu alacaktır. Gerekmiyorsa en pahalısını almayacaktır. Cep telefonu ile öğünmeyecektir. Lüzumlu lüzumsuz cebinden çıkartıp “Cep telefonu teşhirciliği” yapmayacaktır. Bizde böyle mi? Birçok Müslüman için, ihtiyacını karşılasa bile ucuz ve mütevâzı bir telefon almak bir zül, bir ayıp haline gelmiştir. Büyük sayıda insanımız cep telefonu manyağı olmuştur. Cep telefonları yüzünden uçak ve otobüs kazaları olmuştur. Misafirliğe gidenler bile cep telefonlarını kapatmamakta, cihaz zırt zırt çaldıkça ev sahibinden ve diğer misafirlerden izin istemeksizin konuşup durmaktadır. Cep telefonu konusunda toplumumuz çıldırmış, ne yaptığını ve ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir. Keşke 30×40 cm. boyutunda pankartlar yaptırılsa, bunlara cep telefonu hakkında medeniyet, görgü, terbiye kuralları birkaç madde halinde yazılsa ve yurdun milyonlarca yerine asılsa. Belki biraz anlayan, utanan, kendine gelen olur.

6. Güzel ve zarif bir şekilde giyinmek insanları memnun, mutlu kılan bir şeydir. Ancak bunun da ölçüleri vardır. Bir kere her lüks ve pahalı kıyafet güzel ve zarif değildir. Maganda, zonta, câhil, görmemiş, türedi, kereste bir adam avuç dolusu para öder, en gözde markalardan elbiseler, gömlekler, kravatlar, ayakkabılar, palto ve pardösüler alır ve bunları giyindikten sonra dört başı mamur bir palyaço olabilir. Olgun insana yakışan, zengin de olsa, giyim kuşamda şatafattan, lüksten uzak durmaktır. Bazılarının iki bin dolara elbise, üç bin dolara palto aldıklarını, birkaç yüz dolarlık ayakkabı giydiklerini duyuyorum. Böyle aşırılıklar faziletli, olgun, vicdanlı Müslümana yakışmaz. Ben onlara gidin işportadan alın demiyorum ama her şeyin bir ölçüsü, bir ortası vardır, aşırılıklardan kaçınmaları gerekir. Giyim kuşamda önemli olan yaşına, sosyal seviyesine, fizikî yapısına uygun ve yakışan şekilde giyinmektir.

7. Zenginler sınıflara, kategorilere ayrılır: Medenî zengin vardır, bedevî zengin vardır. Medenî zengin kitaba, kültüre, sanata düşkün olan, onlar için para harcayan, evinde güzel bir kütüphanesi olan, kitap okuyan kimsedir.Medenî zengin bir ülkeyi, bir şehri ziyaret ettiği zaman, şayet o ziyaret çok kısa süreli değilse mutlaka ve mutlaka oradaki müzeleri gezer, kitapçı ve antikacıları dolaşır. Bizde öyle maganda zenginler var ki, diyelim bir haftalığına Moskova’ya gidiyor, şehri gezmek için arada vakti oluyor ve bir tek müzeyi bile gezmiyor, bir tek kitapçıya gidip büyük boy, renkli bir sanat kitabı satın almıyor, antikacılardan veya geleneksel sanat eseri satan dükkanlardan bir tek cam, porselen, madenî, ahşap sanat eseri almıyor. Sadece yiyor, içiyor, bazısı birtakım haltlar karıştırıyor… Böyle zenginlik olur mu?

İstanbul ve Paris nüfus bakımından eşittir, her ikisinde de yaklaşık onbeşer milyon insan yaşamaktadır. Paris mimarîsi ve şehirciliği ile, anıtsal binalarıyla, müze ve kütüphaneleriyle, yolları ve kaldırımlarıyla her haliyle bir şehirdir, bir medeniyet merkezidir. İstanbul ise, uğradığı hıyanetler sonunda dünyanın en büyük köyüne, mezrasına dönmüştür. Paris’teki en büyük kütüphanede onbeş milyon kitap varken bizim İstanbul’daki en büyük devlet kütüphanemizde sadece 450 bin kitap bulunmaktadır. Bizdeki yapılaşma ve imar faaliyetleri tek kelimeyle bir faciadır. İstanbul’un, nüfusu bir milyon olan, adeta başlı başına bir büyük bir şehir manzarası teşkil eden öyle semtleri vardır ki, oralarda tek kitap dükkanı, tek antikacı, tek sanat merkezi, tek geleneksel el sanatları dükkanı bulamazsınız. Cadde kenarları, sokak araları lüks arabalarla doludur ve halkın bir kısmı, sokaklarda akıntı çağanozu gibi çarpık çurpuk yürümektedir cep telefonlarıyla konuşurken…

Türkiye’nin en büyük meselesi bedevîlikten, şifahî kültürden, ilkel ve primitif zihniyetten kurtulma meselesidir. Felâketin en büyüğü kendilerini üstün, seçkin, okumuş, yüksek sanan tabakanın kültür sefaleti bataklıkları içinde yüzmesidir. Dünyada en az kitap çıkartan, en az okuyan ülkeler listesi içindeyiz. Okuyanlarımız da okuduklarını anlamıyor. İslâmî kesimde şimdiye kadar on milyonlarca din, ahlâk, nasihat kitabı çıktı ve bunlar satıldı, bir kısmı okundu. Okundu da ne oldu? Müslümanlar kendilerini islah edebildi mi? Manzaraya bakınız, cevabı öyle veriniz.

İstanbul’un dış semtlerinden birinde aynı anda bin iki yüz müşteriyi ağırlayabilecek bir tavuk kanadı lüks lokantası açılmış. Anayemek tavuk kanadı imiş. Lokantanın yanındaki oto parkı dolup dolup boşalıyormuş. İnsanlar uzaklardan oraya gelip tavuk kanadı yiyormuş. Bu anlattığım bir tek lokantadır. Şehirde böyle binlerce restoran mevcuttur. Peki biz Türkiyeliler (en az tuzu kuru olanlar) yeme içmeye bu kadar önem verirken kitaba, kültüre, sanata aynı önemi veriyor muyuz? Vermiyoruz. İşte bu yüzden de ilkel, bedevî, varoş kafalı, şifahî kültürlü bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz.

Yazıma lüks, israf, aşırı tüketim konusu ile başlamıştım. Onlarla bitirmek istiyorum. Sözüm öncelikle dindar, sofu geçinen Müslümanlaradır.

Lükse, israfa, aşırı tüketime, gösterişe, şatafata batmış bir toplum çürümeye, yıkılmaya, çökmeye mahkûmdur. Lüks ve israf Müslümanı Mevlâ’ya değil, belâya götürür. 06 Eylül 2003