Çarşamba

 

Irak cayır cayır yanıyor, kan gövdeyi götürüyor. Bazı günler yüzlerce Müslüman şehid ediliyor. Felaketi lisan ile anlatmak mümkün değil. Zulüm, şenaat, kötülük, vahşet…

Çeçenistan’ı ne çabuk unuttuk. Irak’taki facialar hiç olmazsa az çok medyada yer alıyor, Çeçenistan gündemden çıktı.

Kendini şuurlu, idrakli, dinibütün Müslüman zanneden hacı beylerimiz ve hacı hanımlarımız fanteziler peşinde koşuyorlar… İslâmcıların eline geçen zengin bir belediyedeki iki senelik lüks makam otomobilleri elden çıkartılmış, yerlerine son model arabalar alınmış. Bunlar resmî hizmet arabaları, özel işlerde kullanılmamaları gerekir. Lakin Cumartesi, Pazar günleri de Beylerimizin hizmetindeler…

Ah Afganistan, vah Afganistan!.. Bir ara ilgileniyorduk, artık bıktık, bize değişiklik gerek. Hep aynı konularla meşgul olamayız.

Nice İslâm ülkesinin hapishaneleri suçsuz dindarla dolu. Ne eziyetler, ne işkenceler çekiyorlar. Onlarla ilgileniyor muyuz? Onlara acıyor muyuz? Onlar için dua ediyor muyuz? Zalimleri protesto ediyor muyuz?

Eve misafir gelecek, nefis kurabiyeler, kekler, börekler, çörekler hazırlanıyor. Talihsizlik bu ya, bunların bir kısmı fırında yanıyor. Evin hanımı üzüntüden sinir krizleri geçiriyor. Öyle ya, börek yandı. Beride Müslümanlar yanıyor, kılı kıpırdamıyor.

Bizim dindarlığımız hobi dindarlığı haline gelmiştir. Boş zamanlarımızda kendimizi tatmin için dindarlık yaparız, hayır işleriyle uğraşırız… Eski para, pul biriktirmek gibi bir şey.

Adam cemaatini, tarikatını, hizbini, fırkasını, zümresini, lobisini yüce İslâm dini ile özdeşleştiriyor, bir tutuyor. Bu ne büyük mantıksızlık, bu ne vahim sapıklıktır. Parça, bütün ile bir olur mu? Kaldı ki, bazı cemaatlerin parça oldukları bile tartışmalıdır.

Adam beş vakit namaz kılıyor, dindar geçiniyor… Bağlı olduğu cemaatin başındaki zatı, hatâ etmez, yanılmaz, günah işlemez sanıyor. İtikada aykırı bir zan… Ehl-i sünnet İslâmlığında, sadece Peygamberler ismet sıfatıyla muttasıftırlar. Diğer büyük zevat, dereceleri ne kadar yüksek olursa olsun, hatâ edebilir.

Kendilerini uyanık sofu zanneden Müslümanlara, takvimi sorarsanız miladî-efrencî tarihî söylerler. Halbuki Müslümanın takvimi, hicrî-kamerî takvimdir. İçinde bulunduğumuz yıl 1425’tir. Recep ayına girmiş vaziyetteyiz, Ramazan’a iki ay kaldı. Kutsal ay için ne gibi hazırlıklar yapıyoruz? Mâlum, yine şatafatlı iftar ziyafetleri verilecek. Peki, halkı, gençliği uyandırmak için ne gibi broşürler hazırlıyoruz? Birkaç yüz kişilik lüks bir iftar ziyafetinin masrafıyla pekala çok faydalı, çok değerli küçük bir broşür yayınlanabilir. Biz medenî-yazılı Müslümanlar olmadığımız için böyle hizmetlerle ilgilenmeyiz.

1452 yılında çok küçülmüş olmasına rağmen Bizans vardı, Bizanslılar günlük hayatlarını yaşıyor, kazanç peşinde koşuyor, siyasi entrikalar ve dedikodularla meşgul oluyorlardı. Yaklaşan tehlikeyi görmüyorlardı.

Türkiye sessiz sedasız, sinsice elden gidiyor da haberimiz yok.

Filan yerde yeni açılan feşmekan lokantasının yemekleri, tatlıları harikaymış… Ya öyle mi?

Hayat madalyonunun iki yüzü vardır: Ön yüzü, arka yüzü. Ön yüzünde günlük, sıradan, olağan işler yer alır. Sabah kalkarsın, işe gidersin, öğle yemeği yersin, dindarsan öğle namazı kılarsın, akşam işten eve dönersin… Çocukların okulu, üniversitesi… Mutfak masrafları… Arada bir gezmeye gitmek, piknik yapmak… Mesken, yazlık… Giyim kuşam…

Hayat, yaşamak sadece bunlardan ibaret değildir. Madalyonun öteki yüzüne de bakmak gerekir. O yüzde, olağanüstü konular yer alır, Ahir zaman alametleri; dünyanın, insanlığın, Türkiye’nin üzerinde dolaşan kara bulutlar; ülkemizi çepeçevre sarmış uğursuzluklar; yaklaşan büyük İstanbul zelzelesi; İslâm dünyasındaki olumsuzluklar, akan kanlar, yıkılan hânümanlar, parçalanmış cesetler, ağlayan dullar, yetimler… Zulüm, zulüm, zulüm… Küfür, fısk, fücur, isyan, tuğyan, azgınlık, kuduzluk, çılgınlık, beyinsizlik…

Akıllı insanlar madalyonun iki tarafını da göz önünde bulundururlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işleriyle meşgul olurlar, yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanırlar.

Evinle, işinle, çocuklarınla elbette meşgul olacaksın. Lakin madalyonun öbür yüzüne de bakmalısın. Afganistan Müslümanlarının, Çeçenlerin, Irak halkının başlarına gelen bela, musibet ve azaplar davetiye çıkartılarak gelmemiştir. Hangi halk, hangi toplum, hangi cemaat felaketin gelmesini ister? Bir ülkede fuhşiyyat, şikak nifak, fitne fesat, şirk küfür, isyan tuğyan haddi aşarsa; oradaki Müslümanlar, üzerlerine farz olan emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifesini yerine getirmezlerse umumî bir bela gelir, tepelerine azap iner. Sadece kötülere ve günahkarlara isabet etmez, topyekun gelir. Misafirlere ikram edeceği börek ve kurabiye yandı diye ağlayan kişi, sen bu gafletle ileride çok ağlarsın!.. 19 Ağustos 2004