Madalyonların iki yüzü vardır, önü arkası… Bir yüzüne bakmakla tamamını göremez ve anlayamazsınız.

Türkiye bir diktatörlüğe mi gidiyor?

Ergenekon cephesinden böyle sesler geliyor.
Doğru değildir.

Yakın tarihimizde bu kadar demokrasi, bu kadar düşünce hürriyeti, bu kadar çoğulculuk, bu kadar serbestlik, (yeterli olmasa bile) bu kadar insan hakları olan başka bir devir yoktur.

Ülkemizde büyük bir kökten değişim yaşanıyor.

Bu değişim bazılarının işine, menfaatine, hakimiyetine, saltanatına gelmiyor,

diktatörlüğe gidiyoruz diye bağırıyorlar. Bu gidiş resmî ideolojinin tasfiyesine gidiyor.

Bu ideolojiye din gibi inananlar veya bu ideolojinin gölgesinde büyük servetlere, büyük aylıklara ve avantalara nail olanlar bağırmasın, feryat etmesin, saçlarını başlarını yolmasınlar da ne yapsınlar?

Vesâyet demokrasisi kaldırılıp yerine gerçek demokrasi getirilmek isteniyor. Vesayet demokrasisi sayesinde (gölgesinde) sebeplenen mutlu ve putlu azınlık elbette bağırıp çağıracak. Ben hepsini gördüm, yaşadım.

Bu ülkede 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat darbeleri oldu.

Bugünkü gidişat darbelerin artık olmamasına, yaşanmamasına yöneliktir. Böyle bir şeyi darbeciler, darbe çığırtkanları, darbelerden büyük menfaat elde edenler içlerine sindirebilirler mi? Elbette bağıracaklar, ağlayacaklar, saç baş yolacaklardır.

Ordunun siyasete, din işlerine, idareye karışmaya hakkı yoktur.

Onun vazifesi devleti, ülkeyi, halkı dış tehlikelere karşı korumaktır. Dünyada hiçbir köklü, ciddî, demokrat, hukukun üstünlüğü prensibini benimsemiş ülkesinde

resmî ideoloji

diye bir heyûlâ yoktur.

Bütün ciddî ülkelerin bir tek anayasası vardır. İngiltere, İsrail gibi ülkelerin anayasası bile yoktur. Bizde iki anayasa var.

Biri bildiğimiz beyaz anayasa, ötekisi halkın bilmediği, kitap olarak piyasada satılmayan ve bulunmayan, hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerinde dersi okutulmayan

gizli kırmızı anayasadır.

Bu ikinci esrarlı anayasa birincisinden üstündür .Bu ikilik kalksa fena mı olur?

Madalyonun birinci yüzünde görünenlerin bazısı bunlardır.

İkinci yüzde görünenlere gelince:

1. Ülkemiz

temizlik ve şeffaflık

bakımından utanç verici kötü durumunu koruyor.

2. Eğitim ve

üniversiteler

(bence) berbattır.

3. Toplum

şifahî

bir toplumdur.

4. Toplumsal ve

millî barış ve uzlaşma

yoktur veya yeterli değildir.

5. Toplumda

vahim çözülmeler

görülmektedir.

6.

Emanetler

genellikle ehline verilmemektedir.

7. Yaygın şekilde

haram

yenilmektedir.

8.

Cinsel ahlâk

son derece bozuktur.

9.

Arivizm

çok yaygındır.

10. Sağlık işleri, ilaç sanayii, sosyal sigorta sistemi kaos içindedir.

11. Yolsuzluklar, hortumlar, ihalelere fesat karıştırmalar, nepotizm, kara para…

İçiniz kararmasın daha fazla yazmayayım. Yani bu ülkede iyi şeyler de oluyor, kötü şeyler de. Madalyonun iki tarafı bir değil. İnşaallah iyilikler, maslahatlar kötülüklere, mefsedetlere galip gelir, onlardan üstün olur.

(İkinci yazı) MÜSLÜMANLAR HAYATA HÂKİM OLMALI

Keşke Müslümanlar (İslâmcılar demedim) son elli yıl içinde, bunca İmam-Hatip mektebinin yanında şöyle liseler, kolejler, meslek okulları da açmış olsalardı:

1. Güzel Sanatlar Lisesi.

2. Geleneksel Sanatlar ve Zanaatlar Koleji.

3. Yemek, Tatlı, Lokantacılık, Fırıncılık Koleji…

4. Çiçekçilik, fidancılık, lâle koleji.

Bir ülkede sadece genel seçimlerde oy kullanarak hakimiyet ve üstünlük sağlanmaz. Tek başına çoğunluk olmak da fazla bir şey ifade etmez. Önemli olanlar şunlardır:

1. Kültürlü olmak.

2. Medenî olmak (Bedevîliğin zıddı).

3. Yazılı kültürlü olmak, şifahî kültürlü olmamak.

4. İş, ticaret, finans, esnaflık sahalarında üstün olmak.

5. Hafif olmamak, ağırlığı olmak.

6. Girişimci olmak.

7. Medya ve yayıncılık sahasında üstün olmak.

Müslümanların büyük ve küçük sanayi, büyük ve küçük ticaret, esnaflık, her türlü hizmet (hastahane, özel okul, taşıma vs.), ithalat ihracat sahasında rakiplerinden ve düşmanlarından daha üstün, güçlü ve vasıflı olmaları gerekir.

Sadece küçük esnaflıkla, küçük memurlukla, küçük işlerle, küçük hizmetlerle zafer kazanmamız mümkün değildir. Ana caddede altı lokanta var… Üçü dindarların, üçü çağdaş ve sekülerleşmiş vatandaşların… Müslümanların lokantaları birinci olmalıdır. Önce yemeklerin ve tatlıların lezzetli oluşunda… Sonra dekorasyonda… Hizmette… Fiyatta… Herkes hayran ve memnun kalmalıdır.

Düşmanlığa ve rekabete lüzum yok. Yarışma yapılmalıdır sadece. Bizim yemeklerimiz daha lezzetli, bizim hizmetimiz daha iyi, bizim işyerimiz daha temiz ve güzel, fiyatları da çok makul… Bu üstünlüklere kim ne diyebilir?

Hiçbir İslâm ülkesi sadece Din mektepleriyle, Hâfızlık kurslarıyla yücelemez.

Hayatı bir bütün olarak ele almalıyız ve hayatın her sahasında yeterli miktarda çok vasıflı, çok azimli, çok hünerli, çok maharetli, çok başarılı

(Başarı Allah’tandır),

çok becerikli, çok işbilir, çok işbitirir, çok üstün elemanlar yetiştirmeliyiz.

Halkın her gün camiye gidenleri mi çok, yoksa lokantaya gidenleri mi? Camisiz ve dinsiz yaşayanlar var ama fırınsız ve ekmeksiz yaşanmaz.

Kanunî Sultan Süleyman Han’ın Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi hazretlerinin bir fetvasını zikr edeyim: “Zeyd-i müslimin, mahalle camiinde imamlık etmesi mi efdaldir, yoksa neccarlık
(marangozluk)
yapması mı?

El-Cevap:

Beş vakit namazını kılarak marangozluk etmesi efdaldir.” 08 Ocak 2010 Cuma