Malatya’da AhmetEmin Yalman’ın Vurulması (2)
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 13 Ocak 2019
Perşembe
Malatya’da Selanikli gazeteci Ahmet Emin Yalman vurulduğu zaman bendeniz Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyordum. O günlerin heyecanını, terörünü bizzat yaşamış, görmüş bir vatandaşım.
Ahmet Emin’in vurulması bahane edilerek Üstad Necip Fazıl, Cevat Rıfat Atilhan, Osman Yüksel Serdengeçti, Samsun’da Büyük Cihad gazetesi sahibi Mustafa Bağışlayıcı gibi şahsiyetler tutuklanmış, bin bir çile ve zahmet içinde yaşatılmış, uzun müddet zindanlarda çürütülmüş ve nice zaman sonra kurtulabilmişlerdi.
Malatya hadisesinden sonra meydana gelen devlet terörü yüzünden birçok vatandaş, korku ve dehşet içinde kalmış ve evlerindeki dinî kitapları gizlemek veya imha etmek zorunda bırakılmışlardı.
O tarihlerde yürürlükte bulunan Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi, Fransız İhtilâli’nden sonraki terör günlerindeki giyotin gibi merhametsizce uygulanıyordu. O zamanın cezalandırma metodlarından biri de “Tutuklama suretiyle ceza vermekti.” Bu ne demektir? Adamın suçsuz olduğu önceden biliniyor. Lâkin tutuklanıyor, mahkeme başlayıncaya kadar bazen altı ay cezaevinde bekletiliyor ve sonunda beraat edip çıkıyor ama suçlu olmadığı halde, uzun bir süre cezaevinde tutulmak suretiyle ceza çekmiş oluyor.
Ahmet Emin kimdir? Meşhur Dönmelerdendir.
Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı bir hatıra kitabı vardır.
“Görüp İşittiklerim” adlı eseri. Bu eserin, 1949 yıllarında yapılan ilk baskısında son Padişah Sultan Vahidüddin’in Yalman aleyhindeki sözleri sansüre uğramıştır. 1950’den sonra yapılan baskısında ise sansür kaldırılmıştır. Arzu edenler her iki baskıyı karşılaştırabilirler. (Merhum Ragıp Akyavaş bey, Görüp İşittiklerim kitabının müellif hatlı müsveddesini Tarih Kurumu kütüphanesinde tedkik ettiğini, birçok yerinin, okunmayacak şekilde karalanmış bulunduğunu söylemişti…)
Sultan Vahidüddin’in şiddetli şekilde aleyhinde bulunduğu bu Dönme, Atatürk’ün de hışmına uğramıştır. Atatürk, onun yazı yazmasını, gazetecilik yapmasını uzun yıllar yasaklamıştır.
Yalman’ı Adnan Menderes de sevmezdi. Onun hakkında “Allah bizi onun dostluğundan da düşmanlığından da korusun…” dediği rivayet olunmaktadır.
Üstad Necip Fazıl o yıllarda Yalman’ı şiddetli şekilde tenkit ederdi. Selaniklinin kurşunlanması üzerine tutuklandı, uzun müddet cezaevlerinde çile çekti. Malatya’dan Ankara cezaevine nakl edilmesinden sonra kendisini Müslüman talebe arkadaşlarla ziyaret ederdik. Ya Rabbi ne kara günlerdi onlar. İstanbul’da hanımı ve beş çocuğu perişan vaziyette. Üstad zindanda hafakan içinde. Malatya hadisesi Ankara adliyesinde görülüyordu. Muhakeme günleri fakültede derslere girmez, dâvâyı takip ederdim.
Türkiye medenî bir ülke, toplumumuz da şifahî değil, tahrirî bir toplum olsaydı Ahmet Emin’in Malatya’da vurulması hadisesi ve bununla ilgili dâvâ hakkında şimdiye kadar yüzlerce kitap yayınlanmış olurdu.
C-Dinin Siyasete Âlet Edilmesi Suretiyle Propaganda:
1- Necip Fazıl Kısakürek:
Büyük Doğu Gazetesi’nin 13 Temmuz 1952 tarihli nüshasında çıkan “Ne mi yapardık?” başlıklı yazısında maznun Necip Fazıl Kısakürek
demektedir.
Aynı gazetenin 7 Ağustos 1952 tarihli nüshasında çıkan “Gerçek inkılâbın şartları” başlıklı yazısında
denilmektedir.
Yine aynı gazetenin 24 Ağustos 1952 tarihli nüshasında çıkan “Suç onların değil bizimdir” başlıklı yazısında “…Bâbısüflî esnafı… basıyor mahut resimleri… İşte bizim başımıza bu felâketi getirenler, sırf Müslümanların, Müslüman topluluklarının, daha doğrusu kendisini Müslüman sananların fert ve cemiyet ölçüsü ile düştüğü bu miskinlik, bu yılgınlık, bu hissîlik, bu ölgünlük yüzünden böyle havalanmışlardır…
Kâfirler, Müslümanlığı bizim bu halimiz sanıyor fakat biz Müslümanlığı kendi halimiz sanırsak Allah’a ve Resûlüne iftira etmiş oluruz” denilmektedir.
Maznunun yukarıya derc olunan yazılarında… görülmektedir ki, din daima siyasete âlet edilmekte ve lâiklik ve inkılâp esaslarının ortadan kaldırılması lüzumu telkin ve tamim olunmaktadır.
“Ne mi yapardık?” yazısı ile medenî ve siyasî eşitlik haklarına kavuşmuş olan Türk kadınının “eve dönmesi” lâzım geldiği fikri, kadına Teşkilâtı Esasiye Kanunu ve medenî kanunla inkılâp tarafından bahşedilen hukukun istirdadını ve bu ahkâm yerine dinî esaslardan mülhem şer’î (eski) ahkâmın ikamesini istihdaf etmektedir.
“İçkiyi yasak ederdik” parolasının da yine islâm dininde sekir verici şeylerin memnu olduğunu telmih suretiyle dinî kaidelerin cemiyet hayatına hâkim olması tezini müdafaa ettiği aşikârdır.
Öldürenin mutlaka ölüme mâruz bırakılması ve hırsızlık yapan elin mutlaka kesilmesi fikirleri ise, kısasa kısas müeyyidesini vaz’eden dinî hukuk kaidelerinin medenî müeyyidelere faikiyetini iddia ve ilân eylemekten başka bir şey değildir.
Ve yine “Gerçek inkılâbın şartları” yazısı ile de Türk Matbuatını “kendisi ve taraftarları haricinde” temsil edenleri din ve millet düşmanı göstermek ve bunların ortadan kalkmasından sonra ancak “Hakikî inkılâbın” başlıyabileceğini söylemek, bunlar tarafından müdafaa edilen lâiklik ve inkılâp esaslarının terviç edilmediğini ve beklenen inkılâbın din ve millet düşmanı olmaması yani dinî bir inkılâp olması lâzım geldiğini açıkça ifade etmektedir. Bu inkılâbın gelmesi din ve millet düşmanı matbuatın müdafaa ettiği inkılâp ve lâiklik esaslarının yok edilmesine bağlanmaktadır. Böylece böyle bir inkılâbın gelebileceği fikrini telkin ve bu kabil bir inkılâbı isteyeceklerin dinî hissiyatından istifade edilmek istendiği muhakkaktır.
Müze haline konmuş bulunan Ayasofya’ya “âlâyıvâlâ” ile girmek de ancak bu dinî inkılâbın tahakkuku ile kabil ulvî bir gaye gibi gösterilmekle yine dinî hissiyata hitap edilmektedir.
Yukarıda din ve millet düşmanı olarak gösterilen Türk Matbuatı burada da “babısüfli esnafı” diye tavsif edilerek Müslümanların, bunları havalara çıkaran yılgınlık, ölgünlükten silkinmeleri, harekete geçmeleri lâzım geldiği ileri sürülerek dinî hisleri kamçılamakta ve harekete geçmedikleri ve bu halleriyle kaldıkları takdirde Müslüman sayılamıyacakları ve bu halleriyle kendilerini Müslüman sayarlarsa Allah ve Resûlüne iftira etmiş olacakları ortaya atılarak bir an evvel harekete geçmek mecburiyetinde oldukları kanaatı aşılanmaktadır.
Görülüyor ki maznunun dini ve dinî hissiyatı âlet ederek inkılâp lâiklik esaslarını sarsmak ve devleti dinî esas ve inançlara uydurmak ve bu yoldan siyasî menfaat ve şahsî nüfuz temin ve tesis eylemek istediği ve bu maksatlarla propaganda ve telkinlerde bulunduğu aşikârdır.” 17 Aralık 2004