Manzara
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Cuma
Türkiye nereye gidiyor?Türkiye’de neler oluyor?.. İşte iki önemli soru. Ülkemizde iyi şeyler olduğunu, iyiye gittiğimizi iddia edebilir miyiz? Şu manzaraya bakınız: Âfetler, felaketler, zelzeleler, rezaletler, katliamlar, cinayetler, fecaatler, büyük hırsızlıklar, dev çapta soygunlar, efsanevî talanlar… İktisadî vaziyet berbat, müzmin ve yüksek enflasyon bir türlü durdurulamıyor, ülkenin balını kaymağını beş bin aile ve firma yiyor, onbeş milyon işsiz var, yakın zamana kadar dünyanın sayılı buğday ambarlarından biri olan ülkemiz şimdi ekmeklik buğdayını ithal etmek zorunda, hayvancılığımız öldürülmüş, dışarıdan binlerce ton domuz eti ithal ediliyor, nohut, mercimek, fasulya, pirinç bile dışarıdan geliyor, kirlenmedik temel müessese kalmamış, halk artık hiçbir şahsa ve kuruma güvenmiyor…
Cinayetler, mezarlar, kokmuş cesetler, gözyaşları, feryatlar… Tehditler… “Biz ne diyorsak doğru olan odur, bizim söylediklerimize ters düşen beyanlar yalandır, düşmanlıktır…”
Çeteler, mafyalar, egemen azınlıklar, güçlü lobiler, derin devlet. Soyulan bankaların faturasını millet ödüyor. Ahlâksızlık, sorumsuzluk, merhametsizlik… Bayağılık, aşağılık, âdilik… Utanmak nedir bilmeyen herifler pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyor. Dolap dolap dolap. Âblar akıyor, dolaplar dönüyor. Ülkenin tek değeri para olmuş, para ve paracılar çıldırmış. “Onların dini imanı paradır”.
Hiç kullanılmayan bir kelime var: Makyavelizm… İşte şimdi Türkiye’ye o hâkim. Yalan, hıyanet, sözünden dönmek… Emanetler ehline verilmiyor. Düzenin partileri aşiret gibi. Genel başkan olanı değiştirmek mümkün değil. Adamlar önce ben diyor, sonra yine ben, en sonra yine ben…
Üretimsiz bir ekonomi olur mu? Elbette olur, işte Türkiye ekonomisi. Dev müesseseler efsanevî kârlarını üretimle, satışla, ihracatla elde etmiyor; repo, rant, faiz kazançlarıyla trilyonlarına trilyon katıyor.
Yalan ülkeyi zehirli bir sis gibi sarmış. İnatçı, yapışkan, dağılmayan bir sis. Eğitim bitmiş, üniversite engizitörlerin kontroluna terkedilmiş. Yazılı ve edebî Türkçe kabile diline döndürülmüş, ilmî araştırma hemen hemen kalmamış. Nijerya bile Nobel aldı da biz henüz alamadık. Hukuk tefekkürü, yüksek mimarlık, güzel sanatlar can çekişiyor.
Otomobil, otomobil, otomobil… Bir oto–toplum olduk. Cep telefonu edinme kolektif bir cinnet ve histeri halinde. Sokakta, otobüste, vapurda, trende, her yerde cep telefonu ile konuşan robotlar.
Milletin ve ülkenin kimliğine savaş ilan etmiş bir sistem.
Beyazıt’taki üniversite kapısındaki altınla yazılmış Türkçe büyük kitabeyi okuyamayan aydınlar, profesörler. Kütüphanesiz bir ülke. Onbeş milyon nüfuslu İstanbul’un en büyük kütüphanesinde sadece 450 bin kitap ve belge var. Basın sanki millete ve millî kimliğe hasımdır. Boyalı gazeteler her gün milletin dinine, imanına, kimliğine, temel hak ve hürriyetlerine saldırıyor.
Musevî cemaati ileri gelenlerinden Harry Ojalvo’nun beyanına göre ülkemizde Yahudi asıllı bir buçuk milyon Türk varmış. Ojalvo, Sabataycıları kasdediyor. Türkiye bunların sömürgesi midir?
Üniversite kapılarında ağlaşarak bekleyen başörtülü kızlar… İstanbul Karaköy’de, Madam’ın evinde üzerinde TC anteti bulunan fuhuş vesikalarıyla resmen ve alenen satılan Türk kadınları. Kanun ana caddede, okul yakınında genelev açılamaz diyor ama Madam’ın haneleri bir lisenin karşısında. Birkaç yıl öncesine kadar her yıl Madam’a İstanbul vergi rekortmenliği şeref belgesi görkemli bir törenle verilirdi. Törende büyük devlet adamları yer alırdı.
Ülke büyük bir tımarhaneye dönmüş durumda. Feryatlar, gözyaşları, şarkılar, türküler, kahkahalar birbirine karışıyor. Kan, kan, kan… Gizli mezarlar, cesetler… Tehditler, zılgıtlar… Bir yanda batıyoruz diyenler, öbür tarafta durumumuz çok iyidir, beş yıl içinde Japonya’yı geçeriz mavallarını okuyanlar… Silah sesleri, para şıkırtıları… Uyuşturucu ticareti ve spekülasyonu cehennemî bir hızla sürüyor… Küçük adamlar küçük hesaplar yapıyor…
Pis kokular, çirkin manzaralar, yüreklere kasavet veren tablolar.
Cerrahî şeyhlerinden merhum
efendi hazretlerinin
Cerrahi tarikatine, onun âdâbına, erkanına dair telif eylemiş olduğu
adlı değerli eseri okurken, 13’üncü sayfasındaki bir yer çok dikkatimi çekti. Bu kısmı okuyucularıma da arzetmek istedim. Fahreddin efendi diyor ki:
Bakınız
İnsanın gerçek insan, hakikî adam olması için de benlikten kurtulması gerekir. Ben, ben, ben diyenler zâhirde şeyh, mürşid, yüksek zat gibi görünseler de, onlar kesinlikle kâmil insan, gerçek sûfî değildir.
İslâm’da iki türlü cihad vardır. Biri, din düşmanlarıyla yapılan savaştır, buna
denilir.
Asıl büyük mücahid o kimsedir ki, nefsi ile yaptığı savaşta galip gelmiş, nefsini öldürmüş, kontrol altına almış, böylece kemal bulmuştur. Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam efendimizin
mealindeki hadîs-i şerifindeki
Şimdi
Gurur, kibir, böbürlenme, tafra, gösteriş sarhoşluğu içindedirler. Bunların peşine takılan zavallılar da
havaları içindedir. Bunlardan ne İslâm’a, ne Müslümanlara, ne memlekete bir hayır gelir.
Kendilerini dünyanın mihveri, zamanın sahibi sanırlar. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Haklı da olsa en ufak tenkide ve uyarıya tahammülleri yoktur.
Osmanlı imparatorluğu zamanında
Şeriata, tasavvufa, tarikata aykırı bir durum görülünce hemen
Şeyhülislamlık da gereken tedbirleri alırdı. Şimdi ne Meşihat kaldı, ne Meclis-i Meşayih.
Onlara sözümüz yok, hürmetimiz çoktur.
Bunlarla mücadele edilmediği için de bazıları işi iyice azıtmıştır. Müslüman kesimin dinî, tasavvufî, islâmî hizmet ve faaliyetleri bir nizama, intizama sokması, bir kontrol sistemi kurması lazımdır. Aksi takdirde din ve tasavvuf hayatı dejenere olacaktır. 05 Şubat 2000