Geçen 19 Mayıs’ta memleketin umumî vaziyetine bir bakış atmak üzere Beyazıt Kulesi’ne çıkıp oradan manzarayı kuşbakışı ile seyr etmeğe karar vermiştim. Yolda, Beyazıt Meydanı’ndan geçerken elinde çantası ile Üniversite’ye giden profesör Tolcay Devrimsel’i gördüm ve bir muziplik yaptım. Tarihî giriş kapısının üzerindeki altın yaldızlı büyük kitabeyi göstererek, “Efendim burada ne yazıyor acaba?” diye sordum. Hazret kaşlarını çattı ve “Ben o yazıyı okuyamam!” dedi. Ben: “Ama efendim, bu Türkçe yazılı bir kitabedir, nasıl olur da okuyamazsınız?” cevabını verince öfkeyle “Gerici misin ne belâsın, çekil yolumdan be!” diye bağırıp hışımla uzaklaştı. Hayret etmek doğru bir şey değildir ama ben yine etmeden duramayacağım, adam Türkiye’nin en eski üniversitesinde profesörlük yapıyor ve ana kapının üzerindeki Türkçe kitabeyi okuyamıyor. Okuma yazma bilmeyen profesör… Bu da bize mahsus garâbetlerden. (Yazıda “Dâire-i Umûr-i Askeriyye”, yani bugünkü dille “Askerlik İşleri Dairesi” yazılıdır).

Her neyse profesör cenaplarıyla atıştıktan sonra bahçeye girdim, kuleye çıktım ve elimi alnıma siper ederek Edirne’den Kars’a, Sinop’tan İskenderun’a kadar vatan sathına şöyle bir baktım ve gördüğüm yangın ve tahribat karşısında dehşete düştüm. Manzarayı size de anlatayım:

Her tarafta mektepler, üniversiteler açılmış olduğunu gördüm ama ilimden, irfandan, mârifetten eser göremedim.

Adalet mülkün temelidir yazılı levhalar, ecnebilerden tercüme edilmiş kanun kitapları, dev gibi adliye sarayları, yurdu bir baştan öbür başa örümcek ağı gibi sarmış cezaevleri gördüm ama toplumsal barışı göremedim. Kavga ve niza sosyal bünyeyi iyice sarmıştı. Mahkemeler dâvâ çokluğundan bunalmış, hapishâneler mahpus ordularıyla lebâleb dolmuştu.

Plajlarda, sokak ve meydanlarda, turistik sitelerde kadınlar gördüm üryan üryan dolaşan. Bunlar kafes arkasından kurtarılıp, serbest hayatta kafeslenen bayanlardı.

İstanbul’da, vergi rekortmeni Madam Manukyan’ın sitesini gördüm. Burda, İsmail Hakkı hazretlerinin vakıf arazisine kurulmuş Ortadoğu’nun en modern genelev bloklarını gördüm. Bütün yurt, resmî müsaadeli fuhuşhânelerle doldurulmuştu. Buralarda, devletin antetli «vesikalarına sahip hür ve eşit karılar. etlerini satarak kadın hak ve hürriyetleri konusunda ne kadar ileri gittiğimizi cihana ilân ediyorlardı.

I

Bunlar yetmiyormuş gibi, ülke sathına yayılmış bir sürü otelde de fuhuş yapıldığını gördüm. Ne dehşetli bir ilerleme patlaması olmuştu.

Her tarafta kumarhâneler gördüm. Buna paralel olarak piyangoculuk, lotaryacılık, her türlü şans-talih oyunları gırla gidiyordu. Milyonlarca insan kazı-kazan, loto, toto ile uğraşmaktan başını kaşıyamıyordu.

Mutlu ve putlu azınlık mensuplarını gördüm; yarım milyarlık otolarda, milyarlık yatlarda, beş-on milyarlık villâlarda keyf sürüyor; hayalî ihracatlar, muz ve kivi ithalâtları, ihale ve taahhüt vurgunları ile ekonomik kalkınma yapıyorlardı. Akşam olunca lüks restoranlarda mum ışığı altında Neron sofraları başında toplanıyor, eski Romalıların «orgie»leri gibi yiyip içip sarhoş oluyorlardı. Hattâ, yemek yerken geniş bir sini içinde dansöz oynatan ehl-i keyfleri de vardı.

Bankalar bütün mülkü, işgal kuvvetleri gibi teslim almıştı. Yüzde seksenlere varan fâizlerle zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir ederek halka hizmet veriyorlardı. Onlar yetişmiyormuş gibi bir de tefeciler, “serbest piyasa fâizcileri” ortalığı kasıp kavuruyordu.

Para, kazanç hırsı, zenginlik emeli toplumun büyük bir kesimini bâtıl bir din gibi sarmıştı. Altın Buzağı’ya tapanlar gördüm: para para para diye zikr ediyorlardı.

Halkın bir kısmının dili de değişmişti. Anlaşılmaz bir lisanla konuşuyorlardı. Karga dili gibi bir şey: “İrdelemek, simgelemek, konuşlandırmak, zırçlak, türeçgen, olgaçlandırmak, zıvırgıç, kütürgen, öldürmen, zartalaç, ortalaç, öngörgüsel.” Bir kısım halk ise, günlük konuşmalarında sadece elli kadar kelime kullanabiliyor, dil olarak daha genellikle “yuh be. amma da kral .. ulan keriz. yerim seni ha!. . » gibi bir edebiyat ve bol bol böğürtüler, homurtular, iniltilerle ifâde-i merama çalışıyordu.

Her evde, her kahvede, her yerde Deccal kutuları gördüm. Kadın, erkek, hünsâ, çoluk çocuk, mü’min, kâfir, zengin, fakir cümle ahali bunların önüne birikip ağızları açık, gözleri fıldır fıldır bunları seyr ediyorlardı. Sanki Hassan Sabbah’ın yalancı cennetinden her eve bir adet yerleştirilmişti. Fuhuş, zina, içki, kumar, çıplaklık ve rezâletin her türlüsü bu âlet vasıtasıyle hânelere dâhil olmuştu. Doğrusu şeytanın işi pek kolaylaşmıştı. Müslümanları uyutmak için de Deccal kutusundan haftada bir kez beş dakika Kur’ân-ı Kerim okutuluyordu. Bunu müteakiben de Şeriat düşmanı bir İlâhiyatçı tarafından laikliğe uygun va’z u nasihat ediliyordu.

Ülkenin doğusunda, güneyinde çete savaşları oluyor, eşkıya kadın, çocuk demeden can alıyor, asker şehid ediyordu. Bu esnada yurdun diğer taraflarında ilgililer ve bilgililer vur patlasın çal oynasın, günlerini gün ediyorlardı.

Yükseklerden bakılınca her şey ayan beyan görülüyor. Ben de ülke sathına yayılmış yüzlerce domuz çiftliği gördüm. Binlerce domuz kesilip halka kıyma, sucuk olarak yediriliyordu.

Mağşuş, boyalı, kimyalı, bozuk, zehirli, hormonlu, mikroplu gıda maddeleri yurdu sarmıştı. Bunlar çabuk öldürmeyip süründüren cinstendi. Ahali bunları yedikçe hastalanıyor, hastahânelerin kapısı kalabalıktan geçilmiyordu. Millet uzun vâdeli bir soykırımla karşı karşıyaydı.

Bütün bu kötülüklerden içim kararmıştı. Gözlerimi câmilere, minârelere çevirdim. Maşaallah her yer câmi ile doluydu. Harıl harıl yeşil halılar seriliyor, minârelere hoparlörler takılıyor, şadırvanların muslukları yenileniyor, meşrutâlar yapılıyordu. Ama beş vakitte cemaat çok azdı. Bütün ibâdethânelerde «Müslüman kardeşim pabucunu öyle değil böyle tut emi!» diye levhalar gördüm. Acaba ne demek istiyorlardı?

Şurada burada Mason locaları, Lions klüpleri, Rotary dernekleri gördüm. Hür, serbest, kabul edilmiş, saygın bir şekilde icrâ-yı mârifet eyliyorlardı. İslâm tarikatleri ise kapalıydı.

Yurdun her yeri stadyomlar, ayaktopu meydanları ile dolmuştu. Yirmiiki kişi top peşinde koşuyor, 22 milyon akıllı vatandaş da gırtlaklarını ve başka yerlerini yırtarcasına bağırıyordu. Kendimi iki bin yıl önceki Roma’da zannettim bunları görünce. Türkiye bir futbolland’a dönüşmüş, ayak oyunu bir din haline gelmişti.

Yanan ormanlar, kokan denizler, erozyonla çölleşen araziler gördüm. Sayısız araba’arda trilyonluk bir servet yanıp egzos dumanı şeklinde gökleri kirletiyordu. Denizlerin bile bir kısmı kirlenmiş, kokmuştu.

Velhasıl durum hiç de iç açıcı değildi. Uygarlık eseri olarak sadece bir şey gördüm. Her taraf heykellerle, büstlerle doldurulmuştu. Eh, bunlar bu milleti, bu vatanı, bu devleti ayakta tutardı…

Kuleden indim, Beyazıt câmiine gittim.

ZAVALLI DİL VE EDEBİYAT

Bazen ibret almak ve mizah için televizyon seyrediyorum, koca koca adamların konuşmalarına şâhit oldukça, ağlamak mı gülmek mi gerektiğine karar veremiyorum. Vâlinin biri «harfiyat yapıldı” diyor. Bir başka kodaman «asar-ı antikalar»dan bahsediyor. Ya on sene kadar önce Hulefâ-yı Râşidîn yerine «Halife Râşid” diyen üst düzeydeki iri şahsiyete ne demeli? Televizyonumuz bu hali ile Mınakyan Efendi kumpanyasını aratmıyor.

Televizyonda şimdiye kadar son on sene içinde, benden Türkçe konusunda tam numara alan kişilerin sayısı üçü-dördü geçmez. Ama bunlar nâdir istisnâlardır ve istisnaların kaideleri bozmadığı da bilinen bir şeydir. Lisan, edebiyat, kültür bir milletin en değerli, nazik, hayatî varlıklarıdır. Bunları resmî ideolojilere kurban ederseniz netice böyle olur.

18 Ekim 1991