Perşembe

Ramazan Bayram’ında gazete yayınlanmamıştır… Ramazan Ercan BİTİİOĞLU

 

Köy kahvesinde elli kişi var. Masaların etrafında oturmuşlar, çay ve sigara içiyor, sohbet ediyorlar, zaman zaman televizyona bakıyorlar. Herkes kendi halinde. Birden bütün dikkatler ve kulaklar bir masadaki dört kişiye yöneliyor. Onların konuştukları, tartıştıkları konu çok önemli. Civarda bir gömü olduğundan bahsediyorlar. Gömü… Yerin altında bundan asırlarca, belki binlerce yıl önce yaşamış insanların saklamış, gizlemiş oldukları altınlar… Kahvedekilerin bütün rehavetleri, uyuşuklukları, uykuları, huzurları bir anda gidiyor. Gözler merak ve dikkatle açılıyor. Gömü, define, yerin altındaki altınlar, kolayca bulunabilecek bir servet…

Yılbaşı yaklaşıyor. İstanbul’daki eski ve ünlü piyango bileti bâyilerinin önünde sene sonuna doğru yine uzun kuyruklar oluşacak. İnsanlarımız soğukta titreye titreye, rüzgârı yiye yiye parayı uzatacaklar ve birer “millî” piyango bileti alacaklar. Ah büyük ikramiye bir bana vuruverse… Büyük ikramiye olmasa bile birkaç yüz milyarlık bir ikramiyeye de râzıdır. ah o paralarla neler yapılmaz ki… Sefalet, sıkıntı, darlık bitecek. Geniş, lüks, süslü evler, krallara layık lüks bir otomobil. Binbir çeşit nimetle dolu sofralar. Gardroplar lüks ve pahalı elbiselerle dolu. Ah büyük ikramiye, ah büyük paralar… Ah lotarya, ah şans oyunları…

Dünyanın her ülkesinde avcılık vardır. Bir kısım insanlar zevk için, eğlenmek İçin tavşanları, geyikleri, kuşları, vahşi hayvanları vururlar, öldürürler… Gökte bir kuş süzülerek uçuyor. Ne de güzel uçuyor. Avcı nişan alır, bir patlama sesi, bu duman, havaya savrulan birkaç tüy, birkaç kan damlası; kuş vurulmuştur, yere düşer, hünerli köpek kuyruğunu sallayarak koşar, kuşu tutar getirir. Kuş henüz ölmemiştir, can çekişmektedir. Avcı, ağzı kulaklarında ve otuz iki dişi göründüğü halde uzaktaki arkadaşına, “vurdum, vurdum, vurdum…” diye bağırır. Kuş can çekişmekte, kuş çırpınmaktadır. Avcı gülmekte, keh keh keh, kah kah kah diye gülmektedir… Benim çocukluğumda vatanımız dağlarda, ormanlarda, yaylalarda, kırlarda yaşayan bir sürü vahşi hayvanla doluydu. Onların çoğunun nesli kurudu, tükendi. Kocaeli yarımadasında artık bir tek tavşan görülmüyor. Büyük kuşlar da bitti. Şimdi avcılar, ayakları ve gagaları sarı, tüyleri siyah küçük kuşlar var ya, işte onlara kurşun atıyor. Kuş ölürken keh keh keh, kah kah kah gülüyorlar. Öldürmek ne kadar hoş, ne kadar zevkli… Şanlı avcılar!

İstanbul civarında, Kocaeli yarımadasında eskiden, bundan yetmiş seksen yıl önce gür ormanlar varmış, o ormanlarda gövdesini iki üç kişinin kucaklayamayacağı kadar büyük ulu ağaçlar bulunurmuş. Şimdi o ağaçların yerinde yeller esiyor. Ormanların bir kısmı kesilmiş bitmiş. Bir kısmı ise çalılık haline gelmiş. Devlet, orman civarındaki yaşayan köylülere, ormanları kesip odunları satmak iznini vermiş. Tabiî bu iş kontrollu şekilde yapılıyor ama ormanların da canına okunuyor. Kesilen ağacın dibinden sürgünler, filizler çıkıyor, onların büyüyüp tekrar orman olması için bir ömür lazım. Orman kesilecek, odunlar satılacak, filizler çıkacak, orası tekrar orman olacak…Kısır bir döngü. İstanbul civarında niçin Almanya’daki gibi gür ormanlar yok? Ağaçları sık sık kesersen orman büyümez ve gürleşmez ki…

Çorum’da bundan onbeş yıl kadar önce müteşebbis kişiler bir karton, mukavva, ambalaj malzemesi fabrikası açmışlar. İktisadî krizde fabrika kapanmış, bir İngiliz holdingi tesisi almış. Yüz elli işçi ile çalışıyormuş. Gazetede okuduğuma göre işçilere iyi ücret veriliyormuş. Ayda yediyüz elli milyon lira. Çorum gibi bir yerde ne güzel para… İşçiler bir sendikaya kayıtlıymış. Sendika toplu sözleşme yapılmasını, maaşların arttırılmasını istemiş. İngiliz şirketi zammı kabul etmiş ama sendikanın “maaşlar üç misli olsun” istediğini kabul etmemiş. Sendika diretmiş. Sonunda holding fabrikayı kapatıp, makinaları İtalya’ya nakletmek kararını vermiş. Okuduğum haber doğruysa, aferin, işte sendikacılık böyle olmalı… derim.

En büyük şehrimiz İstanbul hırsızların istilasına uğradı. Hırsızlık yaygın hale geldi, genelleşti. Yeni hırsızlık türleri çıktı. Sokakta yürüyen insanların çantaları kapılıp alınıyor. Tramvay ve minibüslerde cepler boşaltılıyor. Evlere, dükkanlara giriliyor.Bankalardaki hesaplarla oynanıyor. Birkaç gün önce bir genç kız kendisini çarpmak isteyen yedi yaşındaki küçük bir hırsızı döğdüğü için, onun kenarda bekleyen yakınları tarafından feci şekilde yaralanmış, komaya sokulmuş. Polis bu hırsızlarla baş edemiyor. Hırsızlar teşkilatlı; hırsızlar kendilerini koruyan ve kollayanlara, gelirlerinden pay veriyor. Kimlerdir, hırsızlardan pay alanlar? Bu sorunun cevabını vermek bana düşmez. Bu ülkenin içişleri ve adalet bakanları var. Polis var.

Cami kapılarında eskiden “Müslüman kardeş, pabucunu öyle tutma, böyle tut…” şeklinde iğrenç, ilkel, pis levhalar bulunurdu. Sanki bu levhaları bastırıp ibadethane kapılarına astırmak büyük bir sevapmış gibi bazı şahıs ve firmalar bunları çoğaltırlardı. Şimdi mâbetlerimizin kapılarında, içlerinde başka iğrenç, pis, rezil, kepaze levhalar peydahlandı. “Aziz mü’min, camide cep telefonunu kapat” yazıları. Bu yetmiyormuş gibi namaz başlamadan önce, sesli anons da yapılıyor. Yine de cep telefonunu kapatmayan birtakım Müslümanlar yüzünden zaman zaman bazı camilerde ibadet esnasında zır zır, bazan çalgılı, melodili cep telefonu sesleri duyuluyor. Be herif açık unuttuysan bari namazı boz, telefonu kapat, tekrar namaza başla. Onu da yapmaz. Namaz biter, telefonu kapatır, yüzünde hiçbir utanma, arlanma rengi ve alameti yoktur.Niçin utansın? Cep telefonu kutsaldır, medeniyettir, fazilet ve imtiyazdır. Cep telefonları, cami kaloriferleri, cami soğutma cihazları, camilerdeki ışıldak, fırıldak ve zırıldaklar… İşte Müslümanları kurtaracak, yükseltecek şeyler…

Adam bir kravata yüz dolar vermiş. Kravat, yüzünden bakılınca lüks, değerli, sanatlı olduğu hiç mi hiç anlaşılmıyor. Alaca bulaca, rengarenk, karmakarışık bir bez parçası. Lakin ansızın bir rüzgar kravatı ters çeviriyor. Sahibi bu tersliği görmezlikten geliyor. Şimdi kravatın arka tarafındaki İtalyan markası bütün haşmetiyle bütün şaşaasıyla parlıyor. Yüz dolarlık Dolce Vita kravatları… Made in İtalia… Bizim lüks kravatlı magandanın etrafındaki zonta arkadaşları ve çevresi içlerinden “Bravo Maganda kardeşimize. İşte kravat dediğin böyle olmalı…” diyorlar, biri dayanamıyor ve sesli şekilde “Ulan Kâzım içimizde en güzel giyinen sensin” diye bağırmaktan kendini alamıyor. Maganda memnun… Yanındaki magandalar kıskançlıkla karışık gıbta duyguları içinde. Kravat herifin boynunda uygarlık bayrağı gibi sallanıyor. 08 Aralık 2002