ÇarşambaMaskeler maskeler maskeler… Riya riya riya… İkiyüzlülük, sahte dostluklar, yalancı gülücükler… “Canım”ın mânâsı: “Canın çıksın!”

İçleri kan, irin, balgam, idrar, kazurat, kan, lenfa dolu tulumlar. İki elleri, iki bacakları, bir de başları var…

Ne kadar çok aktör, oyuncu, hokkabaz, soytarı, şubedebaz oynuyor sahnede. Yâ Rabbi, bu ne korkunç şamata. Borazanlar, davullar, kahkahalar. Tebessümler ne kadar yapmacık. Bu ne korkunç ve dehşetli komedyadır.

Tek değerleri, tek ilahları var: Para… Peygamber bin dört yüz küsur yıl ötesinden haber vermiş, “Onların dinleri paraları, kıbleleri karılarıdır” buyurmuş.

Çağdaşlıkmış, lâiklikmiş, uygarlıkmış hepsi yalan. Bunlar, onların batasıca nefsaniyetlerini, çalıp çırpma ihtiraslarını, hedonist dünya görüşlerini gizlemek için paravanlardır.

“Atatürk… Atatürk… Atatürkçülük elden gidiyor!” diye bağıran şu Farmason ne riyakâr adam. Locaları kapatmış olduğundan dolayı içinde Atatürk’e karşı ateşli bir kin besliyor ama, rol icabı Atatürkçülük yapıyor.

Yine azılı, sabıkalı, müzmin, kart bir Marksist

“Kemalizm, Kemalizm”

diye ağlıyor, feryad ediyor. Arada bir de

“Nâzım, Nâzım, Nâzım…”

diye sayıklıyor. Hem Atatürk sevgisi, hem Nâzım’a muhabbet; bir kalpte bu iki zıt şey nasıl birlikte olabilir? Riyadır efendim riya.

Aslında bu adam Karadeniz’in derin, serin, karanlık sularında boğulan Mustafa Subhi ve arkadaşlarının mâtemini tutuyor,

Nâzım’ı ağır hapis cezasına çarptırdığı için Mustafa Kemal’e kin besliyor ama

rol icabı Atatürk diye bağırıyor.

Uygarlık adına halkın temel hak ve hürriyetlerini çiğneyenler, Müslüman kadın ve kızların eşarplarına tahammül edemeyenler

“Biz bütün bunları demokrasiyi kurtarmak için yapıyoruz…”

diyorlar. Sevsinler!

Demokrasiyi kurtarmak için demokrasinin ırzına geçiyor, içine ediyorlar.

Sabataycının biri Kur’ân tilâvetinden sonra, Fatiha okur gibi yapmış, sonra iki eliyle yüzünü sıvazlamış. Komedi!

Bankanın içini boşaltıp yüzlerce trilyonu zimmetine geçiren adam yakalanıp kelepçelendikten sonra mahkemeye götürülürken

“Bu bir zulümdür, bana yapılanlar bir hukuk ayıbıdır”

diye bağırmış. Aferin, Manukyan’dan daha mâhir aktörmüş.

Birtakım sahte dindarlar, yalancı İslâmcılar ne yapıyor? Onlar dini bir ism ve resm haline getirmişlerdir. Hem dine hizmet ettiklerini iddia ederler, hem de bol bol yalan söylerler, emanetlere hıyanet ederler, verdikleri sözleri tutmazlar.

Muhlis geçinen ne çok münafık var bu sahnede.

Nerede avanta, rüşvet, hortumlama, pasta varsa o istikamete doğru koşuşan şu adamlar

dâvâ uğrunda en küçük bir zahmete, çileye, eziyete, meşakkate tâlip değildir.

Nerede yemek, oraya koş; nerede çile oradan kaç… Felsefesi budur onların.

Şu sahte sofu ne kadar çok yemek yiyor. Sofuluğun temel şartları üç şey değil mi? Az yemek, az konuşmak, az uyumak.

Paranın dini imanı yokmuş. Paracının da…

Âhir zamanda geleceği haber verilen Mesih ve nüzul etmiş İsa Aleyhisselâm olduğunu iddia eden şu ikinci zat, bu iddiasını niçin yüksek sesle beyan ve ilân etmiyor?

Herif Mevlevî şeyhi geçiniyor ama kimseden utanmadan rakı içip demleniyor, kadın erkek karışık zikir meclisleri tertipliyor. Bu ne biçim Mevleviliktir?

“Müslüman kardeş Allah için ver, hizmet için ver… Ne verirsen elinle o gider seninle” diye para topluyor ve bunlarla kendi evine doğalgaz tertibatı yaptırıyor. Bu adam da bir oyuncu değil midir?

“Bunlarla İslâm’a hizmet edeceğiz” diyerek saf dindar kadınların altın bileziklerini, yüzüklerini, mücevherlerini topladılar ve sonra o paralarla neler etmediler neler. Doğrusu yaman tiyatrocuymuş bunlar!

Şu komediden haberiniz olmuş muydu? Birkaç yıl önce, İstanbul ilçelerinden birinin müftüsüne Romanyalı bir taze gelip “Ben Müslüman olmak istiyorum” demiş ve ihtida töreni yapılmıştı. İki gün sonra bu karı, Madam’ın genelevlerinden birinde resmî vesikası olmadığı halde “çalışırken” polis tarafından yakalanmıştı. Meğerse Madam, “Ben bir Hıristiyan kadını fahişe olarak çalıştıramam, önce gitsin Müslüman olsun, ondan sonra gelsin” demiş. Bizim ahlâk zabıtamız da, Müslüman olduğu için değil, vesikası bulunmadığı için yakalamış… İkinci Meşrutiyet (1908)’e kadar Sultan Abdülhamid zamanında Müslüman kadınların fuhuş yapmasına izin verilmezdi. Bu izni ilk defa İttihad Terakki ve Jön Türk kafalılar vermiştir.

Herif, alaturka sosyetenin gittiği pahalı bir lokantaya gitmiş, garsona yoğurtlu İskender kebabı ısmarlamış. Garson “Bir porsiyon mu, bir buçuk mu?” diye sorunca kaşlarını çatıp “İki iki!” demiş. “Onun yanında ne alırdınız” sorusuna da “Yoğurt, ayran, cacık ve haydarî” cevabını vermiş. Hem yoğurtlu kebab yiyor, hem de yanında ayran, yoğurt, cacık, haydarî göstertiyor. Şu pisboğaz da bir tiyatrocu değil midir?

Millet vekâlet vermiş ama bunca kötülük, rezalet, zulüm, teaddi, haksızlık karşısında hiç sesleri çıkmıyor. Neden, kimden, hangi heyûlâdan korkuyorlar? Sessizlikleri hikmetli bir sükût mudur, yoksa alçaklıktan ve korkudan mıdır? Allah’tan korksalar, şecaatli olup usûlü dairesinde konuşmaları, protesto etmeleri, zulmü takbih ve tel’in etmeleri gerekir. Halktan utansalar yine aynı şekilde hareket etmeleri icab eder. Tevekkeli Peygamber Aleyhisselâtü Vesselâm “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurmamış.

Hazret-i Mevlânâ “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün!” buyurmuş. Maskesizlerin ellerini öpmek istiyorum. 14 Aralık 2000