Pazar

 

Medeniyet ne demektir? On milyonlarca insan medeniyet deyince elektriği, asfalt yolları, otomobilleri, uçakları, nükleer enerjiyi, lüks ve konforu, radyo ve televizyonu düşünüyorlar. Bunlar medeniyet değildir. Medeniyet bu kadar basit, kolay, ucuz olamaz. Asıl medeniyet adalet, yaratılışın hikmet ve gayesine uygun sosyal ve kültürel bir ortamda yaşamak, hayatın transcendental boyutu bulunması demektir. Sokrates bugünün insanından çok daha medenî idi. Gerçi o karada atla, denizde yelkenli gemiyle seyahat ediyor, geceleri kandil ışığında aydınlanıyor, bizim sahip olduğumuz nice maddî lüks ve konfordan mahrum bulunuyordu ama zekâ, hikmet, ufuk genişliği, insanlık bakımından bugünün filozoflarından çok üstündü.

Bizim medeniyetimiz İslâm medeniyetidir. Biz bu medeniyetten ne kadar uzaklaşırsak o derece vahşileşmiş, bozulmuş, yabancılaşmış oluruz.

Bazı zekâ özürlülerin sandığı gibi İslâm medeniyeti takunya, abdest ibriği, şalvar, cami helâsı medeniyeti değildir. İslâm medeniyetinin hâkim olduğu bir zaman ve mekânda öncelikle mal, ırz, namus, din güvenliği, inanç, kişiliğini korumak, kötülük yapmadıkça korkusuzca yaşamak gibi hakların, hürriyetlerin bulunması gerekir. İslâm’ın güvenlik şemsiyesi sadece Müslümanlar için değildir. Yahudilerin, Hıristiyanların da güvenliğe hakları, hürriyetlerden istifade etme imkânları olmalıdır. Nitekim tarihte olmuştur da.

Seküler bir medeniyet asla iyi bir medeniyet olamaz. İnançlar sadece bir vicdan meselesi değildir. Başkalarının inançlarını, dinlerine, kimliklerine de yaşamak hakkı ve hürriyet vermek, çeşitliliği ve çoğulluğu kabul etmek şartıyla medeniyetin elbette bir dini olacaktır.

Allah’tan, dinden uzaklaşmış, dini hayattan koğmuş bir medeniyet canavarlaşır. Belki zenginlik, lüks, refah, konfor, teknik kolaylıklar sağlar ama insanı yüzde yüz tatmin etmez.

Medeniyetin yaratılış, varolma konusunda bir felsefesi bulunması gerekir. Aşksız şevksiz, neş’esiz, muhabbetsiz, gönülsüz medeniyet ne işe yarar?

Yakın tarihimizde büyük bir medeniyet kaybı ve yozlaşması oldu. Müslümanlar ne kadar değişti. Süslü ve gösterişli, fakat sanatsız ve estetiksiz meskenler; gurur verici lüks otomobiller; hazım sistemine, nümayişe, gurura, tenasülî faaliyetlere, kendini beğenmişliğe ağırlık veren faziletsiz ve hikmetsiz bir hayat tarzı; paranın ve menfaatin tek değer olduğu boğucu, öldürücü bir sosyal ortam. Bunlar bizim İslâm medeniyetimize ne kadar zıt şeylerdir.

Beton beton beton… Asfalt asfalt asfalt… Televizyon… Yalan, dolan, şarlatanlık… Resmî ideoloji hapishânesi… Egzos dumanları… Gayesiz, idealsiz, maksatsız koşuşturup duran insanlar…

Edebî ve yazılı lisansız medeniyet olur mu? Bin yıllık millî ve geleneksel yazısını okuyamayan kütleler medenî sayılır mı? Zekâ özürlüler dili seviyesine indirilmiş birkaç yüz kelimelik öz ve arı duru Türkçe ile medeniyet olur mu? Başsız, gönülsüz, muhabbetsiz, şevksiz, neş’esiz, aruzsuz, Fuzulî’siz, Mevlana’sız, Yunus’suz, zikirsiz, hatsız, tebessümsüz medeniyet. Sakın bu medeniyet değil, mederiyet diye bir şey olmasın.

Eski vecdler ne oldu? Niçin sema etmiyor insanlar? Kitaba, kâğıda, yazıya, fikre, yüksek hislere niçin otomobiller ve buzdolapları kadar önem verilmiyor? Bu millet niçin bu kadar yabancılaştı? ABD Başkanı Clinton bile yakası açık bir gömlekle gezebiliyor da bizim uygarlarımız yular gibi kravat takmadan toplum önüne çıkamıyor? Dünyaya ve içindeki servetlere iki pul bile vermeyen gönül sultanları nerelere gitti? Erkekler ve kadınlar için kendi kimliklerine, kültürlerine, kişiliklerine, medeniyetlerine uygun şekilde giyinmiyor ve yaşamıyor?

Bu yüksek binalar ne? Sahipleri Nemrud gibi kafa tutmak mı istiyor? Üniversite profesörü anakapının üzerindeki sanatlı Türkçe kitabeyi niçin okuyamıyor? Kapının önünde bekleşen ve ağlaşan kız öğrenciler niçin içeri alınmıyor? Niçin hayat maddeden, insan maymundan türemiştir hezeyanı gerçekmiş gibi propaganda ediliyor?

Müslümanlar alabildiğine yabancılaşmış; aciz, cahil, yetersiz ve pısırık hale getirilmiş; dinsizler ve isyankârlar ise azgınlaşmış ve cesur olmuş. Medeniyet, kültür sanat, edebiyat, hikmet, fazilet ne kadar azalmış.

İnsanlarımız yemeye, içmeye, semirmeye niçin bu kadar önem veriyor? Onlar yemek için mi yaşıyorlar? Yaşamak için yemek gerekmez mi? Şu içi boş adam fâhir libasları ve lüks otomobili ile niçin bu kadar kurumlanıyor? Zerduz palan eşeğe değer mi kazandırır? Şu kadınlar gösterişe, elektrikli ve elektronik ev eşyasına, kocalarını ve çocukları üzerlerine oturtmadıkları pahalı mobilyalara niçin böylesine meftun ve düşkünler? Gençlerimiz niçin daha fazla kazanılacak mesleklere ve ihtisaslara yöneliyor? Para para para… Başka dertleri, kaygıları, idealleri yok mu bunların?

Mevlana kuyumcular çarşısından geçerken, bir dükkanda örs üzerinde altın döğülürken çıkan ahenkli sedaları duymuş da vecde gelmiş, oracıkta sema etmeye başlamış. Kuyumcu ve çırakları altını, eriyip toz oluncaya kadar döğmüşler. Hazret dönmüş, onlar çekiçleri örse vurup durmuş. Öyle bir âlem ve ahenk olmuş ki, yedi asır ötesinden günümüze medeniyet ışıkları saçıyor. Şu Anadolu’nun neresinde böyle ahenkler, semalar, vecdler, aşklar, neş’eler kaldı? Niçin neyler çalmıyor? Niçin bendirlere ve kudümlere vurulmuyor? Niçin tennureler uçuşmuyor? Niçin gözlerde yaş yok? Niçin coşan insanlar gömleklerini parçalayıp bîhuş şekilde yere yıkılmıyor? Niçin ay eskisi kadar parlak değil? Niçin güvensizlik, kasavet, neş’esizlik içinde günlerimizi heder ediyoruz? Bir medeniyet kaybolmuş. İşte asıl mesele bu. 13 Aralık 1999