Pazar

 

Ülkemizde geniş bir basın hürriyeti var. Gazete ve dergi çıkartmak izne tâbi değil. Lakin büyük günlük gazete çıkartmak dev sermaye ve tesisler gerektiriyor. Gazete çıkartmak hürriyetinden üç beş kişi veya holding yararlanıyor, milletin geri kalan kısmı onların bu hürriyetine mâruz kalıyor.

Her şeye rağmen basın ve yayın serbestliği mevcut. Mevcut da, bir takım önemli gerçekler halk yığınlarına anlatılamıyor, aksettirilemiyor.

Çok zengin ve ünlü Yahudi işadamı Üzeyir Garih, Eyüp Sultan mezarlığında Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’nin kabri civarında feci şekilde öldürüldü. Cinayetten sonra büyük yaygara kopartıldı, yer yerinden oynadı, günlerce manşetlerden haber verildi. Sonunda ne oldu? Bu cinayet unutuldu, unutturuldu. Üzeyir Garih niçin öldürüldü? Onbeş günde bir Eyüb’e gidiyor, Küçük Hüseyin Efendi’yi ziyaret ediyormuş, niçin? İşin içinde MOSSAD’ın, İsrail’in olduğu iddia edildi.
Garih feci şekilde katledilmişti, gözleri kama ile oyulmuştu. Bu öldürülüş tarzının ritüel bir intikam öldürülüşü olduğu ileri sürüldü. Her kafadan bir ses çıktı, yorumun bini bir paraydı. Fakat cinayet kapkaranlık sisler içinde kaldı, sebebi bilinemedi. Demek ki, bazı esrarlı olayların içyüzünü anlamak için basın hürriyeti yeterli değil.

Bir Yahudi işadamı ve tefeci yabancı bir devletin on milyar dolarlık parasını ülkemizde işletiyor, milyar dolarlara milyar dolarlar katıyordu. O da bir cinayete kurban gitti. Yabancı devletin özel istihbarat servisleri hemen ülkemize geldiler, cinayeti işlettiren adamın oğlunu yakaladılar, helikopterden sallandırdılar, bir sürü akıl almaz, inanılması zor dolaplar döndü. Bizim hür basınımız bunları hiç yazmadı.

ABD’de yayınlanan haftalık bir Yahudi gazetesinde bizim yakın tarihimiz ile ilgili, atom bombası tesiri yapması gereken ifşaat yapıldı, iddialar ortaya atıldı. Onunla ilgili de tek satır yazmadı bizim sağcı veya solcu, dini veya lâik gazete ve dergilerimiz. Ortaya atılan iddialar yalandıysa onların tekzib edilmesi, çürütülmesi gerekmez miydi? Hiç olmazsa Ankara’daki Tarih Kurumu’nun bu konuyla ilgili bir bildiri yayınlaması gerekmez miydi?

Korkunç ve vahim iddialar var: Türkiye parçalanma tehlikesi karşısındaymış. Bu konuyu basının ele alması, en vasıflı ve güçlü uzmanların müzakere etmesi, değerli fikir adamlarının, güçlü yazarların bu mevzu hakkında çok ciddî, çok etraflı, çok tutarlı araştırmalar, makalaler, fıkralar, raporlar yazmaları gerekmez mi?

Ülkemizin iç ve dış borçları 215 milyar doları bulmuş. Türkiye bu kadar büyük bir borcun, değil ana parasını, faizlerini bile ödeyemez. Medyamız bu konuyu da enine boyuna incelemiyor, halkı iyice aydınlatmıyor.

Medyamızın sun’î, konvansiyonel, düzmece bir gündemi var, onun dışına çıkılmıyor. Kuruntular, vehimler, balonlar, masallar, mavallar, mitoslar, yalanlar…

Yalçın Küçük, bir islâmî gazetenin “Washington-Tel Aviv çizgisine oturduğunu” yazdı (Tekelistan kitabında). Müslümanların çıkarttığı bir gazete nasıl oluyor da, Washington-Tel Aviv çizgisine oturabiliyor?

Herkesin seyrettiği oyun başka, kulislerde, perde ardında oynanan oyun başka. İslâmcı, dindar, muhafazakâr kimlikle ortaya çıkan bazı adamlar ve gruplar, kapalı kapılar ardında Masonlarla, Sabataycılarla, dinsizlerle, pozitivistlerle, materyalistlerle toplantılar yapıyor, kararlar alıyor. Medya bu gizli toplantılar ve kararlar hakkında hiç bilgi vermiyor.

Güneydoğu Anadolu’da binlerce köyün düzlendiği, halkının göçe mecbur kılındığı iddia ediliyor. Basınımız bunu yazmıyor, sorgulamıyor, müzakere etmiyor. Basın hürriyeti var ama, o hürriyetten kat kat fazla tabular, yasaklar, korkutmalar, çarpıtmalar var.

İnsanların, vatandaşların temel haklarından biri de gerçekleri, olup bitenleri öğrenmek değil midir? Demokrasi, basın hürriyeti, çoğulculuk mevcut ama gerçekler yine bilinmiyor. Politika sahasında öyle siyasîler var ki, doların milyarlarıyla oynuyor. Kimdir bu adamlar? O hususta da bilgi yok, yayın yok.

Birtakım ünlü, anlı-şanlı, kodaman adamlar ve yakınları büyük soygunlar yapıyor, memleketi talan ediyor, efsanevî servetlere sahip oluyor. Bu konuda zaman zaman bazı köşe yazarları bir iki satırlık çıtlatmalarda bulunuyor. Fakat bu önemli konu manşet olmuyor, günlerce süren ciddî yayınlarla gündeme getirilmiyor, aydınlar vs. halk bilgilendirilmiyor.

Maalesef bizim büyük basınımız son derece taraflıdır. Çünkü tekelleşmiş, kartelleşmiştir. Büyük gazete ve televizyonlarımız bağımsız değildir. Büyük holdinglerin, şirket gruplarının, dev sermayelerin yayın organı durumuna düşmüşlerdir.

İslâmcılar medya sahasında birinci ligte yer alan ve oynayan gazeteler, dergiler çıkartamıyor.

Sabataycılar, nice önemli konuda ve sahada olduğu gibi medya sahasında da baş rolleri oynuyor. Yenilikçi siyasal İslâm’ın gazetesinde ağır toplar hep çağdaş kesimdendir.

Öyle bir ülke düşününüz ki, orada medya birinci siyasal, sosyal, kültürel güç olsun ve ülke çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar medya işlerinde geri kalmış bulunsun. Onların tam mânâsıyla bağımsız, hür olmalarına, kendi vatanlarında izzet ve güvenlik içinde yaşamalarına imkân olur mu?

Türkiye’ye tam mânâsıyla hür ve bağımsız, gerçekleri yazan ve duyuran, ciddî, vasıflı, insan haklarına hürmetkâr; ülkenin ve halkın menfaatlerini her şeyin üzerinde tutan, seviyeli yayın yapan, sansasyondan uzak duran gazeteler, dergiler, televizyonlar lazımdır.

Gazeteler, televizyonlar elbette ticarî müesseselerdir ama onlar gece klüpleri, kumarhaneler, içkili gazinolar gibi çalışmaz, çalışamaz. Medyanın kara parayla, kirli sermayeyle, birtakım babalarla ilgisi olmamalıdır.

Medyadaki tekelleşme kırılmalı ve büyük taşra şehirlerimizde ve çeşitli bölgelerimizde de büyük, canlı, yurt çapında okunan ve tesiri olan seviyeli ve güçlü gazeteler çıkartılmalıdır. Bizde basın hürriyetini gölgeleyen en büyük faktör büyük medyanın tekelleşmiş, kartelleşmiş olmasıdır. 05 Ağustos 2002