Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-1
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Mart 2019
Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-1
Bırtakım çok kültürlü, şehir görgüsüne sahip, hürmet edilmeye layık, zeki, zarif Müslüman hanımefendiler namaz kıldikları, Kur’an-ı Azimüşşanı okudukları, camiye ve türbeye gittikleri zaman başlarını örtüyor, diğer zamanlarda baş açık, tesettürsüz geziyorlar.
Bunların bazısı profesör, doçent, muallime, memuredir. Başlarını örttükleri takdirde işlerinden atılacaklar, mesleklerini icra edemeyeceklerdir. Meşru mudur, değil midir; bir mazeretleri vardır. Lakin bazılarının hiç mazereti olmadığı halde tesettürsüz gezmeleri islâmî açıdan doğru mudur?
Mâlum olduğu üzere
Bu konuda, Asr-i Saâadet’ten günümüze kadar gelen çok kuvvetli bir icmâ vardir. Tesettürün farziyeti, münakaşa ve müzakere edilmeyecek kadar çok kesin bir gerçektir.
Bu hanımefendilerin, hiç olmazsa zaman zaman başlarını örtmelerini beklemek hakkımızdır. Çünkü onlar kültürleri, şehirlilikleri, görgüleri, yüksek seviyeleri ile diğer Müslüman hanım ve kızlara örnek ve model olma durumundadir.
Ülkemizde bir tesettür savaşı cereyan ediyor. Bir tarafta, millet çoğunluğunun inançlarina, din hürriyetine karşı çıkan zorba, zorlamacı, dayatmacı bir zihniyet; öteki tarafta mazlum, mağdur, ne yapacağını şaşırmış Müslümanlar. Büyük Müslüman kütle iki ateş arasında, âdeta örs ile çekiç arasında kalmıştır. Açık ve harbî din düşmanları saldırıp duruyor. Beri taraftan ise din sömürücüsü, münafık, dini imanı para olan, nefs-i emmârelerine put gibi tapan, şöhret ve riyaset için kuduran bir takım denî ve sefil mukaddesat sömürücüleri Müslümanları bölüyor, şaşırtıyor, kaz gibi yoluyor, inek gibi sağıyor..
Din düşmanları
diyorlar. Tabiî ki, yalan söylüyorlar.
Müslüman kesimin tesettür konusunda en zayıf tarafı, tesettürü hayata uygulayanların genellikle taşra, varoş, gecekondu, kırsal kesim insanları oluşudur. Halbuki
Biri şer’î veche, diğeri ise sosyal, kültürel, sanatla ilgili vechesidir. Bugünkü tesettürlü genç kızlar ve hanımlar bu ikinci vechede maalesef kalitesiz kalmaktadır. Medenî, şehirli, yüksek tabaka hanımların bu hususta tesettürlü kız ve kadınlara örnek olmaları, öncülük yapmaları gerekir.
Öyle Müslüman hanımlar ve kızlar görüyoruz ki, kendine göre bir tesettüre bürünmüstür ama renk, çizgi, şekil, sanat itibarıyla kalitesiz bir tesettürdür bu. Avrupa ve Amerika tahsili görmüş, eski Osmanlı edeb ve görgüsüne sahip, yüksek sanat ve estetik boyutuna mâlik hanımlar tesettür konusunda elbette ortaya çok başarılı uygulamalar koyacaklardır.
Öyle hanımlarımız ve kızlarımız var ki, maalesef hizmetçi ve besleme tesettürüne bürünüyorlar. Ben işin şer’î tarafı hususunda şahsî fikir beyan edecek ilme, ihtisasa sahip değilim. Şeriat elbette kutsaldır, öncelikle onun hükmü nâfiz ve geçerlidir. Ancak, birtakım Müslüman kadın ve kızlar meslek sahibi oluyorlar, üniversitede okuyorlar, hayata atılıyorlarsa onların tesettürü, kültür ve sanat açısından yüksek, zarif, sanatlı bir tesettür olmalıdır.
Bazıları
diyorlar.
cevabını veririz bu hanımlara.
Kadın velilerden Râbiâtü’l-Adeviyye annemiz gibi dindar, takvalı, saliha olanlar zaten inzivaya çekilir, evlerinde otururlar.
Yüksek tabakadan bir Müslüman hanım, tesettürün farziyetini kabul etmekle birlikte, onu hayatına tatbik edemiyorsa günaha girmiş olur. Maazallah tesettürün farz olduğunu inkâr ederse durum vahimleşir. Başı açık gezen Müslüman hanım ve kızların
temenni ve niyaz ederim.
Tesettür, kadınların ve kızların birtakim sosyal, kültürel, sanatla ilgili faaliyetlerden kopmalarına yol açmaz. Nitekim şu anda onbinlerce, yüz binlerce tesettürlü doktor, mühendis, gazeteci, iş sahibi hanım mevcuttur.
Hâşâ! Başörtüsü,
Başörtüsü islâmî ve şer’î hürriyetin simgesidir. Bunu terkeden Islâm hanımları bilmeden, farkına varmadan kendilerini hür kadın statüsünden esir ve köle durumuna düşürmüş olurlar.
Namaz kıldıkları halde cemaate önem vermeyen, camiye gitmeyen Müslüman erkekler kendi irade ve ihtiyarlarıyla hür Müslüman statüsünü terk etmiş, köleliği seçmiş olurlar.
Nitekim, bugün ülkemizde bilhassa okumuş ve yükselmiş Müslüman tabaka cemaati terkettiği için zillete düşmüşler, kendi öz vatanlarında sömürge yerlisi, parya, ikinci sınıf vatandaş, köle, zenci durumuna düşmüşlerdir.
Bu yazım birtakım Müslüman hanım ve kızları üzebilir, kendilerinden beni bağışlamalarını istirham ederim. Ümmet-i Muhammed içinde bir kimsenin bu satırları yazması gerekiyordu, vazife bendenize terettüp etmiştir.
Allah ile ezeldeki ahd ü misaklarına, Resûl-i Kibriya efendimize ettikleri biata sâdık olan bütün Müslüman hanım ve kızların
gerekir.
Her zaman tesettürlü olamayanların hiç olmazsa zaman zaman, dindar halk tabakasına örnek ve model olacak sekilde zarif ve kaliteli başörtüler takınması da gerekir.
hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Islâm ve yüce Şeriat’in lehine sonuçlanacaktır. Hiçbir beşerî güç ve irade Allah’a, Resûlüne, Kur’an’a karşı açtığı savaşı kazanamaz. Hak yücedir ve ondan yüce başka bir şey yoktur.
1. Peygamber
İslâm’ın hayata uygulanmasında yahut yaşanmasında en büyük ve güzel örnektir. Allah’ın Resûlü olduğu için bu konuda yüzde yüz başarılı olmuştur.
2. Kur’an O’nun için
buyurmuştur.
3. Bütün insanlık O’nun ümmetidir. İman edenler
henüz iman etmemiş olanlar
4. Peygamber’e itaat etmek, emir ve yasaklarını tutmak, sünnetine uymak Müslümanlar için, O’nun ölümünden sonra da vâcibtir.
5. Peygamber, Allah’ın emri, vahyi, ilhamı ile insanlık için en uygun, beşerî boyutlara muvafık ilahî bir medeniyet kurmuştur.
6. Peygamber ne getirdiyse, ne söylediyse, ne yaptıysa, neyi emrettiyse, neyi yasakladıysa hep insanların, Müslümanların iyiliği, selâmeti, saâdeti için yapmıştır.
7. Peygamber, Allah’ın elçisi ve habercisi
olduğu, insanlara en güzel örnek ve model olma misyonu ile vazifelendirildiği için Allah tarafından günahlardan ve ayıplardan korunmuştur;
ile sıfatlıdır.
8. İlk insandan, Kıyamet’ten önce doğacak son insana kadar gelip, geçmiş gelecek bütün insanlar içinde en akıllı, en firasetli, en hikmetli, en üstün insan Peygamber’dir.
9. Peygamber hikmetin
canlı sembolüdür.
10. Peygamber yeryüzüne, insanlığa güvenlik getirmiştir.
11. Peygamberin getirdiği Kitab ve din, yeryüzüne ve insanlığa
gönderilmiştir.
12.
Peygamber kadınlara en büyük hürmeti göstermiş,
demiştir.
13. Peygamberin dininde ve sünnetinde para ticareti,
kesin olarak yasaktır. Üretim, helâl ticaret tevşik edilmiştir. O,
buyurmuşlardır. Başka bir hadîsinde
demiştir.
14. Peygamber İslâm’ı, Kur’ân’ı, insanlığı ebedî saâdete kavuşturacak Şeriat’ı tebliğ ederken insanlardan ücret istememiş, fâkirâne yaşamıştır.
15. Peygamber
aşırı tüketimi, lüksü, konforu yasaklamıştır. Kur’an,
buyuruyor. Peygamber müsrifler
için
buyurmuştur.
16. Peygamber parası, serveti, maddî imkânları olanların bunlarla kibirlenip gururlanmalarını, taşkınlık ve azgınlık yapmalarını, fakirlerle alay edercesine çılgın ve sorumsuz bir hayat sürmelerini yasak etmiş; onları muhtaçlara yardıma, ortahalli bir hayat sürmeye çağırmıştır.
17. Peygamber yalanı ve insanları aldatmayı yasak etmiştir.
buyurmuştur. İslâm’da, savaş hali dışında hile ve hüd’a yapılamaz.
18. Peygamber, Allah’tan getirdiği vahiyle ve yine ilahî ilham üzerine kurulu sünnetiyle
, onlara asla hıyanet edilmemesini emretmiştir. Bütün siyasetler, makamlar, mevkiler, memuriyetler birer emanettir. Bunları ehil olanlara değil de, ehil olmayanlara verenler dünyayı fesada vermiş,
19. Peygamber, insanların, kendisine tâbi olanların bedenî ve ruhî sağlıkları için
denilen prensipleri ortaya koymuştur. Bunlara uyan kimseler hastalıklardan korunur, hasta oldukları takdirde şifa bulurlar. Peygamber
buyurmuştur.
20.
Ona tâbi olanlar, O’nun sünnetine uyanlar nefs-i emmarelerini kontrol altına alır ve gerçek insan ve adam olurlar.
21. Peygamberi dışlamak isteyen, sünnetine uymayı dinin temel bir gereği kabul etmeyen Müslümanlar ya İslâm’ı anlamamış cahil, akılsız, firasetsiz kimselerdir, yahut da kötü niyetli, kalplerinde nifak olan kişilerdir.
22. Hazret-i Peygamber, İslâm’ı kabul etmeyen Ehl-i Kitab’ın
dinî hürriyetlerini, kendi kimliklerini koruyarak güven içinde yaşamalarına izin ve imkân vermiştir.
23.
her insan Kelime-i şehâdetin
24. Hazret-i Peygamber’in medeniyeti ve nizamı bir mâlik olma medeniyet ve nizamı değil, bir olmak medeniyeti ve nizamıdır.
25. Peygamberin getirdiği hukukta cezalandırmak esas değil,
26. Hakikî ve icazetli din âlimleri, hakikî ve kâmil şeyhler ve mürşidler Peygamberin vârisleri, vekilleri, halifeleri durumundadır. Onlara kulak veren, onların öğütlerini tutan selamet bulur.
27. Bütün mü’minler ve Müslümanlar Peygamber’in âlidir, geniş âilesinin bir ferdidir. Onun duâlarından, ruhaniyetinden, bereketinden yararlanırlar.
28. Peygambere itaat etmiş olan Allah’a itaat etmiş olur; Peygamberi seven Allah’ı sevmiş olur;
29. Peygamber, din konusunda hevası ile kendinden konuşmaz. Kur’an böyle buyuruyor.
30. Peygamber bir keresinde ordusuyla beraber Mekke ile Medine arasındaki bir yerden geçerken yavrulu bir köpek görmüş, onun başına hemen bir nöbetçi ve koruyucu koymuş,
buyurmuştur. İşte Peygamber’in merhameti, acıması, koruması, güvenlik sağlaması…
31. Peygamber eşitlik prensibini uygulamıştır. Kureyş kabilesinden
hırsızlık yapmış, bazı kimseler onun affını rica etmişlerdi. Peygamber onlara
cevabını vermiştir.
32. Peygambere uymak, itaat etmek sadece lâfla, edebiyatla, lisanla salavat getirmekle olmaz. O’nun getirdiği Kitabullah’ı, Sünnet’ini yaşamak gerek; O’nun vârisleri ve vekilleri olan ‘âmil ulemanın, kâmil şeyhlerin öğütlerini tutmak gerek.
33. Peygamber Müslümanlara hitaben
buyuruyor. Birbirleriyle çekişen, birbirlerine düşmanlık eden, birbirlerinin kuyusunu kazan Müslümanlar bu yaptıklarıyla Peygamber’e isyan etmiş oluyorlar.
34. Peygamber’in getirdiği
olan
yapılmasını emretmektedir. Peygamber, bu farzı terkeden bir İslâm toplumunun ilahî azaba çarpılacağını söylemiştir.
35. Dünyada birçok kılavuzluklar
vardır.
Hazret-i Muhammed’in hedyini bunlarınkiyle mukayese ediniz, aradaki farkı göreceksiniz.
36. Ne kadar doğru fikir, hüküm, inanç varsa; yine ne kadar iyi amel
ve ahlâk kuralları varsa; üçüncü olarak da
Bunların zıddı olan yanlışlıklar, sapıklıklar, kötülükler, çirkinlikler İslâm’da yoktur. Bütün bunları Müslümanlığa ve insanlara
getirmiştir.
bizim Kültür Bakanlığımıza müracaat etmiş,
demiş. Kültür Bakanlığımızdaki hikmetsiz bir zat,
cevabını vermiş. Halbuki, İtalyan profesöre müsbet bir cevap verilseymiş,
Mısır makamlarıyla anlaşmış ve
Oradaki mevlevi tekkesi 1966’ya kadar açık kalmış, sonra tekke olarak faaliyeti durmuş, bir ara yaşlı insanlara barınak olmuş, sonra büsbütün harap olmuş.
29 Haziran’da
bey dostumuz, bir grup semâzen ve mutriban ile Kahire’ye gittiler.
Âyin-i şerif büyük ilgi görmüş,
, salon hınca hınç dolmuş. Daha sonra basında sitâyişkâr yazılar çıkmış. Nezih Bey vasıtasıyla Kahire mevlevihânesine bir
levhası gönderdim. Bizden de orada bir bergüzar bulunsun.
Heyette
da varmış. Beyatî âyini icra edilmiş. Nezih Bey, tekkeye Hulusî beyin yazısından silkelenmiş bir
levhası, bir kazan, bir şeyh postu götürmüş. Türk mevlevileri daha sonra bir de İskenderiye’de Mevlevî âyini icra etmişler.
Tabiî
sorarsanız, onlar Mevleviliği ve Mevlevileri İslâm dışı görürler. Onlara bakmamak lâzım. Bugün, bütün İslâm âlemi ve insanlık
kaddesallahü sırrehüssami efendimiz hazretlerinin mânevî irşadına muhtaçtır.
Bu büyük veli Resûlullah efendimizin temsilcilerindendir. Onun açtığı muhabbet çığırı, birbirleriyle kavga eden Müslümanları uzlaştıracak bir yoldur. Mısır devletinin anayasasında
diye yazılı ama o kardeş ülkede
.
Hazret-i Mevlânâ, Muhyiddin ibn Arabî gibi İslâm büyüklerinin yumuşak metodu ile Müslümanlar barışabilir, orta yolu bulabilir, Muhammedî hakikatın nuruyla aydınlanabilir, insanlığa örnek olabilir.
Kelime-i Şehâdet getiren ve ehl-i kıble olan herkes Müslümandır. Ehl-i Sünnet Müslümanları içinde çeşitlilik vardır. Mezheb, meşreb, tarikat, görüş, tasavvufî zevk yüzünden hiçbir Müslüman tekfir edilemez
büyük bir Müslümandır. Ünlü bir İslâm âlimi olan
Böyle çatışmaları normal kabul etmek gerekir.
Bazı tasavvuf erbabından Şeriat’a aykırı bazı sözler ve fiiller zuhur etmiştir. Bunlar elbette yanlıştır. Ancak bunlar yüzünden önüne gelen herkes hodbehod küfür ve dalâlet fetvaları vermeye kalkışmamalıdır.
Bir Müslümanın dinden çıktığına dair geçerli fetva ve mahkeme-i şer’iyye ilamı olmadan, hiç kimse onun kâfir olduğunu iddia edemez.
Çünkü onlar kendileri gibi düşünmeyen, İslâm’ı kendileri gibi yorumlamayan herkese kolayca müşrik ve kâfir damgasını vururlar. Hele
göre, Müslümanların sayısı daha da azdır.
Osmanlı devleti zamanında
zuhur etmişti. Onlar da, kendi meşreblerinden olmayan Müslümanları şiddetle tenkit, hattâ bazen tekfir etmişlerdir. Kadızâdeliler de elbette Müslümandır ama onların tenkid ettikleri kimseler de Müslümandır. Müslümanlık hiçbir mezhebin, parçanın, meşrebin, tarikatın dar sınırları içine hapsedilemez.
zamanında Konya’nın zâhir ulemasından nice zat, o büyük veliyi hor görmüş, şiddetle tenkit etmişlerdi. Bu aşırı tenkitler o hazretin şan u şerefini eksiltmez.
O hazret de, kabir âleminden Tevhid dâveti yapmakta, nice gayr-i müslimin hidâyetine vesile olmaktadır. İslâm’da mezheb, meşreb, tarikat konusunda zorlama yoktur. Başka meşrebten diye Müslüman kardeşini dışlamak, ona düşman olmak, onu Müslümanlar defterinden silmek ayıptır, günahtır. Fetva vermek selâhiyetine sahip ehliyetli ve icazetli gerçek müftü olmayanların, tenkit ettikleri Müslümanları tekfir etmeye hakları yoktur.
Bu yolu da maalesef
ve
gibi
açmıştır. Zamanımızda
diyebileceğimiz sert, aşırı, militan, fanatik, meşreb taassubuna batmış insanlar ve tâifeler zuhur etmiştir. Bunlar kendileri gibi olmayan Müslümanları dilleri ve kalemleri ile yaralamakta, onlara eza ve cefa etmektedir.
Müslümanlar, kendi içlerindeki meşrû çeşitliliği kabul etmeli ve çeşitlilik içinde bir vahdet meydana getirmelidir.
Ümmet-i Muhammed asla bir mezhep veya tarikatta birleşemez.
Hadîs-i şerifte
buyurulmaktadır. Çeşitli Müslümanlar, Ezan-ı Muhammedî okununca camilerde toplanıp Allah’a cemaat halinde ibadet etmek sûretiyle özlenen birlik yolunu açmış olurlar.
“Ben iyi Müslümanım, benim tarikatim veya cemaatim iyidir” gibi iddialar ve övünmeler sübjektiftir. Böyle kendi kendini medihlerin kıymeti yoktur. Bunlar maazallah insanı gurura, kibre götürür.
Herkes kendi mezhebinde, meşrebinde, tarikatında hayırlı ameller, güzel işler, hasenat yapmaya çalışsın. Öteki Müslümanlara saldırmasın, meşreb ayrılığı yüzünden onları incitmesin.
Müslümanların birleşmesini isteyen, onları kendi tarikatına veya hizbine dâvet edip durmasın, Ezan-ı Muhammedî okununca camiye gitsin, cemaat olsun, orada birleşsin.
bu ülke ve bu millet için ne büyük bir nimettir. Yazık ki, böyle nimetlerin kadr ü kıymeti hakkıyla bilinmiyor. Mevlana kimdir, kısaca arzetmek isterim.
İnsanları Allah’a hakkıyla inanmaya, Allah yoluna girmeye çağırır. O’nu seven, O’na bağlanan, O’nu taklid eden iman nurlarıyla aydınlanır, ebedî saadete nail olur.
Resûlullah’ın dinini, Şeriatını, sünnetini, âdâbını yaşar ve öğretir.
O’na Yahudi de hayran kalır, Hıristiyan da.
Mevlana gönül adamıdır, muhabbet fedaisidir; O’nda kin, gurur, kibir, husumet yoktur. O aşk, muhabbet, şevk, neş’e deryasıdır.
Şeriatsız tasavvuf mu olur, tarikat mı olur, kemal mi olur?
Beş vakit namazı dikkatle ve dosdoğru eda ettiği gibi, gecelerini nafile ibadetlerle feyizlendirirdi. O orucu tutar, zekatı verirdi. Uyanıklığında da, uykusunda da kalbi Allah zikri ile meşgul olurdu.
Mevlana sadece insanları sevmekle kalmaz, merhameti ve muhabbeti hayvanları bile gölgelendirirdi. Bir keresinde kendisini boğazlayacak kasapların elinden kaçan bir öküz O’na sığınmıştı da, sahiplerine rica edip onu kesilmekten kurtarmıştı.
Güneş gibiydi, çevresini etrafını aydınlatırdı. Hâlâ da aydınlatmaktadır. Yetmiş iki millete mensup nice kişi, O’nun irşadıyla, kabir ötesinden bu günlere uzanan tasarrufuyla hidayet bulmuş, Allah’ın dini, Muhammed aleyhissalatü vesselam sünneti ile şereflenmiştir.
İstanbul’da,
isminde gönül ehli bir zat vardı.
Eski ismi
idi.
İyi Türkçe bilirdi, Arapçası, Farsçası da vardı.
60’lı yılların başlarında
beylerle onun ziyaretine gitmiştik.
diye sormuştu.
cevabını alınca ağlamaya başlamış,
demişti.
Bugünün ruhsuz aydınları, kötü eğitimle vicdanları dumura uğratılmak istenen gençleri Mevlana’ya o kadar muhtaçlar ki.
. Türkiye şimdi bu meşrebin; bu neş’enin eksikliği yüzünden buhrandan buhrana düşmekte, içi ateş dolu bir uçurumun kenarında bulunmaktadır.
Ahlâk, fazilet, edeb, hikmet kalmadı diyorlar.
. Bilgi ve inancın doğrusu, aksiyonun iyisi, estetiğin en yükseği hazret-i Monla-i Rûm’un dergahlarındaydı.
Yüzeyde kalmış, zahirden batına gidememiş, sert, haşin, kırıcı; mezhep, meşreb, tarikat taassubu ile ufukları daralmış, sekter zihniyetli,
insanları İslâm’a çağıracak cazibeden, güçten, halavetten mahrumlar.
O sokakta kendisine bir şey soran bir fahişeye bile
diyerek şefkatle ve merhametle muamele etmişti de o zavallı kadının kurtuluşuna vesile olmuştu.
Mağrurlar, kibirliler, kendini beğenmişler, dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar, karpuz gibi dışları yeşil, içleri kıpkızıl olanlar, harbî ve saldırgan kâfirlere karşı yumuşak, kendi meşreblerinden olmayan mü’minlere karşı yavuz ve şiddetli olanlar, küçük dağları biz yarattık diyenler İslâm’ı temsil edebilirler mi? Onlar hizmet ediyoruz diye bir sürü hezimete sebebiyet verirler.
Mevlana ihlas ve istikamet kahramanıydı. İbadetle, riyazetle, hikmetle, büyük cihadla, ilimle, irfanla, aşku muhabbetle, neş’e ve şevkle, ihlasla kemal zirvesine çıkmıştı. Asrının kutbuydu. Parada pulda, zenginlikte, malda mülkte, riyasette, şöhrette, halkın alkış ve itibarında gözü yoktu. Bu sayede maneviyat aleminin sultanı olmuştu.
Birtakım sürüngenler O’nu kendi ideolojilerine alet etmek, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm hümanizması türetmek için vasıta kılmak istiyorlar. Bunlar ne soytarı adamlardır. Mevlana
diyerek onları asırlarca önce tekzip ve reddetmiştir.
Sahih itikad yok, namaz yok, oruç yok, zekat yok, Şeriata uymak yok, sünnetlere tabi olmak yok ve sonra adam Mevlevi imiş. Yahu Mevlevilik o kadar ucuz ve kolay mı?
Mevlevî dervişi olabilmek için dergahın mutfağında binbir gün ve gece çile doldurmak gerekirdi. Nefsini dizginlemeyene Mevlevî denilebilir mi?
O, kötülükleri iyilikle defeder. Mevlevî edeb, nezaket, ahlâk, fazilet nurları saçar. Sabırlıdır, affeder, cahillerin kusuruna bakmaz.
Şu anda Türkiye’de olmaz ama maddî imkâna sahip olsam, ileri ve medenî ülkelerden birinde bir Mevlevî tekkesi kursam diyorum. Elbette bir yerden bir şeyh gelir, birkaç dervişle işe başlanır. Dünya dedikodusu edilmez, faydasız kelamlar söylenmez. Namaz kılınır, muayyen zamanlarda sema ve zikir yapılır. Sonra bol bol tebessüm, muhabbet, aşk, şevk ve neş’e olur. Gerçeği arayan ve nasibi olanlar bu kapıdan geçerek hidayet bulur. İnsanlık buna o kadar muhtaç ki.
Hocazâde
merhumun
adlı eserini okurken,
büyüklerini anlattığı kısımda
hazretlerinin oğluna verdiği şu nasihatlar dikkatimi çekti ve bunları siz muhterem okuyucularıma nakletmeyi uygun gördüm.
“Ey oğlum! Sana nasihatim şudur ki,
senden önce yaşamış büyüklerin eserlerini oku;
fıkıh, hadîs ve tefsir ilimlerini öğren;
az ye, az uyu, az konuş;
gayretini dünyayı kazanmak için sarf etme; çok ağla, az gül, gülerken de kahkaha ile gülme;
hakikî şeyhleri, kâmil mürşidleri canından kıymetli bil ve sakın onları red ve inkâr etme; kalben daima mahzun ol.
hem Şeriat ilimlerinde, hem de tarikat ve tasavvuf kültüründe çok yüksek bir makamda bulunan ve Resûlullah efendimizin
vekili ve halifesi derecesine yükselmiş bulunan bir büyüğümüzdür. Bakınız bu yüce zat nasıl nasihat ediyor.
Hakikî şeyhler, kâmil mürşidler,
Onlar, kendilerine kulak verenleri tashih-i itikada, beş vakit namaz kılmaya, cemaate devama, ahlâklı ve edebli olmaya, ilim ve irfan sahibi olmaya, gurur ve kibirden kaçınmaya, dünya ihtiraslarına ve şehvetlerine kapılmamaya çağırırlar.
Bağlılarını ve müridlerini bu gibi hayırlı ve faydalı şeylere çağırmayıp da, onları boş işlerle oyalayanların rehberliğinden ve kılavuzluğundan hayır ve fayda gelmez. Çok yiyen, çok uyuyan, çok konuşan kişiler Müslümanlara örnek olamaz.
Peygamber yolundan gidenlerin, Sünnet-i Resûlullah’a uyanların
mümkün bir şey değildir. İslâm dininin temel hükümlerini Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretleri nas ile koymuştur. Peygamber aleyhissalatü vesselam da, Allah’ın Elçisi sıfatıyla bunları yorumlamış ve açıklamıştır. Şeyh ve hoca geçinen hiç kimsenin mevrid-i nasta ictihad yapmaya, İslâm’a aykırı fetva ve ruhsatlar vermeye selâhiyeti yoktur.
Hakikî şeyhler ve âlimler, ameliyata
ait işlerde Müslümanlara örnek olmaya mecburdur. Bu işlerin başı da
namazdır. Bunların da camilerde cemaatle kılınması gerekir. Taraftar ve para toplama hususunda, kâzip şöhretlere tâlip olma konusunda büyük bir gayret gösteren birtakım adamların cemaatle namaz kılmak mevzuunda Müslümanlara örnek olmamaları esef ve üzüntü veren bir ihmal ve gaflet değil midir? Müslümanlar kendilerini kurtarmak, dünyada izzet, âhırette saâdet bulmak istiyorlarsa Kitabullah’a, Sünnet’e, Sâlih Seleflerin nasihatlerine uysunlar.
Doktor
adlı eserinin
122’nci sayfasında şöyle diyor:
121’inci sayfada şöyle diyor:
Nur Baki
Son devirde Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu büyük din âlimi
adlı eserinde
ve hakaretleri cevaplandırmakta,
Bir ehl-i sünnet Müslümanına,
Bütün Emevilere sövüp saymak, onların hepsini aynı kefeye koymak da insafa, adalete, ahlâka uygun düşmez.
İslâm, Müslümanlara
eder. Biz elbette
Ancak itidalden ve adaletten ayrılmayız.
İslâm, oğlun suçundan dolayı babanın cezalandırılmasına, tahkir edilmesine cevaz vermez.
Bir ara 60’lı yıllarda, islâmî safı terk etmiş, din düşmanı
Müslümanların dinî konularda aşırılıklardan kaçınmaları, ihtilaflı konularda
tâbi olmaları gerekir.
Gayr-i müslimleri İslâm’a çekmek, onları hidâyete dâvet etmek ancak güler yüzle, yumuşaklıkla, keremle, mürüvvetle olur. İslâm’a çağırılacak erkek ve kadınlara
diye hitap etmek onların hidâyet yollarını tıkamak olmaz mı? Küfür ve kâfir elbette tahkire layıktır. Onlara, küfür ve kâfir olarak tâzim edilemez. Lakin,
Bütün gayr-i müslimler, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar Resûlullah efendimizin
Onları İslâm’a
Bırakınız gayr-i müslimlere yumuşak davranmak, kendi meşreblerinden olmayan din ve iman kardeşlerine karşı kırıcı hareket eden, onları dışlayan, mü’mine düşmanlık eden, Müslümana kin besleyen sert, öfkeli, kalp kırıcı, asık suratlı, hor görücü adamlar, biraz bilgi sahibi olsalar da İslâm’ı temsil edemezler.
YIL 1952, Sabataycı gazeteci
Malatya’da bir suikasde uğramış, yaralanmış, fakat ölmemiştir.
O zamanki
bu hadiseyi fırsat bilerek bütün memleket sathında görülmemiş bir tedhiş
faaliyetine girişir. Bir takım tanınmayan kimselerden ve gençlerden başka
gibi Müslüman yazarlar ve fikir adamları da tutuklanır.
Bendeniz o tarihte
‘nde öğrenciydim, yapılan çılgınlıkları, zulümleri, terörü biliyorum, daha sonra da, işin içinde olanlardan çok şeyler dinledim.
dolayısıyla tutuklananlardan biri de
idi. Bu zat, 1989’da basılmış
adlı 237 sayfalık kitabının 59’uncu sayfasında bakınız neler yazıyor:
bizzat kendisi bana ‘Söyle, söyle’ diyor, ben
cevabını verince
diye beni tehdit ettikten başka, sorguyu müteakip Sümer karakolunu boyladık. Malatya merkez Emniyet Sümer karakolu mahzenindeki
Tabiî bu 1959’un panaroması, şimdi
şu anda bu yazının durup durmadığını bilmiyorum. Bu odadan içeri atılanın vay haline. İşte buraya giren arkadaşlarımız gaddarca döğülerek çok acı çekmişlerdir, acıklı ve acınacak hallere mâruz kalmışlardır, kendilerine yapılanlardan birkaç nümune zikredeceğiz:
vura vura altlı üstlü bir kütük gibi şişen ayakları, tabanda göllendirilen tuzlu suda bir müddet bekletip yürüttükten sonra -tabiî yürüyebilirlerse- yeniden dövme faslına başlamak için biraz ara verilir, tekrar yoruluncaya kadar vurulur. Arkadaşımız Kadir Evcil’in göbeğine bir polisin tabancayı dayaması tüyler ürpertici bir manzaraydı, bundan hepimiz çok irkilip korkmuştuk, maddî varlığımızı unuttuğumuz gibi maneviyatımız da büsbütün sıfıra inmişti. Zebaniler tarafından çektirilen cehennem azabını daha bu dünyada iken tatmıştık. Arkadaşlarımızdan
dövülürken
diyorlardı. İşte böyle Firavunlar devrine rahmet okutan zulüm ve işkenceleri bizlere reva gördüler.”
Merhum
zayıf, nahif, nazik bir insandı. Zavallının merhametsizce döğülecek hali ve canı mı vardı?
İstanbul’da tutuklamışlar, trenle Malatya’ya götürecekler, kelepçe takmaya kalkmışlar,
demiş de ondan sonra takmamışlar.
bu zulümleri yaptırtacak derecede merhametsiz de değildi ama
Menderes Malatya hadisesinden sonra, biri Yeşilköy hava alanında olmak üzere iki basın toplantısı yapmış,
demişti.
1959 yılı gelince azgın ve militan solcular, muhalifler iktidarını sarsmaya başlayınca birkaç milliyetçi zata telefon etmiş,
meâlinde serzenişte bulunmuştu. Onlar da,
cevabını vermişlerdi.
O tarihte, merkezi İstanbul’da bulunan
yurt çapında büyük alâka görüyor, her yerde şubeler açıyor, taraftarlar buluyordu.
Vatan’daki bir makalesinde
diye Menderes’in ve Demokrat Parti kodamanlarının vehimlerini tahrik ediyordu.
Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasından sonra ülke çapında bir Müslüman ve milliyetçi avı başlatılmıştı.
Korkularından nice Müslüman ellerindeki dinî gazete kolleksiyonlarını, İslâmî kitapları atmışlar, toprağa gömmüşler, yakmışlardı.
Bu hadiselerin canlı şahitleri aramızdadır. Allah kendilerine uzun ömürler versin, mutlaka hatıralarını yazmalıdırlar.
Hem uluslararası temel ve evrensel metinler, hem anayasamız, hem de kanunlar işkenceyi yasaklamaktadır. Lâkin bu yasak lafta kalıyor.
Ben polise, kolluk kuvvetlerine karşı değilim. Lâkin işkenceye şiddetle karşıyım.
Adamı soyacaksın,
Böyle şey olur mu?
Medeniyet, fen, teknik, ilim, uzmanlık çok ilerlemiştir. Bir sigara külü, maktülün tırnakları arasındaki mikroskopik deri parçaları, bir saç kılı, mektup pulundaki tükrük izi bile bir katili, bir suçluyu ele verebiliyor. Yeter ki, bu sahalarda uzmanlaşmış elemanlar olsun, laboratuvar çalışmaları yapılsın.
Zavallı sanık dayağın, işkencenin, vahşetin ve zulmün acısına dayanamıyor ve canını kurtarmak için
diyor. Böylece itiraf etmiş oluyor.
Bir hukuk devletinde yargısız infaz olmaz. Maalesef yakın tarihimizde
yapılmıştır. Elli küsur yıl kadar önce de, doğu sınırlarımızda otuz vatandaş mahkemesiz, araştırmasız kurşuna dizilmişti. Adam
dayağın şiddeti yüzünden ölüyor, cesedini pencereden atıyorlar ve
diyorlar.
Elbette suçlular vardır, elbette ifadeleri alınacak ve mahkûm olmaları sağlanacaktır. Ancak
Allah milletimize, memleketimize, devletimize selâmet versin. İdarecilerimize akıllar, fikirler ihsan buyursun.
Ahlâklı, fedakâr, cefakâr, kanunlara hürmetkâr polislerimize bir şey dediğim yoktur. Onların çektiklerini bilmiyor değilim.
Cenab-ı Hak yardımcıları olsun. Merhametsizlerin ve işkencecilerin islahları için duâ ediyorum.
Merhum
, bir sohbetlerinde,
şeklinde konuştuğunu yıllar önce duymuştum.
Eskiden bu hırsa,
denilirdi. Yüce İslâm dini ve Şeriatı riyasete tâlip olmayı
kılmıştır. Kendisi tâlip olmadığı halde matlub
durumunda bulunanlar için iki şık vardır.
Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin efendilerimiz şehid edilmişlerdir.
Nefs-i emmâre sahibi düşük ve bayağı kimseler riyaseti dünya saltanatı, servet, zevk u sefa, şaşaalı köşk ve yalılarda oturmak, lüks limuzinlere binmek, özel uçaklarda seyahat etmek, lüks yemekler yemek, lüks elbiseler giymek, etraflarının alkış ve senalarına mazhar olmak velhasıl nefs-i emmarelerini tatmin etmek için isterler.
Bunlar zâhiren Müslüman görünseler de,
Böyle adamlardan Ümmet-i Muhammed’e, İslâm dâvasına hayır gelmez. Bu türlü muhterisler
beş kuruşluk hayır ederlerse, beş liralık da zarara sebebiyet verirler.
bir gece baskınıyla yakalanıp Marmara’daki
tıkıldıktan sonra, asılmadan bir müddet evvel
diyerek riyasetin ne yaman bir yük olduğunu ifade etmiştir.
Halbuki milletin çoğunluğunun desteğini almış, tek başına iktidar olmuştu. Allah taksiratını affeylesin ve rahmeti ile muamele buyursun.
Bazı Müslüman düşünürler ve yazarlar İslâmî riyaset konusunda saçma sapan ve gülünç görüş ve fikirlere sahipler. Bunlardan biri, 70’li yıllarda yayınladığı bir kitapta,
şeklinde garip bir cümle yazmıştı. Yahu, Ümmet-i Muhammed’e başkan olacak, Resûlullah Efendimizin vekili ve temsilcisi sıfatını taşıyacak bir kimse halk yığınlarının karşısına çıkıp da
şeklinde propagandalar yapabilir mi?
Müslümanlara başkan olacak kimse nefs derecelerinin yüksek makamına çıkmış, dünya hırslarından kurtulmuş, İslâmî hikmete sahip bir kimse olmalıdır.
1. Şeriatı bilecek ve ona uyacaktır.
2. Tasavvuf ve tarikat tarafı olacaktır.
3. İslâmî ve genel kültüre sahip olacaktır.
4. Dindar, afif (iffetli) sabırlı, mürüvvetli, âdil, kerim, hikmetli, ihlaslı, istikametli, insaflı, uzakgörüşlü olacaktır.
5. Sadece dostlarının değil, düşmanlarının bile güvenini, itimadını kazanmış bir şahsiyet olacaktır.
6. Ne kendisi yiyecek, ne de etrafındakilere yedirtecektir.
7. Asla yalan söylemeyecek, asla emanete hıyanet etmeyecek, asla vaadinden dönmeyecektir.
8. Ehliyetli ve layık danışmanları olacak, istişare ile iş görecektir.
9. İlahî ilhamlara nail, ruhanilerin yardımına mazhar olacak, evliyaullahın dualarını alacaktır.
10. Dünya saltanatını, lüks meskenlerde Firavun gibi yaşamayı, lüks sofralarda Nemrud gibi yemeyi, lüks ve pahalı elbiselerle caka satmayı sevmeyecek; tevazu ehli olacaktır. Yaşama, giyim kuşam, yeme içme, tefrişat gibi şeylerde Selef-i Sâlihîn’in yolundan gidecektir.
İstanbul’da
nefis hüsn-i hat levhaları vardır. Bunlardan birisi, belki de en güzeli bundan bir iki ay önce çalınmış, bir antikacıya satılmış, antikacı levhanın çalıntı olduğunu anlayınca tekrar camiye iade etmişti. Levha, yerine “L” şeklinde çivilerle sağlamca asılmış, lakin hırsızlar bunları epey uğraşıp keserek levhayı tekrar çalmışlardır.
Son birkaç levha da bu gidişle yerinde durmayacak. İlgili bakan beyefendiye, Diyanet İşlerine, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne sesleniyorum. Lütfen ve merhameten bir şeyler yapılsın da cami soygunları önlensin. Sadece camiler de değil. Bundan birkaç sene önce
Otuz sene boyunca
Bunların çoğunu maalesef cami cemaati, din görevlileri kendi istekleriyle ve rızalarıyla verdiler. Bir kısmı da aşırıldı. Yüzlerce yılda birikmiş olan muazzam bir tarih mirası birkaç on yıl içinde yok oldu.
Cami ve vakıf soygunlarını işi bilen, uzman, tecrübeli, sabıkalı şahıslar ve çeteler yapmaktadır. Vakıfların kıymetli halı ve kilimleri yurtdışına çıkartılmış, bazılarının
Vakıf mallarının böyle çalınması, yağmalanması bir ülkeye, bir millete, bir rejime uğur getirmez. Vakfiyelerde
diye yazılıdır. Lâ’net uğur getirmez.
Türbelerdeki vakıf eşya da yıllardan beri yağmalanıp bitirilmiştir.
Padişah türbelerindeki sandukaların üzerinde çok kıymetli işlemeli örtüler vardı. Hiçbiri yerinde değildir. Bende,
mevcuttur. Orada sıralanan hiçbir eşya yerinde değildir.
Camileri, türbeleri, vakıf depolarını soyan namussuz, şerefsiz, alçak, it, bayağı, rezil, kaltaban, hırsız, eşkıya, harami, soysuz, muhannes, uğursuz heriflere lâ’net olsun. Çaldıkları kendilerine ateş olsun. Dünyada ve ahirette perişan olacakları muhakkaktır.
Hayli kültürü olan bir zat,
girmiş. Onu en fazla hayrette bırakan şey,
olmuş. Dünyada her yıl yüz kadar çok önemli kitap yayınlanıyor.
Bunları büyük araştırıcılar, büyük akademisyenler, büyük düşünürler kaleme alıyor. Her ülkenin büyük beyinleri bu eserleri okuyor. Bizimkilerin kütüphanesine yıllar var ki, böyle eserler girmiyormuş, alınmıyormuş.
Dinden, dinî sistemden hoşlanmıyor ama kendileri de
Onların dogmalarına, inançlarına ideoloji bile denemez.
Temel insan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyetini koruyan maddeler vardır.
Filipinler’de
gitti, ideolojisi de bitti. Portekiz’de
, İspanya’da
, İngiltere’de
, Fransa’da
, Almanya’da
, İtalya’da
, Rusya’da
ve
Bunlar ideoloji sahipleriydi,
Ancak tarihte, ansiklopedilerde, kitaplarda yaşıyorlar.
Evet dünyada din üzerine, tarih felsefesi üzerine; siyaset kültürü, sosyoloji, fütüroloji üzerine nice önemli ve ilmî seviyesi yüksek kitaplar yayınlanıyor.
Bütçeleri muazzam ama bu bütçede
Derin Devlet İslâm ve Müslümanlar konusunda yaptığı istihbarat çalışmalarına trilyonlar harcıyor. Ajanlar, casuslar, cihazlar, bürolar, masalar, dosyalar, bir ordu kadar kalabalık istihbarat personeli… Bütün bunlar neye yarıyor, ne faydası var?
Bazı vatandaşların günahları, zayıf tarafları, pislikleri ile ilgili dosyaları hazırlamak için büyük gayretler sarfediliyor, büyük meblağlar harcıyorlar. Bunların Türkiye’ye ne yararı oluyor?
Şeytan şişelerin tıpalarını kapatmış, içindeki küçük,
Şişelerin dışında kocaman bir dünya var. Tarih var, ilmî araştırmalar var, felsefe var, stratejik araştırmalar var.
Kişi biraz İngilizce bilmekle adam olmaz.
Sovyet ideologları, bürokratları, istihbaratçıları, despotları yetmiş küsur yıl sonra pes etmediler mi? Stalin’in yıktırdığı tarihî kilise Kızıl Meydan’a tekrar inşa edilmedi mi?
Kendisine hürmet ettiğim ve hüsn-i zan beslediğim bir şeyh efendi, 15 Aralık ile 15 Ocak arasındaki bir ay zarfında çok büyük bir felaket olacağını, tarihî bir hâdisenin meydana geleceğini tahmin ediyormuş. Gerçeği en iyi şekilde sadece Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri bilir. Lakin şeyh efendinin korkutucu tahminini gözardı etmemeliyiz.
Üniversite profesörleri, konunun uzmanları Marmara denizindeki İstanbul’a çok yakın fay hattının harekete geçebileceğini haber veriyorlar. Önümüzdeki otuz sene içinde İstanbul’da büyük bir zelzele olacaktır diyorlar. Belki yarın, belki otuz sene sonra…
İstanbul’daki binaların yüzde sekseni zelzeleye karşı dayanıksız çürük yapılarmış. Mühendis Rıfat Tandoğan bey dostumuz yıllarca önce,
demişti.
Medya ve politikacılar, kafalarını kuma sokan devekuşları gibi,
gibi afyonlu bahanelerle tehlikenin büyüklüğünü gizlemek, halkın dikkatini başka konular üzerine çekmek istiyorlar.
İstanbul büyük bir zelzeleye hazır mıdır? Bunca çürük yapı nasıl kontrol edilecektir? Allah saklasın felaket vukua geldiği takdirde yapılması gereken hizmetler, kurtarmalar planlanmış mıdır?
İstanbul halkının hiç olmazsa bir kısmını tahliye etmek mümkün müdür? Şiddetli bir zelzelede şehir sularına lağım pislikleri karışacak ve halk içecek su bile bulamayacaktır. Bunca halkın yardımına nasıl koşulacaktır? Ahali nasıl barınacak, nasıl ekmek bulacaktır? Yaralılar nasıl tedavi edilecektir? Yağmacılık nasıl önlenecektir?
Bazı namussuz politikacılar, alçak particiler, rezil bürokratlar, dini imanı para olan sefil belediyeciler İstanbul civarındaki tepeleri, dağları, vadileri, tarlaları, çalılıkları bina ile doldurttular. Doğru dürüst kontrol yapılmadı. Alçak ve namussuz bazı müteahhitler çimentodan, demirden çaldılar, çürük çarık dev bloklar yaptılar. En ileri ve medenî ülkelerde yeni inşa edilen meskenlerin yüzde doksan altısı bahçeli küçük evler şeklinde iken bizde bir apartımanlaşma, bir bloklaşma, bir siteleşmedir gitti. Şimdi bunca seyyiatın cezasını çekiyoruz.
Büyük bir İstanbul zelzelesi Adapazarı, Gölcük, İzmit, Yalova, Düzce zelzelelerine benzemez. İstanbul ve civarında on beş milyon halk yaşıyor.
Sadaka deyince sokaklardaki profesyonel dilencilere atılan küçük paraları kasdetmiyorum. Şehrin bazı bölgelerinde gerçekten çok kötü durumda olan ihtiyarlar, dullar, yetimler, işsizler, fakir halk vardır. Şu soğuklarda yakıtı olmayan, ekmek parası bulunmayan, makarna ve patates bile pişiremeyen vatandaşlar mevcuttur.
Muhtarlara gidiniz, esnafa sorunuz, iyice araştırınız ve bunları bulunuz.
Tuzu kuru olan, hali vakti yerinde olan, sofralarında nefis etler, kaymaklı tatlılar, tereyağlı börekler, çeşit çeşit iftariyeler bulunanlar… Bu ülkede bunca felaketzede, bunca fakir ve sefil vatandaş varken bu pahalı ve lüks yiyecekler boğazlarından nasıl geçiyor? Sizde vicdan yok mu, sizde iz’an yok mu?
Lüks bir paltoya bir milyar lira veren, lüks bir çift ayakkabıya yüz küsur milyon lira ödeyen, yüz elli milyon liralık gömlekler giyen, boynuna elli milyonluk kravatı yular gibi asan, elli milyar liralık lüks limuzinlerde Nemrud gibi gezip tozan kimselere hitap ediyorum:
Zelzelede evleri yıkılan yüzbinlerce vatandaş çadırlarda tirtir titrerken siz nasıl böyle lüks, sefahat, debdebe, israf, gurur, kibir içinde yaşıyabiliyorsunuz? Allah’tan size din, Kitab, Şeriat, nizam getiren Peygamber’in yüzüne nasıl bakacaksınız?
Fakirleri arayın, bulun ve onlara zekat verin, sadaka verin, yardım edin. Vurdumduymazlığı bırakın.
Felaketleri sadaka ile, malî ibadetlerle, tevbe istiğfarla, gözyaşı dökerek, dine sarılarak, gururu ve kibri bırakarak, nefsinizi islah ederek, emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparak savmaya çalışınız.
Tarihini tam olarak hatırlamıyorum, bundan yirmi küsur yıl önce bir gün Sahhaflar Çarşısı’nda,
hocanın dükkanına gitmiştim. Hoca sohbet esnasında,
demişti. Bilahere o âyetlerle ilgili kısmı ben de okumuş ve o zaman yayınlamakta bulunduğum
‘de bir de makale yazmıştım.
Önce âyetin meâlini vereyim:
Elmalı tefsirinde bu âyetlerle ilgili şu açıklamalar yapılmaktadır:
“Şiddet ve darlıktan sonra onlara geniş bir hürriyet ve refah verdik. Her taraftan üzerlerine nimetler gönderdik. Her türlü, rahatlar sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, safalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Tuttukları yolun iyi olduğunu, bütün bunları hakettiklerini, her türlü sorumluluktan âzade olduklarını sandılar.
Her şey kendilerininmiş;
İşte tam böyle ferahlandıkları, gel keyfim gel dedikleri sırada kendilerini birdenbire bastırıp yakalayıverdik.”
Bu âyetlerde,
Allah’a dönsünler diye onlara sıkıntılar, şiddetler, hastalıklar verilmişti, lakin onlar yine de Allah’a dönmemişler, O’na yakarmamışlardı. Sıkıntı içinde de küfrlerine, azgınlıklarına devam ediyorlardı. Bunun üzerine Allah, onlara bolluk kapılarını açmış, çok genişlik ve ferahlık vermişti. Bu bolluk içinde keyf sürer, gel keyfim gel, kekâh bir şekilde yaşarken Allah’ın azabı ansızın bu inkârcı kavimlerin tepesine inivermişti.
Allah’ı hiç düşünmüyorlardı. Peygamber’in yapmış olduğu uyarıları eski zaman efsaneleri sanıyorlardı. Ölümden sonra hesap yok, Cennet Cehennem yok diyorlardı.
Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, Peygamber’in öğütlerini ve uyarılarını kaale almıyorlardı.
Nefislerini put edinmişler, onlara tapıyorlardı. İnananları tahkir ediyor, onlara zulm ve haksızlık yapıyorlardı.
Yeryüzünü günah, isyan, tuğyan ile doldurmuşlardı. Arşa hırlıyor, kutsal sınırları ihlal ediyorlardı.
İşte böyle bir bolluk, genişlik, refah, zenginlik içindeyken Allah’ın azabı ansızın tepelerine iniverdi. Neye uğradıklarını bilemediler.
Bu dünya Allahu Teâlâ’nın mülküdür
Yeryüzünü zulümle, azgınlıkla, haksızlıkla, fenalıkla, çirkinlikle dolduran kâfirler, zâlimler, fâsıklar iyi bilmelidir ki, gittikleri yolun sonu iyi değildir.
Soyacaklar, talan edecekler, haram yiyecekler, saçı bitmedik yetimlerin, gözü yaşlı dulların, güçsüz ihtiyarların, fakir fukaranın hakkını yiyecekler ve sonunda cezasız kalacaklar; yaptıkları, yedikleri yanlarına kâr kalacak. Olur mu böyle şey?
Nasıl da keyfe, eğlenceye, azgınlığa düşmüşlerdi. Zevk ve safa konusunda kudurmuş, çıldırmış gibiydiler.
Azap gelince neye uğradıklarını anlayamadılar.
O azgınlara imrenmeyiniz. Sakın onları taklide kalkışmayınız.
Azgınlara, inkârcılara verilen genişlikler, servetler, refahlar, bolluklar hep birer istidractır.
İşte şimdi
Günü, saati, dakikası gelince emr-i ilahî ile oklar yaylardan fırlayacak,
Müslümanlar! İbadet ederek, namaz kılarak, oruç tutarak, zekat vererek, sadaka dağıtarak, tevbe istiğfar ederek, nefsinizle büyük cihad yaparak, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını
eda ederek kendinizi felaketten kurtarmaya çalışınız.
O âlemlerin birinde bu şehrin topraklarına gömülmüş
Onlar bizim için dua ediyorlar.
Allah’ın gazabından, O’nun rahmetine kaçalım. Gafletten uyanıklığa, isyandan itaate, hayır işlerinde ve malî ibadetlerde cimrilikten cömertliğe, günahtan taate, bid’atten sünnete hicret edelim.
Hiçbir Müslüman azgın ve saldırgan dinsizleri desteklemesin, onlara yardım etmesin. Allah yeryüzünü fesada veren zalimlerin desteklenmesinden razı olmaz.
. Yer deprenip göçerse, gök tepemize çökerse kim kendini kurtarabilir? Bizi Allah’tan başka kimse kurtaramaz. O halde O’na sığınalım, O’nun emirlerine uyalım.
Ateist, Marksist, pozitivist, materyalist bir zümrenin kültüre hizmet perdesi altında çıkarttığı, Nakşibendilik ile ilgili bir kitapçık okudum. Yüz sayfaya o kadar çok hezeyan sığdırmışlar ki, bu sahada bir rekor kırmışlar.
vardı. Allah’ın bulunmadığına, dinlerin hurafe olduğuna dair yayınlar yapar, konferanslar verir, yoğun ve saldırgan bir propaganda seferberliği içinde bulunurdu.
Amerika’da, Müslüman olmadıkları halde Nakşî olduklarını iddia eden bir grup varmış. Tabiî ki, Müslüman olmadan Nakşî olmak mümkün değildir ama adamlar bu tarikatın yüksek taraflarını görmüşler ve hayran kalmışlar.
Eğer bugün şu
denilen coğrafya üzerinde Türk-Müslüman kimliğini taşıyan bir toplum varsa, bir Türkiye varsa, bunu İslâm’a ve sufî tarikatlarına borçluyuz.
1. Nakşîliğin esası
kuruludur. Zaten bütün tarikatlar Şeriat temeli üzerine bina edilmişlerdir. Şeriatsız tarikat olmaz.
2. Nakşîlik Kur’an ve Sünnet hükümleri ve ilkelerine dayanır.
3. Nakşîlik
din ve dünya hayatının iki ana umdesi olarak kabul eder.
4. Her tarikatta olduğu gibi Nakşîlikte de zühd
vardır.
5. Nakşîlik, kendisine bağlanan Müslümanları olgunlaştırmak, beşerî ve nefsî ihtiraslarını gemleyip iyi insan, iyi Müslüman, iyi vatandaş olmalarını sağlayan bir hidâyet ve kemâl yoludur. Nakşî dergâhına ham ve nâkıs giren, orada gördüğü terbiye ve eğitim sonunda kâmil ve tamam olur.
6. Hakikî Nakşîler katında Şeriatın ve fıkhın en küçük bir hükmü, en büyük kerâmetlerden daha önemli ve üstündür.
7. Hakikî ve olgun Nakşîlerde kibir, gurur, kendini beğenmek, nefs-i emmâresine bende olmak gibi noksanlıklar bulunmaz.
8. Nakşî o kişidir ki, onun elinden ve dilinden diğer Müslümanlar emîn olurlar.
9. Nakşî sabır, teenni, itidal, azim, mürüvvet, kerem, güzel ahlâk, fazilet, hikmet, firâset sahibidir.
10. Nakşî kötülükleri iyilikle def eden, affeden bir ahlakî yapıya sahiptir.
Onlar bütün Türkiye’nin kendileri gibi münkir olmasını istiyor. İslâm’ı, tarikatları, bu arada
Aydın, terbiyeli, insaflı, medenî, itidalli, vicdanlı bir okumuş İslâm’a, tarikatlara, dindar vatandaşlara militanca saldırmaz. Amerika’da, Kanada’da, İngiltere’de, Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ateistler dine ve dindarlara saldırmıyorlar; toplumsal barışı, sosyal uzlaşmayı bozmuyorlar.
İslâm’ı, tarikatları beğenmeyen gücü yetiyorsa oturur ilmî bir reddiye yazar. Müslüman din adamları, aydınlar da buna cevap ve reddiye hazırlarlar. Rusya’daki eski Bozbejnikler gibi
hiçbir yazara, aydına, medenî insana şeref kazandırmaz.
Dinleri İslâm olmayan nice Batılı fikir ve ilim adamı tarikatlar ve bu arada Nakşîlik hakkında araştırma kitapları yazmışlar ve hiçbiri dinimize ve tarikatlara seviyesizce saldırmamıştır.
Tarikatlar yasak edildikten sonra bu sahada denetim kalmamış ve birtakım bayağı ve alçak kişiler din, mukaddesat, tarikat sömürüsü yapmaya başlamışlardır. Ben bir Müslüman olarak, tarikatlara taraftar bir vatandaş olarak bu sömürüden en fazla rahatsızlık duyan ve yıllardan beri bu konuda özeleştiri yapan bir kimseyim.
Ancak sömürü yapılıyor diye mukaddes ve âli dinimize ve tarikatlara saldırmak vicdansızlık, densizlik, dinsizlik, vahşilik, barbarlık, fanatikliktir. Nakşîlik ve diğer tarikatlar en yüksek bilgelik, insanlık, medeniyet, kemâl ocaklarıdır.
Bugün bütün medenî, ileri, demokratik, hukukun üstünlüğü prensibini tanımış, insan haklarına hürmetkâr ve riayetkâr ülkelerde Nakşî tarikatı serbesttir.
Eşitlik prensibi uyarınca tarikatlar hakkındaki yasak da kaldırılmalıdır. Bu ülkede
Eskiden Osmanlı devleti zamanında
i vardı. Bu daire bütün tarikatları kontrol eder, dinimize aykırı bir aksaklık gördüğünde muamele yapar, sorumluları ve suçluları cezalandırırdı.
. Yeniden açıldığı takdirde onları denetleyemez. Bu hak ve vazife, islâmî-dinî riyasete, yâni Müslümanlara aittir.
Ateist, Marksist, materyalist, hedonist, anarşist ideoloji ve felsefeler memleketi ne hale getirdiler. Bunca tahribat ve kötülük ancak ahlâk, tasavvuf, dindarlık ile ortadan kaldırılabilir.
Din ve tarikatlar istismar ediliyor, sömürülüyor diye toptan dine ve tasavvufa düşmanlık etmek akıl kârı değildir.
İslâm’ın, Peygamberimizin mistik boyutu vardır.
Ahlâksız din olmaz.
* * *
BİRİNCİ BROŞÜRÜN SONU