Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Başlıklar

  1. Yüksek Tabaka Müslüman

    Hanimlar ve Tesettür

    Bırtakım çok kültürlü, şehir görgüsüne sahip, hürmet edilmeye layık, zeki, zarif Müslüman hanımefendiler namaz kıldikları, Kur’an-ı Azimüşşanı okudukları, camiye ve türbeye gittikleri zaman başlarını örtüyor, diğer zamanlarda baş açık, tesettürsüz geziyorlar.

    Bunların bazısı profesör, doçent, muallime, memuredir. Başlarını örttükleri takdirde işlerinden atılacaklar, mesleklerini icra edemeyeceklerdir. Meşru mudur, değil midir; bir mazeretleri vardır. Lakin bazılarının hiç mazereti olmadığı halde tesettürsüz gezmeleri islâmî açıdan doğru mudur?

    Mâlum olduğu üzere

    hür Müslüman kadınların tesettürü, yâni örtünmeleri Kitabullah, Sünnet-i Resûlullah ve icmâ-i ümmet ile sâbit bir farzdır.

    Bu konuda, Asr-i Saâadet’ten günümüze kadar gelen çok kuvvetli bir icmâ vardir. Tesettürün farziyeti, münakaşa ve müzakere edilmeyecek kadar çok kesin bir gerçektir.

    Bu hanımefendilerin, hiç olmazsa zaman zaman başlarını örtmelerini beklemek hakkımızdır. Çünkü onlar kültürleri, şehirlilikleri, görgüleri, yüksek seviyeleri ile diğer Müslüman hanım ve kızlara örnek ve model olma durumundadir.

    Ülkemizde bir tesettür savaşı cereyan ediyor. Bir tarafta, millet çoğunluğunun inançlarina, din hürriyetine karşı çıkan zorba, zorlamacı, dayatmacı bir zihniyet; öteki tarafta mazlum, mağdur, ne yapacağını şaşırmış Müslümanlar. Büyük Müslüman kütle iki ateş arasında, âdeta örs ile çekiç arasında kalmıştır. Açık ve harbî din düşmanları saldırıp duruyor. Beri taraftan ise din sömürücüsü, münafık, dini imanı para olan, nefs-i emmârelerine put gibi tapan, şöhret ve riyaset için kuduran bir takım denî ve sefil mukaddesat sömürücüleri Müslümanları bölüyor, şaşırtıyor, kaz gibi yoluyor, inek gibi sağıyor..

    Din düşmanları

    “Tesettür siyasal Islâm’ın bir simgesidir”

    diyorlar. Tabiî ki, yalan söylüyorlar.

    Tesettür, siyasal Islâm’ın değil, asıl Islâm’ın simgesidir.

    Müslüman kesimin tesettür konusunda en zayıf tarafı, tesettürü hayata uygulayanların genellikle taşra, varoş, gecekondu, kırsal kesim insanları oluşudur. Halbuki

    tesettürün iki vechesi vardır.

    Biri şer’î veche, diğeri ise sosyal, kültürel, sanatla ilgili vechesidir. Bugünkü tesettürlü genç kızlar ve hanımlar bu ikinci vechede maalesef kalitesiz kalmaktadır. Medenî, şehirli, yüksek tabaka hanımların bu hususta tesettürlü kız ve kadınlara örnek olmaları, öncülük yapmaları gerekir.

    Öyle Müslüman hanımlar ve kızlar görüyoruz ki, kendine göre bir tesettüre bürünmüstür ama renk, çizgi, şekil, sanat itibarıyla kalitesiz bir tesettürdür bu. Avrupa ve Amerika tahsili görmüş, eski Osmanlı edeb ve görgüsüne sahip, yüksek sanat ve estetik boyutuna mâlik hanımlar tesettür konusunda elbette ortaya çok başarılı uygulamalar koyacaklardır.

    Öyle hanımlarımız ve kızlarımız var ki, maalesef hizmetçi ve besleme tesettürüne bürünüyorlar. Ben işin şer’î tarafı hususunda şahsî fikir beyan edecek ilme, ihtisasa sahip değilim. Şeriat elbette kutsaldır, öncelikle onun hükmü nâfiz ve geçerlidir. Ancak, birtakım Müslüman kadın ve kızlar meslek sahibi oluyorlar, üniversitede okuyorlar, hayata atılıyorlarsa onların tesettürü, kültür ve sanat açısından yüksek, zarif, sanatlı bir tesettür olmalıdır.

    Bazıları

    “Efendim, biz göze batmak istemiyoruz”

    diyorlar.

    “Sen sokağa çıktığına, üniversiteye gittiğine, bir daire ve müessesede çalıştığına göre zaten batıyorsun, o halde tesettürün kaliteli olsun”

    cevabını veririz bu hanımlara.

    Kadın velilerden Râbiâtü’l-Adeviyye annemiz gibi dindar, takvalı, saliha olanlar zaten inzivaya çekilir, evlerinde otururlar.

    Yüksek tabakadan bir Müslüman hanım, tesettürün farziyetini kabul etmekle birlikte, onu hayatına tatbik edemiyorsa günaha girmiş olur. Maazallah tesettürün farz olduğunu inkâr ederse durum vahimleşir. Başı açık gezen Müslüman hanım ve kızların

    böyle bir vartaya düşmemelerini

    temenni ve niyaz ederim.

    Tesettür, kadınların ve kızların birtakim sosyal, kültürel, sanatla ilgili faaliyetlerden kopmalarına yol açmaz. Nitekim şu anda onbinlerce, yüz binlerce tesettürlü doktor, mühendis, gazeteci, iş sahibi hanım mevcuttur.

    Başörtüsü bir çirkinlik unsuru mudur?

    Hâşâ! Başörtüsü,

    aksine bir güzellik, üstünlük, kibarlık, yükseklik vasıtasıdır.

    Başörtüsü islâmî ve şer’î hürriyetin simgesidir. Bunu terkeden Islâm hanımları bilmeden, farkına varmadan kendilerini hür kadın statüsünden esir ve köle durumuna düşürmüş olurlar.

    Kadınlar için başörtüsü neyse, hür Müslüman erkekler için de camide cemaatle namaz kılmak öyledir.

    Namaz kıldıkları halde cemaate önem vermeyen, camiye gitmeyen Müslüman erkekler kendi irade ve ihtiyarlarıyla hür Müslüman statüsünü terk etmiş, köleliği seçmiş olurlar.

    Nitekim, bugün ülkemizde bilhassa okumuş ve yükselmiş Müslüman tabaka cemaati terkettiği için zillete düşmüşler, kendi öz vatanlarında sömürge yerlisi, parya, ikinci sınıf vatandaş, köle, zenci durumuna düşmüşlerdir.

    Bu yazım birtakım Müslüman hanım ve kızları üzebilir, kendilerinden beni bağışlamalarını istirham ederim. Ümmet-i Muhammed içinde bir kimsenin bu satırları yazması gerekiyordu, vazife bendenize terettüp etmiştir.

    Allah ile ezeldeki ahd ü misaklarına, Resûl-i Kibriya efendimize ettikleri biata sâdık olan bütün Müslüman hanım ve kızların

    öncelikle tesettürün farziyetini kabul etmeleri, sonra bunun terkinin büyük günah olduğunun idraki içinde bulunmaları

    gerekir.

    Her zaman tesettürlü olamayanların hiç olmazsa zaman zaman, dindar halk tabakasına örnek ve model olacak sekilde zarif ve kaliteli başörtüler takınması da gerekir.

    Bugünkü tesettür yasağı ve savaşı,

    hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Islâm ve yüce Şeriat’in lehine sonuçlanacaktır. Hiçbir beşerî güç ve irade Allah’a, Resûlüne, Kur’an’a karşı açtığı savaşı kazanamaz. Hak yücedir ve ondan yüce başka bir şey yoktur.

    Peygamber

    1. Peygamber

    (Salat ve selam olsun O’na)

    İslâm’ın hayata uygulanmasında yahut yaşanmasında en büyük ve güzel örnektir. Allah’ın Resûlü olduğu için bu konuda yüzde yüz başarılı olmuştur.

    2. Kur’an O’nun için

    “Allah’ın Resûlü en güzel örnektir”

    (Ahzab, 21)


    buyurmuştur.

    3. Bütün insanlık O’nun ümmetidir. İman edenler

    “ümmet-i icâbet”,

    henüz iman etmemiş olanlar

    “ümmet-i dâvettir”.

    4. Peygamber’e itaat etmek, emir ve yasaklarını tutmak, sünnetine uymak Müslümanlar için, O’nun ölümünden sonra da vâcibtir.

    5. Peygamber, Allah’ın emri, vahyi, ilhamı ile insanlık için en uygun, beşerî boyutlara muvafık ilahî bir medeniyet kurmuştur.

    6. Peygamber ne getirdiyse, ne söylediyse, ne yaptıysa, neyi emrettiyse, neyi yasakladıysa hep insanların, Müslümanların iyiliği, selâmeti, saâdeti için yapmıştır.

    7. Peygamber, Allah’ın elçisi ve habercisi

    (Resûl ve nebi)

    olduğu, insanlara en güzel örnek ve model olma misyonu ile vazifelendirildiği için Allah tarafından günahlardan ve ayıplardan korunmuştur;

    ismet

    sıfatı

    ile sıfatlıdır.

    8. İlk insandan, Kıyamet’ten önce doğacak son insana kadar gelip, geçmiş gelecek bütün insanlar içinde en akıllı, en firasetli, en hikmetli, en üstün insan Peygamber’dir.

    9. Peygamber hikmetin

    (bilgeliğin)

    canlı sembolüdür.

    10. Peygamber yeryüzüne, insanlığa güvenlik getirmiştir.

    Can, mal, ırz güvenliği.

    11. Peygamberin getirdiği Kitab ve din, yeryüzüne ve insanlığa

    adaletin hâkim olması için

    gönderilmiştir.

    12.

    Peygamber kadınlara en büyük hürmeti göstermiş,

    “Cennet annelerin ayakları altındadır”


    demiştir.

    13. Peygamberin dininde ve sünnetinde para ticareti,

    riba

    kesin olarak yasaktır. Üretim, helâl ticaret tevşik edilmiştir. O,

    “Rızkın onda dokuzu

    (helâl)

    ticarettedir”

    buyurmuşlardır. Başka bir hadîsinde

    “Allah

    (çalışıp çabalayıp helâl)

    kazananları sever”

    demiştir.

    14. Peygamber İslâm’ı, Kur’ân’ı, insanlığı ebedî saâdete kavuşturacak Şeriat’ı tebliğ ederken insanlardan ücret istememiş, fâkirâne yaşamıştır.

    15. Peygamber

    israfı

    (savurganlığı),

    aşırı tüketimi, lüksü, konforu yasaklamıştır. Kur’an,

    Allah’ın israfçıları sevmediğini

    buyuruyor. Peygamber müsrifler

    (israf edenler)

    için

    “Onlar şeytanın çocuklarıdır”

    buyurmuştur.

    16. Peygamber parası, serveti, maddî imkânları olanların bunlarla kibirlenip gururlanmalarını, taşkınlık ve azgınlık yapmalarını, fakirlerle alay edercesine çılgın ve sorumsuz bir hayat sürmelerini yasak etmiş; onları muhtaçlara yardıma, ortahalli bir hayat sürmeye çağırmıştır.

    17. Peygamber yalanı ve insanları aldatmayı yasak etmiştir.

    “Müslümanları aldatan bizden değildir”

    buyurmuştur. İslâm’da, savaş hali dışında hile ve hüd’a yapılamaz.

    18. Peygamber, Allah’tan getirdiği vahiyle ve yine ilahî ilham üzerine kurulu sünnetiyle

    emanetlere riayet edilmesini

    , onlara asla hıyanet edilmemesini emretmiştir. Bütün siyasetler, makamlar, mevkiler, memuriyetler birer emanettir. Bunları ehil olanlara değil de, ehil olmayanlara verenler dünyayı fesada vermiş,

    Hazret-i Muhammed’in getirdiği ilahî nizamın temel bir prensibine hiyanet etmiş olurlar.

    19. Peygamber, insanların, kendisine tâbi olanların bedenî ve ruhî sağlıkları için

    “Tıbb-ı Nebevî”

    denilen prensipleri ortaya koymuştur. Bunlara uyan kimseler hastalıklardan korunur, hasta oldukları takdirde şifa bulurlar. Peygamber

    “Ölümden başka her derdin ilacı ve tedavisi vardır”


    buyurmuştur.

    Tıbb-ı Nebevî’nin birinci maddesi az yemek, sofradan doymadan kalkmaktır.

    20.

    Peygamber en büyük nefs terbiyecisidir.

    Ona tâbi olanlar, O’nun sünnetine uyanlar nefs-i emmarelerini kontrol altına alır ve gerçek insan ve adam olurlar.

    21. Peygamberi dışlamak isteyen, sünnetine uymayı dinin temel bir gereği kabul etmeyen Müslümanlar ya İslâm’ı anlamamış cahil, akılsız, firasetsiz kimselerdir, yahut da kötü niyetli, kalplerinde nifak olan kişilerdir.

    22. Hazret-i Peygamber, İslâm’ı kabul etmeyen Ehl-i Kitab’ın

    (Hıristiyan ve Musevîlerin)

    dinî hürriyetlerini, kendi kimliklerini koruyarak güven içinde yaşamalarına izin ve imkân vermiştir.

    23.

    Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olmuş

    her insan Kelime-i şehâdetin

    birinci cümlesiyle Allah ile ahd ü misak yapmış, ikinci cümlesiyle Peygamber’e biat etmiş olur.

    24. Hazret-i Peygamber’in medeniyeti ve nizamı bir mâlik olma medeniyet ve nizamı değil, bir olmak medeniyeti ve nizamıdır.

    25. Peygamberin getirdiği hukukta cezalandırmak esas değil,

    suç işlenmesini önlemek esastır.

    26. Hakikî ve icazetli din âlimleri, hakikî ve kâmil şeyhler ve mürşidler Peygamberin vârisleri, vekilleri, halifeleri durumundadır. Onlara kulak veren, onların öğütlerini tutan selamet bulur.

    27. Bütün mü’minler ve Müslümanlar Peygamber’in âlidir, geniş âilesinin bir ferdidir. Onun duâlarından, ruhaniyetinden, bereketinden yararlanırlar.

    28. Peygambere itaat etmiş olan Allah’a itaat etmiş olur; Peygamberi seven Allah’ı sevmiş olur;

    Peygamber’in sünnetini hayata uygulayan Allah’ın rızasını ve ebedî saâdeti kazanır.

    29. Peygamber, din konusunda hevası ile kendinden konuşmaz. Kur’an böyle buyuruyor.

    30. Peygamber bir keresinde ordusuyla beraber Mekke ile Medine arasındaki bir yerden geçerken yavrulu bir köpek görmüş, onun başına hemen bir nöbetçi ve koruyucu koymuş,

    “Biz buradan geçinceye kadar bunlara bak ki, insanlar ve hayvanlar onlara bir zarar vermesinler, incitmesinler”

    buyurmuştur. İşte Peygamber’in merhameti, acıması, koruması, güvenlik sağlaması…

    31. Peygamber eşitlik prensibini uygulamıştır. Kureyş kabilesinden

    soylu bir kadın

    hırsızlık yapmış, bazı kimseler onun affını rica etmişlerdi. Peygamber onlara

    “Benim öz kızım Fatıma böyle bir suç işlemiş olsaydı, onun da elini keserdim”

    cevabını vermiştir.

    32. Peygambere uymak, itaat etmek sadece lâfla, edebiyatla, lisanla salavat getirmekle olmaz. O’nun getirdiği Kitabullah’ı, Sünnet’ini yaşamak gerek; O’nun vârisleri ve vekilleri olan ‘âmil ulemanın, kâmil şeyhlerin öğütlerini tutmak gerek.

    Peygamberin ümmeti olmanın alametleri kaal ile değil hal ile anlaşılır.

    33. Peygamber Müslümanlara hitaben

    “Siz birbirinizi sevmedikçe gerçek Müslüman olamazsınız”

    buyuruyor. Birbirleriyle çekişen, birbirlerine düşmanlık eden, birbirlerinin kuyusunu kazan Müslümanlar bu yaptıklarıyla Peygamber’e isyan etmiş oluyorlar.

    34. Peygamber’in getirdiği

    din, bu dünyada dirlik ve düzeni sağlayacak, yeryüzüne güven getirecek

    olan

    “Emr-i mâruf ve nehy-i münker”

    yapılmasını emretmektedir. Peygamber, bu farzı terkeden bir İslâm toplumunun ilahî azaba çarpılacağını söylemiştir.

    35. Dünyada birçok kılavuzluklar

    (hedy)

    vardır.

    Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun, Hitler’in, Mussolini’nin, Kim İl Sung’un, Pol Pot’un, Deccal’ların, Kezzab’ların…

    Hazret-i Muhammed’in hedyini bunlarınkiyle mukayese ediniz, aradaki farkı göreceksiniz.

    İslâm her konuda en doğru, en sağlıklı, en geçerli, en yararlı, en selametli ilkeler ve hükümler koymuştur.

    36. Ne kadar doğru fikir, hüküm, inanç varsa; yine ne kadar iyi amel

    (eylem, aksiyon)

    ve ahlâk kuralları varsa; üçüncü olarak da

    ne kadar güzel şey varsa bunlar İslâm’dadır.

    Bunların zıddı olan yanlışlıklar, sapıklıklar, kötülükler, çirkinlikler İslâm’da yoktur. Bütün bunları Müslümanlığa ve insanlara

    Muhammed aleyhissalatü vesselam

    getirmiştir.

    Kahire Mevlevihânesi

    Roma Üniversitesi restorasyon profesörü G. Fanfoni

    bizim Kültür Bakanlığımıza müracaat etmiş,

    “Sizdeki eski mevlevihânelerden birini restore etmek istiyorum”

    demiş. Kültür Bakanlığımızdaki hikmetsiz bir zat,

    “Biz Mevlevî tekkesini ihyâ ettirmeyiz”

    cevabını vermiş. Halbuki, İtalyan profesöre müsbet bir cevap verilseymiş,

    Kütahya’daki mevlevihâneyi aslına uygun bir şekilde tâmir ettirecekmiş.

    Türklerden ümidini kesen Profesör Fanfoni

    Mısır makamlarıyla anlaşmış ve

    Kahire mevlevihânesini restore etmiş.

    Oradaki mevlevi tekkesi 1966’ya kadar açık kalmış, sonra tekke olarak faaliyeti durmuş, bir ara yaşlı insanlara barınak olmuş, sonra büsbütün harap olmuş.

    Mevleviliği seven İtalyan profesör bütün maharetini göstererek Kahire mevlevihânesini mükemmelen tâmir ve ihya eylemiş.

    29 Haziran’da

    Nezih Uzel

    bey dostumuz, bir grup semâzen ve mutriban ile Kahire’ye gittiler.

    Oradaki opera binasında bir mevlevî âyini icra edilmiş.

    Âyin-i şerif büyük ilgi görmüş,

    1050 bilet satılmış

    , salon hınca hınç dolmuş. Daha sonra basında sitâyişkâr yazılar çıkmış. Nezih Bey vasıtasıyla Kahire mevlevihânesine bir

    “Edeb Yahu”

    levhası gönderdim. Bizden de orada bir bergüzar bulunsun.

    Heyette

    Hâfız Kâni Karaca

    da varmış. Beyatî âyini icra edilmiş. Nezih Bey, tekkeye Hulusî beyin yazısından silkelenmiş bir

    “Yâ Hazret-i Mevlânâ”

    levhası, bir kazan, bir şeyh postu götürmüş. Türk mevlevileri daha sonra bir de İskenderiye’de Mevlevî âyini icra etmişler.

    Mevlevilik yüksek İslâm tarikatlarındandır. Şeriat’a uygundur.

    Tabiî

    İbn Teymiyyecilere, Vehhabîlere, tasavvuf düşmanı selefilere

    sorarsanız, onlar Mevleviliği ve Mevlevileri İslâm dışı görürler. Onlara bakmamak lâzım. Bugün, bütün İslâm âlemi ve insanlık

    Mevlânâ Celâlüddin Rûmî

    kaddesallahü sırrehüssami efendimiz hazretlerinin mânevî irşadına muhtaçtır.

    Bu büyük veli Resûlullah efendimizin temsilcilerindendir. Onun açtığı muhabbet çığırı, birbirleriyle kavga eden Müslümanları uzlaştıracak bir yoldur. Mısır devletinin anayasasında

    “Devletin dini İslâm’dır”

    diye yazılı ama o kardeş ülkede

    İslâmcılar ile devlet savaş halindedir

    .

    İslâm’a ve Müslümanlara zarar veren bu savaş İbn Teymiyye’nin, Muhammed ibn Abdülvehhab’ın, selefî ve aktivist İslâmcıların, terörü maksada ulaşmak için bir vasıta olarak kabul eden vurucu kırıcıların metodlarıyla sona erdirilemez.

    Hazret-i Mevlânâ, Muhyiddin ibn Arabî gibi İslâm büyüklerinin yumuşak metodu ile Müslümanlar barışabilir, orta yolu bulabilir, Muhammedî hakikatın nuruyla aydınlanabilir, insanlığa örnek olabilir.

    Müslüman Tekfir Edilemez

    Kelime-i Şehâdet getiren ve ehl-i kıble olan herkes Müslümandır. Ehl-i Sünnet Müslümanları içinde çeşitlilik vardır. Mezheb, meşreb, tarikat, görüş, tasavvufî zevk yüzünden hiçbir Müslüman tekfir edilemez

    (küfürle suçlanamaz, kâfir olduğu iddia edilemez).

    Muhyiddin ibn Arabî

    büyük bir Müslümandır. Ünlü bir İslâm âlimi olan

    Aliyyü’l-Kaarî İbn Arabî’yi tenkit eden bir kitap yazmıştır.

    Böyle çatışmaları normal kabul etmek gerekir.

    Muhtelefün fih olan konularda kimse kimseyi sapıklıkla, dinden çıkmakla suçlamasın..

    Bazı tasavvuf erbabından Şeriat’a aykırı bazı sözler ve fiiller zuhur etmiştir. Bunlar elbette yanlıştır. Ancak bunlar yüzünden önüne gelen herkes hodbehod küfür ve dalâlet fetvaları vermeye kalkışmamalıdır.

    Bir Müslümanın dinden çıktığına dair geçerli fetva ve mahkeme-i şer’iyye ilamı olmadan, hiç kimse onun kâfir olduğunu iddia edemez.

    Mutaassıp İbn Teymiyyecilere kalsa, dünyadaki Müslümanların sayısı pek az olur.

    Çünkü onlar kendileri gibi düşünmeyen, İslâm’ı kendileri gibi yorumlamayan herkese kolayca müşrik ve kâfir damgasını vururlar. Hele

    Vehhabîlere

    göre, Müslümanların sayısı daha da azdır.

    Osmanlı devleti zamanında

    Kadızâdeliler tâifesi

    zuhur etmişti. Onlar da, kendi meşreblerinden olmayan Müslümanları şiddetle tenkit, hattâ bazen tekfir etmişlerdir. Kadızâdeliler de elbette Müslümandır ama onların tenkid ettikleri kimseler de Müslümandır. Müslümanlık hiçbir mezhebin, parçanın, meşrebin, tarikatın dar sınırları içine hapsedilemez.

    Hazret-i Mevlânâ Celalüddin Rûmî

    zamanında Konya’nın zâhir ulemasından nice zat, o büyük veliyi hor görmüş, şiddetle tenkit etmişlerdi. Bu aşırı tenkitler o hazretin şan u şerefini eksiltmez.

    O, yedi asır öteden İslâm’a hâlâ hizmet etmektedir.

    İbn Arabî de öyledir.

    O hazret de, kabir âleminden Tevhid dâveti yapmakta, nice gayr-i müslimin hidâyetine vesile olmaktadır. İslâm’da mezheb, meşreb, tarikat konusunda zorlama yoktur. Başka meşrebten diye Müslüman kardeşini dışlamak, ona düşman olmak, onu Müslümanlar defterinden silmek ayıptır, günahtır. Fetva vermek selâhiyetine sahip ehliyetli ve icazetli gerçek müftü olmayanların, tenkit ettikleri Müslümanları tekfir etmeye hakları yoktur.

    En büyük tehlike Müslümanların birbirine düşmanlık etmeleri, birbirlerini tekfir etmeleridir.

    Bu yolu da maalesef

    İbn Teymiyye

    ve

    Muhammed ibn Abdülvehhab

    gibi

    gulüvve sapmış mutaassıp kimseler

    açmıştır. Zamanımızda

    neo-haricî

    diyebileceğimiz sert, aşırı, militan, fanatik, meşreb taassubuna batmış insanlar ve tâifeler zuhur etmiştir. Bunlar kendileri gibi olmayan Müslümanları dilleri ve kalemleri ile yaralamakta, onlara eza ve cefa etmektedir.

    Müslümanlar, kendi içlerindeki meşrû çeşitliliği kabul etmeli ve çeşitlilik içinde bir vahdet meydana getirmelidir.

    Bu vahdet, her gün beş vakit namazda camilerde toplanıp cemaat olmakla gerçekleştirilebilir.

    Ümmet-i Muhammed asla bir mezhep veya tarikatta birleşemez.

    Hadîs-i şerifte

    “Ümmetimin çeşitliliği geniş bir rahmettir”

    buyurulmaktadır. Çeşitli Müslümanlar, Ezan-ı Muhammedî okununca camilerde toplanıp Allah’a cemaat halinde ibadet etmek sûretiyle özlenen birlik yolunu açmış olurlar.

    “Ben iyi Müslümanım, benim tarikatim veya cemaatim iyidir” gibi iddialar ve övünmeler sübjektiftir. Böyle kendi kendini medihlerin kıymeti yoktur. Bunlar maazallah insanı gurura, kibre götürür.

    Asıl fazilet, düşmanın, karşıtların kabul ettiği fazilettir.

    Herkes kendi mezhebinde, meşrebinde, tarikatında hayırlı ameller, güzel işler, hasenat yapmaya çalışsın. Öteki Müslümanlara saldırmasın, meşreb ayrılığı yüzünden onları incitmesin.

    Müslümanların birleşmesini isteyen, onları kendi tarikatına veya hizbine dâvet edip durmasın, Ezan-ı Muhammedî okununca camiye gitsin, cemaat olsun, orada birleşsin.

    Hazret-i Mevlana

    Mevlana Celalüddin Rûmî hazretleri

    (Allah yüce sırrını takdis etsin)

    bu ülke ve bu millet için ne büyük bir nimettir. Yazık ki, böyle nimetlerin kadr ü kıymeti hakkıyla bilinmiyor. Mevlana kimdir, kısaca arzetmek isterim.

    Evvelâ o bir Allah eridir.

    İnsanları Allah’a hakkıyla inanmaya, Allah yoluna girmeye çağırır. O’nu seven, O’na bağlanan, O’nu taklid eden iman nurlarıyla aydınlanır, ebedî saadete nail olur.

    İkinci olarak O, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir halifesi ve vekilidir.

    Resûlullah’ın dinini, Şeriatını, sünnetini, âdâbını yaşar ve öğretir.

    Üçüncü olarak O, en geniş yorumuyla evrensel İslâm’ın temsilcisidir.

    O’na Yahudi de hayran kalır, Hıristiyan da.

    Mevlana gönül adamıdır, muhabbet fedaisidir; O’nda kin, gurur, kibir, husumet yoktur. O aşk, muhabbet, şevk, neş’e deryasıdır.

    Kim demiş ki, Mevlana Şeriat’a bağlı değildir. O önce Şeriat adamıdır.

    Şeriatsız tasavvuf mu olur, tarikat mı olur, kemal mi olur?

    Mevlana Peygamber’in, Ashabın, Ehl-i Sünnet imamlarının itikadı üzere idi.

    Beş vakit namazı dikkatle ve dosdoğru eda ettiği gibi, gecelerini nafile ibadetlerle feyizlendirirdi. O orucu tutar, zekatı verirdi. Uyanıklığında da, uykusunda da kalbi Allah zikri ile meşgul olurdu.

    Mevlana sadece insanları sevmekle kalmaz, merhameti ve muhabbeti hayvanları bile gölgelendirirdi. Bir keresinde kendisini boğazlayacak kasapların elinden kaçan bir öküz O’na sığınmıştı da, sahiplerine rica edip onu kesilmekten kurtarmıştı.

    Mevlana ahlâk, fazilet, edeb, hikmet doluydu.

    Güneş gibiydi, çevresini etrafını aydınlatırdı. Hâlâ da aydınlatmaktadır. Yetmiş iki millete mensup nice kişi, O’nun irşadıyla, kabir ötesinden bu günlere uzanan tasarrufuyla hidayet bulmuş, Allah’ın dini, Muhammed aleyhissalatü vesselam sünneti ile şereflenmiştir.

    İstanbul’da,

    60’lı yıllarda vefat etmiş Yaman Dede

    isminde gönül ehli bir zat vardı.

    Bu kişi Ortodoks Rum milletinden iken, Hazret-i Mevlana’nın mânevî yardımıyla Müslüman olmuştu.

    Eski ismi

    Diyamandi

    idi.

    Rum liselerinde edebiyat-ı Osmaniye okuturmuş,

    avukatlığı da vardı.

    İyi Türkçe bilirdi, Arapçası, Farsçası da vardı.

    Türkçe nefis tasavvufî şiirler nazmetmiştir.

    60’lı yılların başlarında

    Konyalı Dr. Ali Kemal Belviranlı, Dişçi Nuri, Fevzi Özçimi

    beylerle onun ziyaretine gitmiştik.

    “Teşrif nereden?”

    diye sormuştu.

    “Konya’dan”

    cevabını alınca ağlamaya başlamış,

    “Bana Hazret-i Pîr’in kokusunu getirdiniz”

    demişti.

    Bugünün ruhsuz aydınları, kötü eğitimle vicdanları dumura uğratılmak istenen gençleri Mevlana’ya o kadar muhtaçlar ki.

    Mevlevî tarikatı ilim, irfan, hikmet, mürüvvet, aşk, muhabbet, şevk, neş’e ve coşkunluk üzerine kurulu yüce bir yoldur

    . Türkiye şimdi bu meşrebin; bu neş’enin eksikliği yüzünden buhrandan buhrana düşmekte, içi ateş dolu bir uçurumun kenarında bulunmaktadır.

    Mevlevilik ve diğer turuk-i aliyye kaldırılır ise elbette toplum bozulur, ülke karanlıklara gömülür.

    Ahlâk, fazilet, edeb, hikmet kalmadı diyorlar.

    Mevlevilik, Nakşilik, Bektaşilik, Kadirilik, Rufailik ve diğer tarikatlar olmadan ilim, irfan, kemal, fazilet, hikmet, edeb olur mu?

    Mevlevilik bir medeniyet, yüksek kültür ocağıydı

    . Bilgi ve inancın doğrusu, aksiyonun iyisi, estetiğin en yükseği hazret-i Monla-i Rûm’un dergahlarındaydı.

    O dergahlar nice padişahları, sultanları bile terbiye etmişlerdi. Onlar gitti hayatın tadı tuzu kalmadı.

    Yüzeyde kalmış, zahirden batına gidememiş, sert, haşin, kırıcı; mezhep, meşreb, tarikat taassubu ile ufukları daralmış, sekter zihniyetli,

    kimisi neo-haricî, kimisi cemaatini din ile özdeşleştiren İslâmcılar

    insanları İslâm’a çağıracak cazibeden, güçten, halavetten mahrumlar.

    Bu iş Mevlana gibi gönül erlerinin, gerçek büyüklerin, Resûlün hakikî halife ve vekillerinin işidir.

    O sokakta kendisine bir şey soran bir fahişeye bile

    ‘Kızım”

    diyerek şefkatle ve merhametle muamele etmişti de o zavallı kadının kurtuluşuna vesile olmuştu.

    Mağrurlar, kibirliler, kendini beğenmişler, dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar, karpuz gibi dışları yeşil, içleri kıpkızıl olanlar, harbî ve saldırgan kâfirlere karşı yumuşak, kendi meşreblerinden olmayan mü’minlere karşı yavuz ve şiddetli olanlar, küçük dağları biz yarattık diyenler İslâm’ı temsil edebilirler mi? Onlar hizmet ediyoruz diye bir sürü hezimete sebebiyet verirler.

    Mevlana ihlas ve istikamet kahramanıydı. İbadetle, riyazetle, hikmetle, büyük cihadla, ilimle, irfanla, aşku muhabbetle, neş’e ve şevkle, ihlasla kemal zirvesine çıkmıştı. Asrının kutbuydu. Parada pulda, zenginlikte, malda mülkte, riyasette, şöhrette, halkın alkış ve itibarında gözü yoktu. Bu sayede maneviyat aleminin sultanı olmuştu.

    Birtakım sürüngenler O’nu kendi ideolojilerine alet etmek, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm hümanizması türetmek için vasıta kılmak istiyorlar. Bunlar ne soytarı adamlardır. Mevlana

    “Ben, şu tenimde can oldukça Kur’an’ın bendesiyim”

    diyerek onları asırlarca önce tekzip ve reddetmiştir.

    Sahih itikad yok, namaz yok, oruç yok, zekat yok, Şeriata uymak yok, sünnetlere tabi olmak yok ve sonra adam Mevlevi imiş. Yahu Mevlevilik o kadar ucuz ve kolay mı?

    Çilesiz Mevlevilik olmaz.

    Mevlevî dervişi olabilmek için dergahın mutfağında binbir gün ve gece çile doldurmak gerekirdi. Nefsini dizginlemeyene Mevlevî denilebilir mi?

    Mevlevî sövene dilsiz, dövene elsizdir.

    O, kötülükleri iyilikle defeder. Mevlevî edeb, nezaket, ahlâk, fazilet nurları saçar. Sabırlıdır, affeder, cahillerin kusuruna bakmaz.

    Şu anda Türkiye’de olmaz ama maddî imkâna sahip olsam, ileri ve medenî ülkelerden birinde bir Mevlevî tekkesi kursam diyorum. Elbette bir yerden bir şeyh gelir, birkaç dervişle işe başlanır. Dünya dedikodusu edilmez, faydasız kelamlar söylenmez. Namaz kılınır, muayyen zamanlarda sema ve zikir yapılır. Sonra bol bol tebessüm, muhabbet, aşk, şevk ve neş’e olur. Gerçeği arayan ve nasibi olanlar bu kapıdan geçerek hidayet bulur. İnsanlık buna o kadar muhtaç ki.

    Kurtarıcı öğütler

    Hocazâde

    Ahmed Hilmi bey

    merhumun

    “Hadîkatü’l-Evliya”

    adlı eserini okurken,

    Nakşibendî

    büyüklerini anlattığı kısımda

    Abdülhâliq Gucdüvânî

    hazretlerinin oğluna verdiği şu nasihatlar dikkatimi çekti ve bunları siz muhterem okuyucularıma nakletmeyi uygun gördüm.

    Büyük mürşid, oğluna ve dolayısıyle biz bütün Müslümanlara şöyle öğüt veriyor:


    “Ey oğlum! Sana nasihatim şudur ki,

    ilim ve edeb öğren;

    senden önce yaşamış büyüklerin eserlerini oku;

    takva ile muttasıf ol; ehl-i sünnet ve cemaat yolundan git; beş vakit namazı cemaat ile kıl;

    fıkıh, hadîs ve tefsir ilimlerini öğren;

    câhillerden uzak dur; sana şöhret getirecek işlere bulaşma;

    az ye, az uyu, az konuş;

    yabancı kadınlarla sohbet etme;

    gayretini dünyayı kazanmak için sarf etme; çok ağla, az gül, gülerken de kahkaha ile gülme;

    halka elinden geldiği kadar ve can u gönülden hizmet et;

    hakikî şeyhleri, kâmil mürşidleri canından kıymetli bil ve sakın onları red ve inkâr etme; kalben daima mahzun ol.

    Sana gerektir ki, vücudun zayıf ve nahif, gözlerin yaşlı, amelin hâlis, duân huşû ve tazarru ile olsun; elbiselerin eski, arkadaşın fakir, işlerinin özü ibâdet, hânen mescid, kalbin zâkir, lisanın şâkir, munisin ve yoldaşın zikr ve dostun fikr olsun.”


    Hâce Abdülhâliq Gucdüvânî hazretleri

    hem Şeriat ilimlerinde, hem de tarikat ve tasavvuf kültüründe çok yüksek bir makamda bulunan ve Resûlullah efendimizin

    (Salat ve selam olsun ona)

    vekili ve halifesi derecesine yükselmiş bulunan bir büyüğümüzdür. Bakınız bu yüce zat nasıl nasihat ediyor.

    Öğütlerini dikkatle mütalaa edelim ve bunları kendi hayatımıza tatbik için olanca gayretimizle çalışalım.

    Hakikî şeyhler, kâmil mürşidler,

    rabbanî ve ‘âmil âlimler Müslümanlardan para toplamazlar, ücret istemezler.

    Onlar, kendilerine kulak verenleri tashih-i itikada, beş vakit namaz kılmaya, cemaate devama, ahlâklı ve edebli olmaya, ilim ve irfan sahibi olmaya, gurur ve kibirden kaçınmaya, dünya ihtiraslarına ve şehvetlerine kapılmamaya çağırırlar.

    Bağlılarını ve müridlerini bu gibi hayırlı ve faydalı şeylere çağırmayıp da, onları boş işlerle oyalayanların rehberliğinden ve kılavuzluğundan hayır ve fayda gelmez. Çok yiyen, çok uyuyan, çok konuşan kişiler Müslümanlara örnek olamaz.

    Müslümanları kaz gibi yolan, inek gibi sağan kişilerin reçeteleriyle bu Ümmet kurtulamaz.

    Peygamber yolundan gidenlerin, Sünnet-i Resûlullah’a uyanların

    Nemrud, Firavun, Neron ziyafetleri gibi ziyafetler vermesi

    mümkün bir şey değildir. İslâm dininin temel hükümlerini Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretleri nas ile koymuştur. Peygamber aleyhissalatü vesselam da, Allah’ın Elçisi sıfatıyla bunları yorumlamış ve açıklamıştır. Şeyh ve hoca geçinen hiç kimsenin mevrid-i nasta ictihad yapmaya, İslâm’a aykırı fetva ve ruhsatlar vermeye selâhiyeti yoktur.

    Hakikî şeyhler ve âlimler, ameliyata

    (uygulamaya)

    ait işlerde Müslümanlara örnek olmaya mecburdur. Bu işlerin başı da

    beş vakit

    namazdır. Bunların da camilerde cemaatle kılınması gerekir. Taraftar ve para toplama hususunda, kâzip şöhretlere tâlip olma konusunda büyük bir gayret gösteren birtakım adamların cemaatle namaz kılmak mevzuunda Müslümanlara örnek olmamaları esef ve üzüntü veren bir ihmal ve gaflet değil midir? Müslümanlar kendilerini kurtarmak, dünyada izzet, âhırette saâdet bulmak istiyorlarsa Kitabullah’a, Sünnet’e, Sâlih Seleflerin nasihatlerine uysunlar.

    Aşırılıklar

    Doktor

    Haluk Nûr Baki,

    “Sonsuz Nur”

    adlı eserinin

    (İstanbul, 1960)

    122’nci sayfasında şöyle diyor:

    “…hangi âlim, hangi kitap ne yazarsa yazsın Muaviye dahil bütün Emeviler haindir. Muaviyenin ashablıkla hiçbir ilgisi yoktur.”

    121’inci sayfada şöyle diyor:

    “…mel’un-zâde Yezid…”, “…mel’un oğlu mel’un Yezid…”

    Nur Baki

    aynı sayfada iki kere Hz. Muaviye için mel’un sıfatını kullanmaktadır.

    Son devirde Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu büyük din âlimi

    Ömer Nasuhi Bilmen,

    “Müslümanların Ashab-ı Kiram Hakkındaki Nezih İtikadları”

    adlı eserinde

    Hazret-i Muaviye’ye yapılan iftira

    ve hakaretleri cevaplandırmakta,

    onun ashabtan olduğunu, Hazret-i Ali ile olan ihtilâfının bir ictihad meselesi olarak mütalaa edilmesi ve kendisine lisanla ve kalemle tecavüz edilmemesi gerektiğini bildirmektedir.

    Bir ehl-i sünnet Müslümanına,

    Hazret-i Muaviye için mel’un demek

    yakışmaz.

    Bütün Emevilere sövüp saymak, onların hepsini aynı kefeye koymak da insafa, adalete, ahlâka uygun düşmez.

    Emevî halifesi Ömer ibn Abdülaziz hazretleri sâlih, âbid, muttaki, munsif bir zattı.

    Kendisini hulefâ-i râşidîn listesine koyan zatlar vardır.

    İslâm, Müslümanlara

    orta yolu tavsiye

    eder. Biz elbette

    Hazret-i Ali kerremallahu vecheh efendimizi Hz. Muaviye’den üstün görürüz.

    Hazret-i Hüseyin radiyallahu anh efendimize yapılan hıyânetleri kesinlikle takbih ederiz.

    Ancak itidalden ve adaletten ayrılmayız.

    Nice mel’anet yapan Yezid ile Hz. Muaviye’yi bir görmek doğru değildir.

    İslâm, oğlun suçundan dolayı babanın cezalandırılmasına, tahkir edilmesine cevaz vermez.

    Dr. Nur Baki, din âlimi değil, tıb doktoru idi.

    Bir ara 60’lı yıllarda, islâmî safı terk etmiş, din düşmanı

    İsmet Paşa’nın partisine girmiş, CHP’den milletvekili seçilmiştir.

    Müslümanların dinî konularda aşırılıklardan kaçınmaları, ihtilaflı konularda

    gerçek din âlimlerine

    tâbi olmaları gerekir.

    Dâvet

    Gayr-i müslimleri İslâm’a çekmek, onları hidâyete dâvet etmek ancak güler yüzle, yumuşaklıkla, keremle, mürüvvetle olur. İslâm’a çağırılacak erkek ve kadınlara

    “Bre dinsizler, bre kâfirler, bre necisler!..”

    diye hitap etmek onların hidâyet yollarını tıkamak olmaz mı? Küfür ve kâfir elbette tahkire layıktır. Onlara, küfür ve kâfir olarak tâzim edilemez. Lakin,

    dâvetin metodu, usûlü, edebi, erkânı vardır.

    Bütün gayr-i müslimler, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar Resûlullah efendimizin

    Ümmet-i dâvetidir.

    Onları İslâm’a

    güzellikle, sevgiyle, ihsanla, keremle çağırmak gerekir.

    Bırakınız gayr-i müslimlere yumuşak davranmak, kendi meşreblerinden olmayan din ve iman kardeşlerine karşı kırıcı hareket eden, onları dışlayan, mü’mine düşmanlık eden, Müslümana kin besleyen sert, öfkeli, kalp kırıcı, asık suratlı, hor görücü adamlar, biraz bilgi sahibi olsalar da İslâm’ı temsil edemezler.

    İslâm her şeyden önce muhabbet dinidir.

    1952.. İşkenceler..

    YIL 1952, Sabataycı gazeteci

    Ahmed Emin Yalman

    Malatya’da bir suikasde uğramış, yaralanmış, fakat ölmemiştir.

    O zamanki

    Demokrat Parti iktidarı

    bu hadiseyi fırsat bilerek bütün memleket sathında görülmemiş bir tedhiş

    (dehşet verme)

    faaliyetine girişir. Bir takım tanınmayan kimselerden ve gençlerden başka

    Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atilhan, Mustafa Bağışlayıcı

    gibi Müslüman yazarlar ve fikir adamları da tutuklanır.

    Bendeniz o tarihte

    Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi

    ‘nde öğrenciydim, yapılan çılgınlıkları, zulümleri, terörü biliyorum, daha sonra da, işin içinde olanlardan çok şeyler dinledim.

    Ahmed Emin Yalman hadisesi

    dolayısıyla tutuklananlardan biri de

    Mustafa Cemal Bayındır

    idi. Bu zat, 1989’da basılmış

    «Zulmün Pençesi, İmanın Sesi ve Mahkûmiyetin Böylesi – Yaşanmış Gerçekler»

    adlı 237 sayfalık kitabının 59’uncu sayfasında bakınız neler yazıyor:

    “Malatya Savcı Yardımcısı Saim Polat

    bizzat kendisi bana ‘Söyle, söyle’ diyor, ben

    ‘Bir şey bilmiyorum, ne söyleyeyim?’

    cevabını verince

    ‘Biz söyletmesini biliriz’

    diye beni tehdit ettikten başka, sorguyu müteakip Sümer karakolunu boyladık. Malatya merkez Emniyet Sümer karakolu mahzenindeki

    döğülme odasının giriş kapısı üzerinde «BURADA ALLAH YOKTUR!» ibaresi yazılıdır.

    Tabiî bu 1959’un panaroması, şimdi

    (1989)

    şu anda bu yazının durup durmadığını bilmiyorum. Bu odadan içeri atılanın vay haline. İşte buraya giren arkadaşlarımız gaddarca döğülerek çok acı çekmişlerdir, acıklı ve acınacak hallere mâruz kalmışlardır, kendilerine yapılanlardan birkaç nümune zikredeceğiz:

    İçerisinde tel demeti bulunan lastik coplarla

    vura vura altlı üstlü bir kütük gibi şişen ayakları, tabanda göllendirilen tuzlu suda bir müddet bekletip yürüttükten sonra -tabiî yürüyebilirlerse- yeniden dövme faslına başlamak için biraz ara verilir, tekrar yoruluncaya kadar vurulur. Arkadaşımız Kadir Evcil’in göbeğine bir polisin tabancayı dayaması tüyler ürpertici bir manzaraydı, bundan hepimiz çok irkilip korkmuştuk, maddî varlığımızı unuttuğumuz gibi maneviyatımız da büsbütün sıfıra inmişti. Zebaniler tarafından çektirilen cehennem azabını daha bu dünyada iken tatmıştık. Arkadaşlarımızdan

    Abdülkadir Akçiçek

    dövülürken

    ‘Allah’ diye bağırıyordu. Polisler ‘Allah uçakla Ankara’ya gitti, çağır çağır da gelsin, seni kurtarsın’

    diyorlardı. İşte böyle Firavunlar devrine rahmet okutan zulüm ve işkenceleri bizlere reva gördüler.”

    Merhum

    Abdülkadir Akçiçek

    zayıf, nahif, nazik bir insandı. Zavallının merhametsizce döğülecek hali ve canı mı vardı?

    Cevat Rıfat’ı

    İstanbul’da tutuklamışlar, trenle Malatya’ya götürecekler, kelepçe takmaya kalkmışlar,

    “Ben İstiklâl savaşı gazisiyim, kelepçe taktırmam, zorla takarsanız başımı trenin camlarına vura vura canıma kıyarım”


    demiş de ondan sonra takmamışlar.

    Adnan Menderes

    bu zulümleri yaptırtacak derecede merhametsiz de değildi ama

    Celâl Bayar’ın tesiri altında kalmıştı.

    Menderes Malatya hadisesinden sonra, biri Yeşilköy hava alanında olmak üzere iki basın toplantısı yapmış,

    Müslüman basını kasdederek

    “Kara basının adedi otuz üçtü, 22’sini kapattık, gerisini kapatacağız”

    demişti.

    Bindiği dalı kestiğinin farkında değildi.

    1959 yılı gelince azgın ve militan solcular, muhalifler iktidarını sarsmaya başlayınca birkaç milliyetçi zata telefon etmiş,

    “Bizi niçin desteklemiyorsunuz?”


    meâlinde serzenişte bulunmuştu. Onlar da,

    “Beyefendi bizde imkân bırakmadınız ki…”

    cevabını vermişlerdi.

    O tarihte, merkezi İstanbul’da bulunan

    Milliyetçiler Derneği

    yurt çapında büyük alâka görüyor, her yerde şubeler açıyor, taraftarlar buluyordu.

    Ahmet Emin Yalman

    Vatan’daki bir makalesinde

    “Bunlar bugün dernek adıyla faaliyette bulunuyor, yarın siyasî parti haline gelirlerse ne yapacaksınız?”

    diye Menderes’in ve Demokrat Parti kodamanlarının vehimlerini tahrik ediyordu.

    Menderes ve şürekâsı Milliyetçiler Derneği’ni de kapattırmıştı.

    Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasından sonra ülke çapında bir Müslüman ve milliyetçi avı başlatılmıştı.

    Evler basılıyor, birkaç dinî kitap ve dergi bulununca sahibi yaka paça götürülüyordu.

    Korkularından nice Müslüman ellerindeki dinî gazete kolleksiyonlarını, İslâmî kitapları atmışlar, toprağa gömmüşler, yakmışlardı.

    Bu hadiselerin canlı şahitleri aramızdadır. Allah kendilerine uzun ömürler versin, mutlaka hatıralarını yazmalıdırlar.

    İşkence edilmemek insanların temel haklarındandır.

    Hem uluslararası temel ve evrensel metinler, hem anayasamız, hem de kanunlar işkenceyi yasaklamaktadır. Lâkin bu yasak lafta kalıyor.

    Ben polise, kolluk kuvvetlerine karşı değilim. Lâkin işkenceye şiddetle karşıyım.

    İşkence ile alınan ifadenin hiçbir kıymeti yoktur.

    Adamı soyacaksın,

    cinsel uzuvlarına elektrik vereceksin, döve döve kemiklerini kıracaksın ve sonra ağzından suçlu olduğuna dair beyan ve ifade alacaksın.

    Böyle şey olur mu?

    Medeniyet, fen, teknik, ilim, uzmanlık çok ilerlemiştir. Bir sigara külü, maktülün tırnakları arasındaki mikroskopik deri parçaları, bir saç kılı, mektup pulundaki tükrük izi bile bir katili, bir suçluyu ele verebiliyor. Yeter ki, bu sahalarda uzmanlaşmış elemanlar olsun, laboratuvar çalışmaları yapılsın.

    Bunca imkân varken niçin sanıklara işkence ve vahşet uygulanıyor?

    Zavallı sanık dayağın, işkencenin, vahşetin ve zulmün acısına dayanamıyor ve canını kurtarmak için

    “Ne istiyorsanız yazın, imzalayacağım”

    diyor. Böylece itiraf etmiş oluyor.

    Bir hukuk devletinde işkence olmaz, dayakla ifade alınmaz.

    Bir hukuk devletinde yargısız infaz olmaz. Maalesef yakın tarihimizde

    binlerce yargısız infaz

    yapılmıştır. Elli küsur yıl kadar önce de, doğu sınırlarımızda otuz vatandaş mahkemesiz, araştırmasız kurşuna dizilmişti. Adam

    “sorgulanırken”

    dayağın şiddeti yüzünden ölüyor, cesedini pencereden atıyorlar ve

    “İntihar etti”

    diyorlar.

    Elbette suçlular vardır, elbette ifadeleri alınacak ve mahkûm olmaları sağlanacaktır. Ancak

    her sanık suçlu değildir, nice mâsum ve bigünah vatandaşa da işkence yapılmıştır.

    Allah milletimize, memleketimize, devletimize selâmet versin. İdarecilerimize akıllar, fikirler ihsan buyursun.

    Ahlâklı, fedakâr, cefakâr, kanunlara hürmetkâr polislerimize bir şey dediğim yoktur. Onların çektiklerini bilmiyor değilim.

    Ülkenin dirliği düzeni, âsâyişin sağlanması için niceleri can verip şehid olmuştur.

    Cenab-ı Hak yardımcıları olsun. Merhametsizlerin ve işkencecilerin islahları için duâ ediyorum.

    Riyâset Hırsı

    Merhum

    Adanalı Sami Efendi Hazretlerinin

    , bir sohbetlerinde,

    “Riyaset

    (başkanlık)


    hırsı, cinsî şehvetten üç yüz altmış kere şiddetli bir hırstır”

    şeklinde konuştuğunu yıllar önce duymuştum.

    Eskiden bu hırsa,

    hubb-i riyaset

    denilirdi. Yüce İslâm dini ve Şeriatı riyasete tâlip olmayı

    haram

    kılmıştır. Kendisi tâlip olmadığı halde matlub

    (istenen)

    durumunda bulunanlar için iki şık vardır.

    Başkanlığı ehil değilse, matlub olsa bile kabul etmesi haramdır. Ehil ise kabul edebilir.

    İslâmî riyaset ateşten bir gömlektir.

    Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin efendilerimiz şehid edilmişlerdir.

    Nice sultan ve padişah cellad elinde can vermiştir.

    Nefs-i emmâre sahibi düşük ve bayağı kimseler riyaseti dünya saltanatı, servet, zevk u sefa, şaşaalı köşk ve yalılarda oturmak, lüks limuzinlere binmek, özel uçaklarda seyahat etmek, lüks yemekler yemek, lüks elbiseler giymek, etraflarının alkış ve senalarına mazhar olmak velhasıl nefs-i emmarelerini tatmin etmek için isterler.

    Bunlar zâhiren Müslüman görünseler de,

    mecazî mânada şirk ehli beyinsizlerdir.

    Böyle adamlardan Ümmet-i Muhammed’e, İslâm dâvasına hayır gelmez. Bu türlü muhterisler

    (hırslı kişiler)

    beş kuruşluk hayır ederlerse, beş liralık da zarara sebebiyet verirler.

    Zavallı Adnan Menderes,

    bir gece baskınıyla yakalanıp Marmara’daki

    Yassıada’ya

    tıkıldıktan sonra, asılmadan bir müddet evvel

    “İktidar ateşten bir gömlekmiş”

    diyerek riyasetin ne yaman bir yük olduğunu ifade etmiştir.

    Feci şekilde can verdi.

    Halbuki milletin çoğunluğunun desteğini almış, tek başına iktidar olmuştu. Allah taksiratını affeylesin ve rahmeti ile muamele buyursun.

    Bazı Müslüman düşünürler ve yazarlar İslâmî riyaset konusunda saçma sapan ve gülünç görüş ve fikirlere sahipler. Bunlardan biri, 70’li yıllarda yayınladığı bir kitapta,

    “Halife adayları seçimlerden önce propagandalarını yaparlar, halktan oy dilerler”

    şeklinde garip bir cümle yazmıştı. Yahu, Ümmet-i Muhammed’e başkan olacak, Resûlullah Efendimizin vekili ve temsilcisi sıfatını taşıyacak bir kimse halk yığınlarının karşısına çıkıp da

    “Oyunuzu bana verin…”

    şeklinde propagandalar yapabilir mi?

    Papalar, patrikler, Dalay Lama’lar, Hahambaşıları, Mason üstad-ı âzamları böyle mi seçiliyor?

    İçinde başkanlık muhabbeti ve hırsı bulunan kimse başkanlığa asla ehil ve layık olamaz.

    Müslümanlara başkan olacak kimse nefs derecelerinin yüksek makamına çıkmış, dünya hırslarından kurtulmuş, İslâmî hikmete sahip bir kimse olmalıdır.

    Müslümanlara başkan olacak kişide şu şartlar ve hasletler bulunmalıdır:

    1. Şeriatı bilecek ve ona uyacaktır.

    2. Tasavvuf ve tarikat tarafı olacaktır.

    3. İslâmî ve genel kültüre sahip olacaktır.

    4. Dindar, afif (iffetli) sabırlı, mürüvvetli, âdil, kerim, hikmetli, ihlaslı, istikametli, insaflı, uzakgörüşlü olacaktır.

    5. Sadece dostlarının değil, düşmanlarının bile güvenini, itimadını kazanmış bir şahsiyet olacaktır.

    6. Ne kendisi yiyecek, ne de etrafındakilere yedirtecektir.

    7. Asla yalan söylemeyecek, asla emanete hıyanet etmeyecek, asla vaadinden dönmeyecektir.

    8. Ehliyetli ve layık danışmanları olacak, istişare ile iş görecektir.

    9. İlahî ilhamlara nail, ruhanilerin yardımına mazhar olacak, evliyaullahın dualarını alacaktır.

    10. Dünya saltanatını, lüks meskenlerde Firavun gibi yaşamayı, lüks sofralarda Nemrud gibi yemeyi, lüks ve pahalı elbiselerle caka satmayı sevmeyecek; tevazu ehli olacaktır. Yaşama, giyim kuşam, yeme içme, tefrişat gibi şeylerde Selef-i Sâlihîn’in yolundan gidecektir.

    Çalınan Değerli Levha

    İstanbul’da

    Teşvikiye Camii’nde

    nefis hüsn-i hat levhaları vardır. Bunlardan birisi, belki de en güzeli bundan bir iki ay önce çalınmış, bir antikacıya satılmış, antikacı levhanın çalıntı olduğunu anlayınca tekrar camiye iade etmişti. Levha, yerine “L” şeklinde çivilerle sağlamca asılmış, lakin hırsızlar bunları epey uğraşıp keserek levhayı tekrar çalmışlardır.

    Çalına çalına camilerde hüsn-i hat kalmadı.

    Son birkaç levha da bu gidişle yerinde durmayacak. İlgili bakan beyefendiye, Diyanet İşlerine, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne sesleniyorum. Lütfen ve merhameten bir şeyler yapılsın da cami soygunları önlensin. Sadece camiler de değil. Bundan birkaç sene önce

    Vakıfların Topkapı’daki deposu önce boşaltıldı, sonra yakıldı.

    Otuz sene boyunca

    onbinlerce camideki eski, antika, kıymetli, tarihî halı ve kilimler götürüldü.

    Bunların çoğunu maalesef cami cemaati, din görevlileri kendi istekleriyle ve rızalarıyla verdiler. Bir kısmı da aşırıldı. Yüzlerce yılda birikmiş olan muazzam bir tarih mirası birkaç on yıl içinde yok oldu.

    Hırsızlar, götürücüler halı ve kilimlerden sonra hüsn-i hat levhalarına, şamdanlara, işlemeli ahşap eşyaya, çinilere saldırdılar.

    Cami ve vakıf soygunlarını işi bilen, uzman, tecrübeli, sabıkalı şahıslar ve çeteler yapmaktadır. Vakıfların kıymetli halı ve kilimleri yurtdışına çıkartılmış, bazılarının

    Londra’daki “Halı” isimli dergide fotoğraflı ilânları basılmıştır.

    Vakıf mallarının böyle çalınması, yağmalanması bir ülkeye, bir millete, bir rejime uğur getirmez. Vakfiyelerde

    “Bunları çalanların üzerine Allah’ın lâ’neti olsun!”

    diye yazılıdır. Lâ’net uğur getirmez.

    Türbelerdeki vakıf eşya da yıllardan beri yağmalanıp bitirilmiştir.

    Padişah türbelerindeki sandukaların üzerinde çok kıymetli işlemeli örtüler vardı. Hiçbiri yerinde değildir. Bende,

    Pertevniyal Valide Sultan’ın türbesindeki kıymetli eşyanın orjinal listesi

    mevcuttur. Orada sıralanan hiçbir eşya yerinde değildir.

    Camileri, türbeleri, vakıf depolarını soyan namussuz, şerefsiz, alçak, it, bayağı, rezil, kaltaban, hırsız, eşkıya, harami, soysuz, muhannes, uğursuz heriflere lâ’net olsun. Çaldıkları kendilerine ateş olsun. Dünyada ve ahirette perişan olacakları muhakkaktır.

    Kitapsız Derin Devlet

    Hayli kültürü olan bir zat,

    Derin Devlet’in merkezine

    girmiş. Onu en fazla hayrette bırakan şey,

    Derin Devlet’in beyni olan yerdeki kütüphanenin yetersizliği

    olmuş. Dünyada her yıl yüz kadar çok önemli kitap yayınlanıyor.

    Siyaset kültürü, tarih, insanlığın bugünkü durumu, geleceği, genel strateji ve sair konular üzerinde.

    Bunları büyük araştırıcılar, büyük akademisyenler, büyük düşünürler kaleme alıyor. Her ülkenin büyük beyinleri bu eserleri okuyor. Bizimkilerin kütüphanesine yıllar var ki, böyle eserler girmiyormuş, alınmıyormuş.

    Derin Devlet dogmatik bir temel üzerine kuruludur.

    Dinden, dinî sistemden hoşlanmıyor ama kendileri de

    bir ideolojiyi din gibi benimsemişlerdir.

    Onların dogmalarına, inançlarına ideoloji bile denemez.

    Sistem ve nizam da değildir. Birkaç perakende vecize, o kadar.

    Derin Devletçiler statükocudur, tutucudur, son derece muhafazakârdır.

    Temel insan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyetini koruyan maddeler vardır.

    Lakin ideolojiler korunmaz.

    Filipinler’de

    Marcos

    gitti, ideolojisi de bitti. Portekiz’de

    Salazar

    , İspanya’da

    Franco

    , İngiltere’de

    Cromwell

    , Fransa’da

    Napolyon

    , Almanya’da

    Hitler

    , İtalya’da

    Mussolini

    , Rusya’da

    Lenin

    ve

    Stalin…

    Bunlar ideoloji sahipleriydi,

    kendileri de öldü, ideolojileri de.

    Ancak tarihte, ansiklopedilerde, kitaplarda yaşıyorlar.

    Evet dünyada din üzerine, tarih felsefesi üzerine; siyaset kültürü, sosyoloji, fütüroloji üzerine nice önemli ve ilmî seviyesi yüksek kitaplar yayınlanıyor.

    Geleceğe ait senaryolar tahmin ediliyor.

    Dünya bir tarafa gidiyor. Bizim statükocu Derin Devletçilerin bunlardan haberi yok.

    Bütçeleri muazzam ama bu bütçede

    ilme, araştırmaya, kitaba, felsefeye, yüksek düşünceye ayrılmış bir fon yok.

    Derin Devlet İslâm ve Müslümanlar konusunda yaptığı istihbarat çalışmalarına trilyonlar harcıyor. Ajanlar, casuslar, cihazlar, bürolar, masalar, dosyalar, bir ordu kadar kalabalık istihbarat personeli… Bütün bunlar neye yarıyor, ne faydası var?

    Bazı vatandaşların günahları, zayıf tarafları, pislikleri ile ilgili dosyaları hazırlamak için büyük gayretler sarfediliyor, büyük meblağlar harcıyorlar. Bunların Türkiye’ye ne yararı oluyor?

    Bu adamlar kendilerini şişelere hapsetmişler,

    Şeytan şişelerin tıpalarını kapatmış, içindeki küçük,

    küçücük dünyalarında Derin Devletçilik oynuyorlar.

    Şişelerin dışında kocaman bir dünya var. Tarih var, ilmî araştırmalar var, felsefe var, stratejik araştırmalar var.

    Bunlar dar ufuklu insanlardır.

    Kişi biraz İngilizce bilmekle adam olmaz.

    Kendi milletinin, ülkesinin, devletinin kimliğine, kişiliğine, kültürüne, tarihî devamlılığına, medeniyet mirasına karşı çıkmakla ne kazanacaklar?

    Sovyet ideologları, bürokratları, istihbaratçıları, despotları yetmiş küsur yıl sonra pes etmediler mi? Stalin’in yıktırdığı tarihî kilise Kızıl Meydan’a tekrar inşa edilmedi mi?

    İdeolojiler gelip geçer, din ise bakidir.

    Muhtemel Bir Zelzeleye Hazır mıyız?

    Kendisine hürmet ettiğim ve hüsn-i zan beslediğim bir şeyh efendi, 15 Aralık ile 15 Ocak arasındaki bir ay zarfında çok büyük bir felaket olacağını, tarihî bir hâdisenin meydana geleceğini tahmin ediyormuş. Gerçeği en iyi şekilde sadece Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri bilir. Lakin şeyh efendinin korkutucu tahminini gözardı etmemeliyiz.

    Üniversite profesörleri, konunun uzmanları Marmara denizindeki İstanbul’a çok yakın fay hattının harekete geçebileceğini haber veriyorlar. Önümüzdeki otuz sene içinde İstanbul’da büyük bir zelzele olacaktır diyorlar. Belki yarın, belki otuz sene sonra…

    İstanbul’daki binaların yüzde sekseni zelzeleye karşı dayanıksız çürük yapılarmış. Mühendis Rıfat Tandoğan bey dostumuz yıllarca önce,

    “İstanbul’un apartmanları ve hanları birbirlerine dayanarak ayakta durabiliyor”

    demişti.

    Medya ve politikacılar, kafalarını kuma sokan devekuşları gibi,

    “Aman halkı paniğe düşürmeyelim, aman kamuoyunu tedirgin etmeyelim…”

    gibi afyonlu bahanelerle tehlikenin büyüklüğünü gizlemek, halkın dikkatini başka konular üzerine çekmek istiyorlar.

    İstanbul büyük bir zelzeleye hazır mıdır? Bunca çürük yapı nasıl kontrol edilecektir? Allah saklasın felaket vukua geldiği takdirde yapılması gereken hizmetler, kurtarmalar planlanmış mıdır?

    İstanbul halkının hiç olmazsa bir kısmını tahliye etmek mümkün müdür? Şiddetli bir zelzelede şehir sularına lağım pislikleri karışacak ve halk içecek su bile bulamayacaktır. Bunca halkın yardımına nasıl koşulacaktır? Ahali nasıl barınacak, nasıl ekmek bulacaktır? Yaralılar nasıl tedavi edilecektir? Yağmacılık nasıl önlenecektir?

    Bazı namussuz politikacılar, alçak particiler, rezil bürokratlar, dini imanı para olan sefil belediyeciler İstanbul civarındaki tepeleri, dağları, vadileri, tarlaları, çalılıkları bina ile doldurttular. Doğru dürüst kontrol yapılmadı. Alçak ve namussuz bazı müteahhitler çimentodan, demirden çaldılar, çürük çarık dev bloklar yaptılar. En ileri ve medenî ülkelerde yeni inşa edilen meskenlerin yüzde doksan altısı bahçeli küçük evler şeklinde iken bizde bir apartımanlaşma, bir bloklaşma, bir siteleşmedir gitti. Şimdi bunca seyyiatın cezasını çekiyoruz.

    Büyük bir İstanbul zelzelesi Adapazarı, Gölcük, İzmit, Yalova, Düzce zelzelelerine benzemez. İstanbul ve civarında on beş milyon halk yaşıyor.

    Ramazan geliyor, fakirleri arayıp bulunuz, sadaka veriniz.

    Sadaka deyince sokaklardaki profesyonel dilencilere atılan küçük paraları kasdetmiyorum. Şehrin bazı bölgelerinde gerçekten çok kötü durumda olan ihtiyarlar, dullar, yetimler, işsizler, fakir halk vardır. Şu soğuklarda yakıtı olmayan, ekmek parası bulunmayan, makarna ve patates bile pişiremeyen vatandaşlar mevcuttur.

    Muhtarlara gidiniz, esnafa sorunuz, iyice araştırınız ve bunları bulunuz.

    Sefalete düşmüş kişi ve ailelere erzak yardımı yapınız.

    Tuzu kuru olan, hali vakti yerinde olan, sofralarında nefis etler, kaymaklı tatlılar, tereyağlı börekler, çeşit çeşit iftariyeler bulunanlar… Bu ülkede bunca felaketzede, bunca fakir ve sefil vatandaş varken bu pahalı ve lüks yiyecekler boğazlarından nasıl geçiyor? Sizde vicdan yok mu, sizde iz’an yok mu?

    Lüks bir paltoya bir milyar lira veren, lüks bir çift ayakkabıya yüz küsur milyon lira ödeyen, yüz elli milyon liralık gömlekler giyen, boynuna elli milyonluk kravatı yular gibi asan, elli milyar liralık lüks limuzinlerde Nemrud gibi gezip tozan kimselere hitap ediyorum:

    Siz ne biçim Müslümansınız? Allah’tan korkmuyor, Peygamber’den utanmıyor musunuz?

    Zelzelede evleri yıkılan yüzbinlerce vatandaş çadırlarda tirtir titrerken siz nasıl böyle lüks, sefahat, debdebe, israf, gurur, kibir içinde yaşıyabiliyorsunuz? Allah’tan size din, Kitab, Şeriat, nizam getiren Peygamber’in yüzüne nasıl bakacaksınız?

    Allah sizi imtihan ediyor.

    Fakirleri arayın, bulun ve onlara zekat verin, sadaka verin, yardım edin. Vurdumduymazlığı bırakın.

    Sadakalar ve zekatlar öncelikle fakirler ve felaketzedeler içindir. Onların haklarını başka yerlere, din baronlarına, cemaatlere, islâmî hizip ve fırkalara kaptırmayın.

    Felaketleri sadaka ile, malî ibadetlerle, tevbe istiğfarla, gözyaşı dökerek, dine sarılarak, gururu ve kibri bırakarak, nefsinizi islah ederek, emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparak savmaya çalışınız.

    Âyetler ve İbretler

    Tarihini tam olarak hatırlamıyorum, bundan yirmi küsur yıl önce bir gün Sahhaflar Çarşısı’nda,

    Cerrahî şeyhi merhum Muzaffer Ozak

    hocanın dükkanına gitmiştim. Hoca sohbet esnasında,

    “Dün gece Elmalı Tefsiri’ni mütalaa ediyordum. En’am sûresinin 42’nci ve devamındaki âyetlerin açıklaması beni dehşete düşürdü, çok düşündürdü”


    demişti. Bilahere o âyetlerle ilgili kısmı ben de okumuş ve o zaman yayınlamakta bulunduğum

    Büyük Gazete

    ‘de bir de makale yazmıştım.

    Önce âyetin meâlini vereyim:

    (Ey Resûlüm)

    senden önce de birtakım ümmetlere resûller gönderdik. Dinlemediler. Hakk’a dönsünler, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları şiddetli yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla imtihan ettik. Bari kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tevbe etseydiler. Fakat ne gezer. Heyhat ki, onların kalpleri kaskatı olmuş; Şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve günahları kendilerine süslemiş, cazip göstermişti. Kendilerine verilen öğütleri terkedip unutunca üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık ve bir anda bütün ümitlerini kaybettiler.”


    Elmalı tefsirinde bu âyetlerle ilgili şu açıklamalar yapılmaktadır:

    “Şiddet ve darlıktan sonra onlara geniş bir hürriyet ve refah verdik. Her taraftan üzerlerine nimetler gönderdik. Her türlü, rahatlar sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, safalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Tuttukları yolun iyi olduğunu, bütün bunları hakettiklerini, her türlü sorumluluktan âzade olduklarını sandılar.

    Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymuyorlardı.

    Her şey kendilerininmiş;

    Allah ve âhiret yokmuş gibi zevk u safaya daldılar, keyifler sürdüler.

    İşte tam böyle ferahlandıkları, gel keyfim gel dedikleri sırada kendilerini birdenbire bastırıp yakalayıverdik.”

    (Özetlenerek ve lisanı sadeleştirilerek alınmıştır.)

    Bu âyetlerde,

    Allah’ın Peygamberlerini, habercilerini, uyarıcılarını dinlemeyen inançsız, gafil, azgın, inatçı toplumların halinden bahsediliyor.

    Allah’a dönsünler diye onlara sıkıntılar, şiddetler, hastalıklar verilmişti, lakin onlar yine de Allah’a dönmemişler, O’na yakarmamışlardı. Sıkıntı içinde de küfrlerine, azgınlıklarına devam ediyorlardı. Bunun üzerine Allah, onlara bolluk kapılarını açmış, çok genişlik ve ferahlık vermişti. Bu bolluk içinde keyf sürer, gel keyfim gel, kekâh bir şekilde yaşarken Allah’ın azabı ansızın bu inkârcı kavimlerin tepesine inivermişti.

    Bolluk, bolluk, bolluk. Zenginlik, refah, ferahlık, lüks, konfor. Rahatlık, genişlik. Zevk, safa, eğlence.

    Allah’ı hiç düşünmüyorlardı. Peygamber’in yapmış olduğu uyarıları eski zaman efsaneleri sanıyorlardı. Ölümden sonra hesap yok, Cennet Cehennem yok diyorlardı.

    Azgınlıktan kudurmuş gibiydiler. Fakirler çöplüklerde gözyaşları içinde kuru ekmek parçaları toplarken onlar Nemrud’lar, Firavun’lar, Neron’lar gibi debdebe, ihtişam, bolluk içinde yaşıyorlardı.

    Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, Peygamber’in öğütlerini ve uyarılarını kaale almıyorlardı.

    Tek ölçüleri ve değerleri para, zenginlik, zevk ve hazdı.

    Nefislerini put edinmişler, onlara tapıyorlardı. İnananları tahkir ediyor, onlara zulm ve haksızlık yapıyorlardı.

    Helal haram tanımıyor, meşru ve gayri meşru arasında fark gözetmiyorlardı.

    Yeryüzünü günah, isyan, tuğyan ile doldurmuşlardı. Arşa hırlıyor, kutsal sınırları ihlal ediyorlardı.

    İşte böyle bir bolluk, genişlik, refah, zenginlik içindeyken Allah’ın azabı ansızın tepelerine iniverdi. Neye uğradıklarını bilemediler.

    Zalimlere, inkârcılara, isyancılara mühlet verilir, istidrac verilir, lakin sonunda cezalarını bulurlar.

    Bu dünya Allahu Teâlâ’nın mülküdür

    . O, mülkünde zulm edilmesini istemez.

    Yeryüzünü zulümle, azgınlıkla, haksızlıkla, fenalıkla, çirkinlikle dolduran kâfirler, zâlimler, fâsıklar iyi bilmelidir ki, gittikleri yolun sonu iyi değildir.

    Soyacaklar, talan edecekler, haram yiyecekler, saçı bitmedik yetimlerin, gözü yaşlı dulların, güçsüz ihtiyarların, fakir fukaranın hakkını yiyecekler ve sonunda cezasız kalacaklar; yaptıkları, yedikleri yanlarına kâr kalacak. Olur mu böyle şey?

    Nasıl da keyfe, eğlenceye, azgınlığa düşmüşlerdi. Zevk ve safa konusunda kudurmuş, çıldırmış gibiydiler.

    İçki, fışkı, fuhuş, zina, ensest, uyuşturucu onlardaydı. Küçük hırsızlar zindanlarda yatarken büyük hırsızlar keyif içinde, güvenlik içinde yaşıyorlardı.

    Azap gelince neye uğradıklarını anlayamadılar.

    Müslümanlar!.. Müslümanlar!..

    O azgınlara imrenmeyiniz. Sakın onları taklide kalkışmayınız.

    Bu dünya zevk u safa yeri değildir, bir imtihan yeridir, âhiretin tarlasıdır.

    Azgınlara, inkârcılara verilen genişlikler, servetler, refahlar, bolluklar hep birer istidractır.

    İşte şimdi

    Allah’ın kader oklarını gergin yaylarda tutan müekkel melekler bekliyor.

    Günü, saati, dakikası gelince emr-i ilahî ile oklar yaylardan fırlayacak,

    muallak kaderler mübrem kazalar haline gelecektir.


    Müslümanlar! İbadet ederek, namaz kılarak, oruç tutarak, zekat vererek, sadaka dağıtarak, tevbe istiğfar ederek, nefsinizle büyük cihad yaparak, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını

    gücünüzün yettiği, elinizden geldiği kadar

    eda ederek kendinizi felaketten kurtarmaya çalışınız.

    İstanbul, bildiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız mekândan ibaret değildir. Bu şehirde içiçe âlemler vardır.

    O âlemlerin birinde bu şehrin topraklarına gömülmüş

    sahabelerin, evliyaullahın, âmil ulemanın, kâmil mürşidlerin, sâlih zatların, ricalullahın bulunduğunu unutmayınız.

    Onlar bizim için dua ediyorlar.

    Allah 17 Ağustos zelzelesinde şehrimizi korumuştur.

    Allah’ın gazabından, O’nun rahmetine kaçalım. Gafletten uyanıklığa, isyandan itaate, hayır işlerinde ve malî ibadetlerde cimrilikten cömertliğe, günahtan taate, bid’atten sünnete hicret edelim.

    Hiçbir Müslüman azgın ve saldırgan dinsizleri desteklemesin, onlara yardım etmesin. Allah yeryüzünü fesada veren zalimlerin desteklenmesinden razı olmaz.

    Ya Rabbi, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme

    . Yer deprenip göçerse, gök tepemize çökerse kim kendini kurtarabilir? Bizi Allah’tan başka kimse kurtaramaz. O halde O’na sığınalım, O’nun emirlerine uyalım.

    Nakşîlik

    Ateist, Marksist, pozitivist, materyalist bir zümrenin kültüre hizmet perdesi altında çıkarttığı, Nakşibendilik ile ilgili bir kitapçık okudum. Yüz sayfaya o kadar çok hezeyan sığdırmışlar ki, bu sahada bir rekor kırmışlar.

    Eskiden Sovyetler Birliğinde Bezbojnik

    (Allahsızlar)

    derneği

    vardı. Allah’ın bulunmadığına, dinlerin hurafe olduğuna dair yayınlar yapar, konferanslar verir, yoğun ve saldırgan bir propaganda seferberliği içinde bulunurdu.

    Okuduğum broşür yüce Nakşibendî tarikatı aleyhinde o azılı ve militan Bolşeviklerden daha ağır ve hayâsızca bir üslûp taşıyordu.

    Nakşibendilik sadece bir İslâm tarikatı değil, evrensel bir insanlık okuludur.

    Amerika’da, Müslüman olmadıkları halde Nakşî olduklarını iddia eden bir grup varmış. Tabiî ki, Müslüman olmadan Nakşî olmak mümkün değildir ama adamlar bu tarikatın yüksek taraflarını görmüşler ve hayran kalmışlar.

    Eğer bugün şu

    Anadolu ve Trakya

    denilen coğrafya üzerinde Türk-Müslüman kimliğini taşıyan bir toplum varsa, bir Türkiye varsa, bunu İslâm’a ve sufî tarikatlarına borçluyuz.

    Bu tarikatların başında da Nakşîlik gelir.

    Nakşîlik nedir? Bu tarikatın belli başlı özelliklerini sayayım:

    1. Nakşîliğin esası

    Şeriat hükümleri üzerine

    kuruludur. Zaten bütün tarikatlar Şeriat temeli üzerine bina edilmişlerdir. Şeriatsız tarikat olmaz.

    2. Nakşîlik Kur’an ve Sünnet hükümleri ve ilkelerine dayanır.

    3. Nakşîlik

    ihlâs ve istikamet prensiplerini

    din ve dünya hayatının iki ana umdesi olarak kabul eder.

    4. Her tarikatta olduğu gibi Nakşîlikte de zühd

    (dünyaya sırt çevirme)


    vardır.

    5. Nakşîlik, kendisine bağlanan Müslümanları olgunlaştırmak, beşerî ve nefsî ihtiraslarını gemleyip iyi insan, iyi Müslüman, iyi vatandaş olmalarını sağlayan bir hidâyet ve kemâl yoludur. Nakşî dergâhına ham ve nâkıs giren, orada gördüğü terbiye ve eğitim sonunda kâmil ve tamam olur.

    6. Hakikî Nakşîler katında Şeriatın ve fıkhın en küçük bir hükmü, en büyük kerâmetlerden daha önemli ve üstündür.

    7. Hakikî ve olgun Nakşîlerde kibir, gurur, kendini beğenmek, nefs-i emmâresine bende olmak gibi noksanlıklar bulunmaz.

    8. Nakşî o kişidir ki, onun elinden ve dilinden diğer Müslümanlar emîn olurlar.

    9. Nakşî sabır, teenni, itidal, azim, mürüvvet, kerem, güzel ahlâk, fazilet, hikmet, firâset sahibidir.

    10. Nakşî kötülükleri iyilikle def eden, affeden bir ahlakî yapıya sahiptir.

    Adamlar ateist ve materyalist.

    Onlar bütün Türkiye’nin kendileri gibi münkir olmasını istiyor. İslâm’ı, tarikatları, bu arada

    Nakşîliği önlerinde en büyük engel olarak görüyorlar.

    Aydın, terbiyeli, insaflı, medenî, itidalli, vicdanlı bir okumuş İslâm’a, tarikatlara, dindar vatandaşlara militanca saldırmaz. Amerika’da, Kanada’da, İngiltere’de, Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ateistler dine ve dindarlara saldırmıyorlar; toplumsal barışı, sosyal uzlaşmayı bozmuyorlar.

    İslâm’ı, tarikatları beğenmeyen gücü yetiyorsa oturur ilmî bir reddiye yazar. Müslüman din adamları, aydınlar da buna cevap ve reddiye hazırlarlar. Rusya’daki eski Bozbejnikler gibi

    ağızlarından salyalar akıtarak, gözü dönmüşçesine, kuduzcasına dine ve dinî müesseselere saldırmak

    hiçbir yazara, aydına, medenî insana şeref kazandırmaz.

    Dinleri İslâm olmayan nice Batılı fikir ve ilim adamı tarikatlar ve bu arada Nakşîlik hakkında araştırma kitapları yazmışlar ve hiçbiri dinimize ve tarikatlara seviyesizce saldırmamıştır.

    Din ve tarikat sömürüsü yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor.

    Tarikatlar yasak edildikten sonra bu sahada denetim kalmamış ve birtakım bayağı ve alçak kişiler din, mukaddesat, tarikat sömürüsü yapmaya başlamışlardır. Ben bir Müslüman olarak, tarikatlara taraftar bir vatandaş olarak bu sömürüden en fazla rahatsızlık duyan ve yıllardan beri bu konuda özeleştiri yapan bir kimseyim.

    Ancak sömürü yapılıyor diye mukaddes ve âli dinimize ve tarikatlara saldırmak vicdansızlık, densizlik, dinsizlik, vahşilik, barbarlık, fanatikliktir. Nakşîlik ve diğer tarikatlar en yüksek bilgelik, insanlık, medeniyet, kemâl ocaklarıdır.

    Bugün bütün medenî, ileri, demokratik, hukukun üstünlüğü prensibini tanımış, insan haklarına hürmetkâr ve riayetkâr ülkelerde Nakşî tarikatı serbesttir.

    Ülkemizde İslâm tarikatları ile Mason tarikatları kapatılmış, daha sonra 1945’te Masonluk serbest bırakılmış, tarikatlar üzerinde yasak ise bugüne kadar sürdürülmüştür.

    Eşitlik prensibi uyarınca tarikatlar hakkındaki yasak da kaldırılmalıdır. Bu ülkede

    Masonluk, Rotarycilik, Lionsculuk, Bahaîlik, Yahova Şahitliği nasıl serbestse tasavvuf tarikatları da serbest olmalıdır.

    Eskiden Osmanlı devleti zamanında

    Meşihat

    (Şeyhülislamlık)

    makamına bağlı bir “Meclis-i Meşâyih” daires

    i vardı. Bu daire bütün tarikatları kontrol eder, dinimize aykırı bir aksaklık gördüğünde muamele yapar, sorumluları ve suçluları cezalandırırdı.

    Gerçekten lâik bir rejim tarikatları kapatamaz

    . Yeniden açıldığı takdirde onları denetleyemez. Bu hak ve vazife, islâmî-dinî riyasete, yâni Müslümanlara aittir.

    Ateist, Marksist, materyalist, hedonist, anarşist ideoloji ve felsefeler memleketi ne hale getirdiler. Bunca tahribat ve kötülük ancak ahlâk, tasavvuf, dindarlık ile ortadan kaldırılabilir.

    Din ve tarikatlar istismar ediliyor, sömürülüyor diye toptan dine ve tasavvufa düşmanlık etmek akıl kârı değildir.

    İslâm dininde tasavvuf ve tarikatların bulunmadığı iddiası hezeyandan ibarettir.

    İslâm’ın, Peygamberimizin mistik boyutu vardır.

    Tasavvuf ahlâk demektir.

    Ahlâksız din olmaz.

    Gerçek İslâm tasavvufunu öğrenelim ve ona bağlanalım.

    * * *

     

     

    BİRİNCİ BROŞÜRÜN SONU