Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Başlıklar

  1. Bu sistem ile..

    SORU şudur:

    “Türkiye bugünkü sistemle selâmete çıkabilir mi?”

    Benim cevabım

    “Çıkamaz”

    dır.

    Türkiye’yi bu hale bugünkü sistem ve ideoloji getirmiştir.

    Bir sistem hem batıracak, hem de kurtaracak, olur mu böyle şey?

    Bir kere

    sistemin eğitim anlayışı bozuktur.

    Hem evrensel değerlere, hem millî kimliğe ve menfaatlere aykırıdır.

    Yakın zamana kadar sistemin siyasî tarafı bozuktu ama iktisadî bakımdan bir dereceye kadar canlılık, güç, ilerleme vardı. Şimdi sistem o taraftan da çöküyor.

    Çivisi çıkmadık ne kaldı? Siyaset berbat, iktisat ve finans berbat, eğitim berbat, üniversiteler berbat, hukuk ve adalet işlerinin manzarası meydanda; çetecilik, mafyacılık, talan, soygun, rüşvet, hırsızlık almış yürümüş; iç göç korkunç boyutlara ulaşmış. Her yerde çöküntü, dağılma, tezebzüb, izmihlâl, inhilâl alametleri görülüyor. Sonra bu sistem içinde, bu kafa yapısıyla, bu dünya görüşüyle Türkiye buhrandan kurtulacak, selamete çıkacak. Güldürmeyin beni.

    Bu sistemle enflasyon yenilebilir mi? Bu sistemle Türkiye’de güçlü bir millî irade iktidarı kurulabilir mi? Bu sistem eğitimi, üniversiteyi, hukuk ve adaleti, polisi islah edebilir mi?

    Bazılarına garip gelecek ama Türkiye’nin hiçbir derdi olmasa, sadece lisan ve edebiyatı böyle olsa yine batması, çökmesi için yeterlidir.

    Böyle lisanla medeniyet olmaz, devlet olmaz, hukuk olmaz, eğitim olmaz.

    Dil Kurumu erbabının gayretleri sonunda canım lisanımız üç yüz kelimelik bir iletişim, pazar, sokak, günlük anlaşma vasıtası haline indirilmiştir.

    Bu arı dil ile kabile, aşiret, Eskimoluk, Hotantoluk, marjinallik olur; fakat kesinlikle medenî, ileri, çağdaş, gücünü mâziden ve geleneklerinden alan bir yapı olmaz.

    Bugünkü lise eğitimi ile Türkiye’yi kurtaracak, yüceltecek, selâmete çıkartacak vasıflı, güçlü, üstün kadrolar, aydınlar, seçkinler yetiştirilebilir mi?

    Türkiye niçin şimdiye kadar bir tek Nobel ödülü bile alamamıştır?

    Yunanistan, Şili, Portekiz ve daha birçok küçük ülke Nobel aldı da biz niçin alamadık?

    Eroin, kokain, uyuşturucu madde helikopterlerle taşınıyormuş. Bu belâ ile mücadele etmesi gereken bazı önemli kişiler uyuşturucu mafyası ile birlikte çalışıyormuş. Böyle bir sistem mi Türkiye’yi nurlu ufuklara, selâmet sahillerine götürecek?

    Medyanın haline bakınız.

    Basın değil, hasım.

    Neye hasım? Millete.

    Şu düzen partilerinin yapısına bakınız. Kötü liderler,

    “Önce ben, sonra partim, sonra memleketim”

    dermiş. Bizimkiler,

    “Önce ben, sonra ben, en sonunda yine ben”

    diyorlar. Bunlar mı hükümet kurup da ülkeyi, halkı, devleti yüceltecek?

    Bu sistem milletle devleti karşı karşıya getirmiştir.

    Bu sistem gelenin keyfi için geçmişe, tarihe, mâziye, atalara sövme âdetini yerleştirmiştir. Bu sistem çoğunluğun din ve vicdan hürriyetini kısıtlamış, laiklik perdesi altında koyu bir

    “Devlet dini”

    siyaseti takip ederek İslâm’ı ve Ümmet’i baskı altına almıştır.

    Bir sürü fâil-i meçhul cinayet işlendi ve işlenmeye devam ediliyor. Bu cinayetlerin içyüzü niçin açığa çıkartılmıyor? Katiller niçin yakalanıp cezalandırılmıyor?

    Bu ülkedeki bütün rezaletlerden, kepazeliklerden, büyük hırsızlık ve talanlardan, demokrasi ve hukuk ihlâllerinden, kötülüklerden, islah adı altında yapılan sabotajlardan sorumlu bir zihniyet vardır. Bu habîs zihniyetten kurtulmadıkça bize kurtuluş yoktur.

    Hırsızlığa Dair

    Fransızlar, fâhişelik için,

    “Dünyanın en eski mesleğidir”

    derler.

    Hırsızlık da çok kadim mesleklerdendir.

    Toplumsal bir barış sistemi ve bir nizamı olan, hukuk ve adalet bulunan her yerde hırsızlık yasaklanmış, hırsızlar cezalandırılagelmiştir.

    Hırsızlık binde bir olduğu zaman, bu nisbet toplumu, ülkeyi, halkın geleceğini ve varlığını, devleti tehlikeye düşürmez. Lakin bu nisbet büyür

    , hırsızlık yaygınlaşır, tabiî hale gelir ve hukuk, devlet, toplum bunu önleyemezse durum vahim demektir.

    Bugün,

    aç kaldığı için fırından bir ekmek çalan kimsenin canına okuyorlar ama yüz milyarları, trilyonları götürenler güven içinde zevk ü sefa sürüyor.

    Küçük hırsızlıkları suç sayan, küçük hırsızları şiddetle cezalandıran fakat büyük hırsızları baş tacı eden bir sistem bitmiş demektir.

    Hakketmediği, ehil ve layık olmadığı bir parayı, malı, menfaati alanlar da dolaylı olarak hırsızdır. Hırsızlığın bu türü bizde şu sırada ne kadar yaygındır.

    Resmî veya özel sektörde bir iş veya memuriyet yaparken mesai vakitlerine riayet etmeyen de bir tür hırsızdır.

    Bugün hırsızlık bizde bir felsefe halini almıştır.

    İnsanı insanın kurdu olarak gören bir düzende zaten başka bir düşünce tarzı düşünülemez.

    Devletin veya belediyelerin 25 milyara yapılacak bir işini, alavere dalavere ile 150 milyara vermek de hırsızlıktır.

    Böyle hırsızlıklar tek başına olmaz. Hırsızlığın yanında mutlaka emanete hiyanet ve yalan da bulunur.

    Bizdeki düzen particiliği hırsızlığı önleyemez. Aksine teşvik eder.

    Düzen partilerinin katında politika, hizmetler, faaliyetler iktidara geldikte birtakım menfaatlerden yararlanmaya yöneliktir.

    Devlet ve belediye işleri arpalık zihniyetiyle mütalaa edilir.

    İşleri, memuriyetleri, vazifeleri ehil ve layık olmadıkları halde

    “Parti, tarikat, cemaat, lobi kardeşlerine”

    verenler de bir nevi hırsızlık yapmış olurlar.

    Hırsızlığı sadece dinsizler, imansızlar, kâfirler, zâlimler yapmaz. Yarı Müslümanlar, sözde dindarlar, münafıklar da yapar.

    Ehil ve layık olmadığı dinî bir vazifeye bin bir israr ve kulis ile nâil olanlar da hırsızdır.

    Devletin ve belediyelerin bütçelerinden doğrudan doğruya para almak ahmaklığını irtikâb etmez açıkgöz hırsızlar. Hırsızlıklarını, talan ve soygunlarını, suiistimallerini kamufle etmek için onları iş, ihale, hizmet şeklinde gösterirler. Meselâ bir dairedeki hırsızlar, paravan bir şirket kurarlar ve o dairenin bütün işlerini o şirkete havale ederler. Böylece, aylık maaşı 200 milyon lira olan herif, hırsızlıkla 200 milyar lira vurur. Zâhirde, halk arasında, toplum içinde de göğüslerini gere gere açık alınla dolaşırlar.

    Bundan yıllarca önce fakir bir kızcağız

    , “Şeftali isterim”

    diye ağlayan küçük kardeşine vermek üzere

    manavdan bir tek şeftali çaldığı için tutuklanmış, hapse atılmıştı.

    O zaman gazeteler bu hırsızlığın hikâyesini uzun uzadıya yazıp anlatmışlardı.

    Büyük, saygın, kodaman, pabucu büyük, önde gelen hırsızlar bir toplumun en alçak, en namussuz, en rezil, en kepaze, en it uğursuz, en sefil, en bayağı insanlarıdır.

    Yazık ki,

    paranın tek değer olduğu bugünkü ortamda

    en büyük itibarı onlar görüyor.

    Şâir ne demiş:

    Milyonla vuran mesned-i izzette serefraz

    Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir

    Cemaatin Önemi

    Perşembe günü ikindi namazını Nuruosmaniye camiinde kıldım. Aylardan Ramazan, etraf insan kaynıyor ve camiin cemaati çok azdı. İstanbul’un nüfusu bir iki milyon iken Ramazan’larda öğle ve ikindi namazlarında bu mâbedin yarısından fazlası cemaatle dolardı. Şimdi nüfus on milyon, belki on beş milyon. Her taraf Müslümanların işyerleri ile dolu, namaz kılan da çok, fakat Ezan-ı Muhammedî okununca camiye gidip de topluca Allah’a ibâdet etmiyorlar.

    Müslüman kardeşlerimi uyarıyorum: Beş vakit namazlarda cemaate dikkat etmezseniz iflah olmazsınız, felah ve necat bulamazsınız. Resûl-i Kibriya sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz

    “Cemaat rahmet, tefrika azaptır”

    buyuruyor.

    Şer’î bir özrü olmayan hiçbir Müslüman erkeğin cemaati terketmeye hakkı yoktur.

    Yoksa biz,

    “Hayye ale’s-salah… hayye ale’l-felah…”

    diye

    bizi müezzinlerin mi namaza ve cemaate çağırdığını sanıyoruz?

    Hayır hayır,

    bizi camiye, cemaate Allahu Teâlâ çağırtmaktadır.

    Cemaatçilik, hizipçilik, fırkacılık, şuculuk buculuk yapmakta pek militan, pek uyanık, pek mâhir, pek fa’al olan birtakım Müslümanlar, Ezan-ı Muhammedî okununca pek gevşek, pek ilgisiz, pek ihmalkâr hareket ediyorlar. Onlar bilmiyorlar mı ki, Resûlullah efendimiz

    (Salat ve selam olsun ona)

    bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

    “Namaz kılınacağı vakit, yerime bir vekil koyup, yanıma birkaç genç alarak cemaate gelmeyenlerin evlerini yakasım geliyor.”

    Evet, cemaat kaçkınları böyle bir tehdit altındadır.

    Efendim, bazı imamlar yetersizmiş, onların arkasında namaz kılınmazmış. Cemaate katılmamak için yeterli ve meşru bir mâzeret midir bu? Filan imamı beğenmiyorsan, git falan imamın arkasında namaz kıl. İstanbul’da üç bin cami var.

    Niçin cemaat konusunda bu kadar ısrarlıyım.

    Elbette benim de bir bildiğim var.

    Bugün Müslümanların birleşebileceği, bir araya gelebileceği tek konu beş vakitte cemaat olmaktır.

    Ezan okununca camiye İbn Teymiyyeci, pro-vehhabî, mezhepsiz, mezhepli, tasavvuf taraftarı, tasavvuf düşmanı, şu veya bu siyasî tercihe bağlı, falan veya filan meşrebin müntesibi, velhasıl her görüşten, her fikirden, her tarikten Müslüman gelmelidir. Orada sımsıkı saflar halinde Allah’a ibadet ederek, hiç olmazsa bu kadarcık olsun birleşebilmelidir.

    Soruyorum:

    Müslümanlar başka hangi konuda birleşebilir? Hiçbir konuda birleşemezler.

    Sanki ittifak etmemek hususunda ittifak etmişlerdir.

    İşte bu yüzdendir ki, Ezan okununca onları camide görmek istiyorum.

    Kaç defa yazdım.

    Günde beş kez gidemeyen, dört vakit gitsin, dört vakit gidemeyen üç vakit gitsin, üç vakit gidemeyen iki vakit gitsin, iki vakit gidemeyen bir vakit gitsin.

    Bir vakit de gidemeyen hiç gitmesin demiyorum.

    Elhamdülillah namaz kılanların sayısı ülkemizde az değildir. Lakin cemaat konusunda korkunç bir ihmal, lakaydî, umursamazlık, tembellik müşahede ediliyor. Cemaat, Müslümanların ihtiyarına, keyfine bırakılmış bir şey değildir.

    Yirmi kadar şer’î özrün dışında her mukim ve hür Müslüman erkek vakit namazlarını cemaatle kılmak zorundadır.

    Bugün zâlimler tarafından idare edilen bazı İslâm ülkelerinde Ezan okumak yasaklanmıştır.

    Namaz konusunda da yasağa yakın baskı ve zulümler vardır.

    Çok şükür memleketimizde henüz böyle yasaklar yoktur.

    Lakin Müslümanlar bugünkü gaflet ve hıyanet içinde yaşamaya devam ederlerse başımıza böyle yasakların geleceğinden korkuyorum. Nitekim, bazı ilerici, çağdaş, ateist kafalar

    “Tunus modelinden”

    bahsetmeye başlamışlardır.

    Tunus modeli ne midir?

    Orada, birkaç ihtiyardan, marjinal vatandaştan başka kimse namaz kılamamaktadır. Tesettür de yasak edilmiştir. Daha önce de yazmıştım:

    Özbekistan’da ezan okumak yasaklanmıştır.

    Ulemasız, mürşidsiz, nasihatsiz, kontrolsuz kalan büyük İslâm kalabalıkları maddeci, hedonist, israfçı sapık medeniyetin sellerine kapılmışlardır ve

    para ve menfaat hırsıyla dinî vazifelerini, islâmî kimliklerini ihmal etmişlerdir.

    Bu gidişin sonu iyi olmaz.

    Müslümanları uyutan, aldatan, afyonlayan, onlara yalan söyleyen, islâmî emanetlere hıyanet eden, bol bol vaad edip de bu vaadlerinden dönen birtakım sahtekârlar ibadetle ilgili faaliyetleri ikinci plana atmışlar ve var güçleriyle boş işlerle meşgul olmaktadır.

    Allahû Teâlâ ve Tekaddes hazretleri

    “Biz insanları ve cinleri, sadece Bize ibadet etsinler diye yarattık, başka bir maksatla yaratmadık”

    meâlinde âyet göndererek insanın en büyük işinin, vazifesinin Allah’a kulluk, ibadet, itaat olduğunu bildirmiştir.

    İbadeti ikinci plana atıp da, başka tâlî işleri birinci plana çıkartanlar sapıktır, saptırıcıdır.

    Müslümanlar elbette ilimle, irfanla, kültürle, siyasetle, ülke idaresiyle ilgili işler ve hizmetler de yapacaktır. Fakat

    birinci madde ibadettir. İbadetin başı da günlük beş vakit namazdır.

    Ben bu satırları beş vakit namazı kılan musalli Müslümanlar için yazıyorum. Namaz kılmayan Müslümanlar burada muhatabım değildir.

    Açınız fıkıh kitaplarını, açınız konu ile ilgili hadîs külliyatlarının sayfalarını, açınız Şeriat hükümlerini bildiren muteber din kitaplarını, o kaynaklarda cemaate ne kadar önem verildiğini göreceksiniz.

    Evet Peygamber,

    “Cemaate gelmeyenlerin evlerini yakasım geliyor”

    buyurmuştur. Ne acaip bir gelişmedir ki, İslâmcıların, cemaat fanatiklerinin, zombileştirilmiş sekter düşüncelilerin sayısı çoğaldıkça camiler boşalmakta, cemaat azalmaktadır.

    Siz birtakım adamların cart curt etmelerine, biz İslâm nizamını kuracağız, Asr-ı Saâdeti geri getireceğiz diye nutuklar atmalarına, yazılar yazmalarına bakmayınız. Onların ihlaslarına, istikametlerine, emanetlere riayet edip etmediklerine, yalan söyleyip söylemediklerine, vaadlerine sadık kalıp kalmadıklarına bakınız. Bir de, dini âlet ve vasıta kılarak büyük paralar vurup vurmadıklarına, Karun kadar zengin olup olmadıklarına bakınız.

    Bırakın hepsinin cemaate katılması,

    beş vakit namaz kılan Müslümanların onda biri gelse, camilerimiz yine dolar.

    Bazı cemaatler Mozambik’te market, Kamçatka’da holding, Sierra Leone’de mektep açmak için çalışıp çabalıyor.

    Eyvallah, bunlar bir bakıma iyi şeyler, hayırlı işlerdir. Lakin

    Türkiye elden gidiyor. Türkiye’de yapılması gereken birtakım zarurî hizmet ve faaliyetler yapılmıyor.

    Bizim

    önce kendi vatanımızda hizmet vermemiz gerekmez mi?

    Camiye gitmek o kadar külfetli bir iş değildir. Şu anda bu konuda herhangi bir yasak ve tehdit de yoktur. Bu kadar kolay bir vazifeyi yapamıyorsak yazıklar olsun bize!

    Yarın

    camiler kapatılır, namaz yasaklanırsa o zaman vah vah, tüh tüh diyeceğiz ama iş işten geçmiş olacak.

    Zındık Reşad Halife

    Reşad Halife

    adında biri vardı. Amerika’nın

    Tucson

    şehrinde

    (Arizona)

    bir camiin imamıydı. Bu zat

    “Kur’an Müslümanlığı”

    adıyla yeni bir din çıkartmış, ehl-i sünnet Müslümanlarını küfürle ve şirkle suçlamış, bir sürü fitne ve fesada, nifak ve şikaka yol açmıştır.

    İşte şu anda önümde bu adamın

    “Quran, Hadith and İslâm”

    adlı kitabı

    (Islamic Productions, Tucson U.S.A., 91 s., 1982).

    Reşad Halife hadîsleri dinî kaynak olarak kabul eden ve Sünnet’e uyan Müslümanlara en ağır suçlamaları yapmakta

    , onları bir muvahhide yapılabilecek olan en ağır suçlama olan

    şirkle itham etmektedir

    . Bu adama göre, hadîsler uydurmadır,

    namazda salavat getirmek şirktir.

    Reşad Halife

    islâmî hükümlerin, Kitabullah’tan sonra üç kaynağı olan Sünnet’i, icmâ-i ümmeti ve kıyas-ı fukahayı dışlıyor. Kur’an-ı Kerime kendi hevasına, re’yine, hevesine göre indî mânalar veriyor, yanlış yorumlar getiriyor.

    Hindistan’da zuhur eden

    Kadiyanilik

    dini de, zâhirde İslâm’ın bir dalı gibi görünmekle beraber,

    Mirza Gulam Ahmed’i nebi kabul ederek, dinimizin cihad gibi bazı farzlarını inkâr ederek İslâm’ın dışına çıkmış bir cereyandır.

    Bence Reşad Halife’nin

    Kur’an Müslümanlığı

    , Kadiyanilikten daha tehlikeli bir bid’at ve küfür cereyanıdır.

    Reşad Halife’nin Türkiye’de de taraftarları vardır. Dinsizlerle işbirliği yapmakta,

    muharref bir İslâm türetmek

    istemektedirler.

    Reşad Halife ve Türkiye’deki müritleri neler yapmak istiyor:

  • Şeriatsız, fıkıhsız yeni bir din türetmek istiyorlar.
  • Onlar, İslâm’ı kul kafasından çıkma bir ideolojiye, bir hümanizmaya dönüştürmek istiyorlar.
  • Sünnet’e bağlılığı, hadîsleri kaynak olarak kabul etmeyi, Peygamber sevgisini küfür ve şirk olarak gösteriyorlar.
  • Cihad, tesettür gibi kesin emirleri inkâr ediyorlar.
  • Sakal-ı şerife saygı göstermeyi şirk olarak vasıflandırıyorlar.
  • İslâm’ın muamelâta ait hükümlerini kaldırmak istiyorlar.

    Komünizm yıkıldıktan sonra

    İslâm’ı ve Müslümanları bir numaralı düşman olarak gören

    Haçlı ve Siyonist güçler,

    Müslümanları parçalamak, onların kafalarını karıştırmak maksadıyla

    ABD’de Reşad Halife’yi, Türkiye’de onun kuyruğu olan zındıkları

    desteklemişlerdir. Ülkemizde, Reşad Halife’nin açtığı zındıklık yolundan giden bir adam kısa zamanda trilyoner olmuştur.

    Kur’anda

    “Peygamber size ne getirdiyse kabul edin, alın… Peygamber’e itaat edin… Peygamber’de sizin için çok güzel bir örnek ve model vardır…”

    deniliyor, mü’minler Allah Elçisine bağlanmaya çağırılıyor.

    Reşad Halife ve bizdeki kuyrukları ise

    “Peygamber bir postacı idi. Öldükten sonra işi bitirmiştir. Sünnet’e bağlanmak, hadîslere uymak küfür ve şirktir. Namazda salavat okumak şirktir”

    gibi hezeyanlara din eğitimi görmemiş, câhil kalmış okur yazarları, gençliği, halkı sapıtmak için uğraşıyorlar.

    Maalesef birtakım hocalar, hazretler, din baronları da, bu gibi zındıkları ödüllendiriyor.

    Diyanet İşleri Başkanlığının Reşad Halife ve bizdeki takipçileri konusunda Müslüman halkı uyarması gerekir.

    Yazık ki, bu konuda Diyanet’ten küçük bir itiraz, pes perdeden bir inilti bile çıkmıyor. Çünkü egemen güçler bu konuda Diyanetçilerin kulağını bükmüşler,

    “Sakın ha… Olmaya ki, zındıkları tenkit edesiniz…”

    demişlerdir.

    Reşad Halife,

    Müslümanların kafalarını karıştırmak, aklınca keramet izhar etmek için

    Kur’anda ve İslâm’da 19 rakamı ile ilgili bir kitap yazmıştı.

    Masamın üzerinde,

    onun bu konudaki fikirlerini reddeden

    ve

    “Güney Afrika Ulema Meclisi”

    (Majlisul Ulema of South Africa, Port Elizabeth)

    tarafından yayınlanmış

    “The Qur’an and the Fallacy of Computer Concoction”

    adlı 91 sayfalık bir kitap duruyor. Güney Afrikalı sünnî âlimler 19 rakamı etrafında kopartılan gürültüyü inceleyip Reşad Halife’nin ve takipçilerinin iddialarını reddediyorlar.

    Düşmanlarımız, Müslüman dünyasını anarşi içine sokmak için dinimizi tahrife yönelik faaliyetlerine hız vermişlerdir. İslâm’a dıştan saldırmak yerine, sûret-i haktan görünerek içimize sızmak ve çeşitli zındıklıklarla kafaları karıştırmak istiyorlar. Onların oyunlarına gelmemeliyiz.

    Edille-i şer’iyye dörttür:

    Kur’an, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyası-ı fukaha.

    Reşad Halife’ciler, İslâm’daki

    Âmentü’yü de beş maddeye indirmekte, kadere imanı inkâr etmekte,

    inanan Müslümanları küfürle suçlamaktadır.

    Diyanet bu azim hezeyan karşısında yine susmaktadır.

    Duyduğumuza göre Diyanet’i şu anda egemen güçler tarafından tâyin edilen emekli bir zat idare etmekteymiş. Bazı sakallı sünnî itikadlı imamlar ve din görevlileri yerlerinden alınmakta, hizmet göremeyecekleri yerlere tâyin edilerek tesirsiz hale getirilmekteymiş.

    Ramazan’ı yarıladık.

    İftar ziyafetleri bütün hızıyla devam ediyor.

    “Lüks, gösterişli, israflı, pahalı iftarlar ziyafetleri tertip etmeyiniz”

    diye nasihat veren Diyanet Başkanı bile böyle iftarlardan birine gitmiş ve

    yanılarak orucunu erken açmış. Ceza-yı seza…

    Dinimiz içinden dinamitleniyor.

    Zındıklar var güçleriyle çalışıyor. Din baronları, hazretler, Müslüman raca ve mihraceler harıl harıl para topluyor, taraftar devşirmeye çalışıyor. Bazı cemaatler Kongo’da, Patagonya’da, Tannu Tuva cumhuriyetinde, Fiji adasında Türkiye’den topladıkları hayır paralarıyla müesseseler açıyor. Kur’ana, Şeriat’a, İslâm’a yapılan saldırılara cevap verilmiyor. Lüks iftarlarda yenilip içiliyor.

    Gafiller kendilerini Harunürreşid veya Kanunî Sultan Süleyman zamanında sanıyor.

    Başörtülü kızlar üniversite kapılarında ağlıyor. Din bezirgânları iğrenç ticaretlerine hiç ara vermeden devam ediyor.

    Bundan onbeş yirmi yıl öncesine kadar bazı şahıslar ve cemaatleri dinî konularda çok hassas davranırlar, bırakın esasa ait meselelerde, teferruata

    (ayrıntıya)

    ait en küçük mesele ve hükümlerde bile en ufak bir tâviz vermez, reddiyeler kaleme alırlar, çevrelerini uyarırlardı. Şimdi bunca küfre, şirke, zındıklığa, bid’ate, suiikaste karşılık onlardan hiç ses çıkmıyor. Para yığmakla, şan ve şeref elde etmekle meşguller.

    Müslümanların ellerinde büyük imkânlar var, gazeteler, dergiler, televizyonlar, milyarlarca dolar var.

    Az buçuk demokrasi var, hürriyet var, yazıp çizme fırsatı var. Lakin bunlar İslâm’ı müdafaa etmek, Müslümanları uyarmak,

    emr-i mâruf ve nehy-i münker

    yapmak için kullanılmıyor.

    Din baronları için iki şey çok önemlidir: Kendi eneleri ve saltanatları.

    Cumhuriyet Hepimizindir

    Yahudi tarihçisi

    Flavius Josèphe

    ‘in, Grekçe orijinalinden Fransızcaya çevrilmiş

    “Yahudilerin Eski Tarihi ve Yahudilerin Romalılara Karşı Savaşı”

    (Ed. Lidis, Paris 1968)

    adlı 980 sayfalık büyük boy kitabını aldım ve birkaç günden beri onu okuyorum. Kitabın ikinci bölümü, milâttan sonra 66 ile 70 yılları arasında

    Yahudilerin Romalılara başkaldırışlarını ve yenilmelerini

    anlatıyor. Eser küçük yazılarla dizilmiş, okumakla bitmiyor.

    Yahudilerin o devirdeki tarihi fitneler, fesatlar, tefrikalar, ihtilâller, iğtişaşlar, kıtaller, entrikalar; bir sürü hizbin, fırkanın, grubun birbiriyle rekabeti, çarpışması, kralların kendi oğullarını, akrabalarını öldürmeleri; kan, ateş, gözyaşı ile dolu. Bir isyan hareketi bastırıldıktan sonra

    üç bin Yahudi çarmıha gerilerek idam edilmiş.

    Velhasıl gaddarlık, fecaat, zulüm, rezalet, fısk, fücur dolu bir tarih.

    Bazı kavimlerin, bazı ülkelerin tarihi çok hareketli oluyor.

    Değişimler, ihtilâller, göçler durmak bilmiyor. Bunların acısını halk kitleleri çekiyor. Kan, ateş ve gözyaşı birbirine karışıyor. Şehirler yakılıp yıkılıyor, insanlar yığınlar halinde öldürülüyor, esir ediliyor, yurtlarından sürülüyor, kadınların ırzına geçiliyor. Sonra ortalık biraz duruluyor, ardından başka büyük hâdiseler zuhur ediyor.

    Filistin kadar olmasa da bizim topraklarımız da hareketli bir tarihe sahne olmuştur.

    Üzerinde yaşadığımız şu Anadolu’dan kaç kavim, kaç devlet, kaç medeniyet, kaç kültür geçip gitmiştir.

    1923’ten beri dış düşmanların saldırılarına uğramadık, savaşa girmedik. Ancak içimizdeki çalkantılar durmak bilmedi.

    İslâmî bir cihad hareketi olan

    Millî Mücadele’den sonra, çoğulcu ve demokratik sistem askıya alındı, oligarşik CHP diktatoryası başladı.

    1920’de kurulan ilk Büyük Millet Meclisi

    “Men’-i Müskirat Kanunu”

    (Alkollü içki yasağı kanunu)

    çıkartmıştı. Meclis salonunda, Kur’andaki

    şûra-istişâre âyeti

    büyük bir levha halinde asılıydı.

    Hafta tatili cuma günüydü, kadınlar tesettürlüydü, millet ve devlet birliği vardı.

    Her şeyin başı ve esası İslâm’dı.

    Zaferden sonra muhalif rüzgârlar esti, her şey tepetaklak oldu, tersine döndü.

    O günden bu güne kaç devir gelip geçti. 1945’te, CHP’nin dışında başka siyasî partiler kurulmasına izin çıkmıştı.

    1946 seçimlerini CHP hile ve baskı ile kazanıp dört yıl daha iktidarda kaldıktan sonra nihayet 1950 seçimlerinde yıkıldı, 27 senelik bir devir kapandı, DP iktidara geçti.

    Adnan Menderes hükümeti Ezan-ı Muhammedî’yi Türkçe okumayı mecbur kılan kanunu kaldırdı, Müslümanlara biraz hürriyet verildi.

    Lakin başta Celâl Bayar olmak üzere eski İttihadçı, komitacı, din ve Şeriat aleyhtarı kadrolar

    hâlâ devlete hâkimdi.

    Ben üç darbe gördüm.

    27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerini.

    En son 28 Şubat 1997’de bir darbe oldu

    ama bu eskilere benzemiyordu. Daha yumuşaktı, zevâhir

    (dış görünüş)

    korunmuş, kol yen içinde kırılmıştı.

    Şu anda 2000 yılına 14 ay kaldı. Cumhuriyetimizin 75’inci yıldönümünü kutluyoruz.

    Türkiye nereden nereye geldi. Durumumuz parlak mı? Manzaraya bakarsanız vaziyetimiz parlak değildir. Çünkü

    birtakım egemen azınlıklar, gizli kuvvetler

    cumhuriyeti tekellerine almak istemişlerdi. Halbuki cumhuriyet hepimizindir, herkesindir.

    Ülkemizin çokkültürlü, ana kimliğin altında tâli kimliklere, çeşitliliklere sahip bir yapısı vardır.

    Etnik bakımdan

    Türkler ve Kürtler

    iki büyük gruptur. Ayrıca, az veya çok

    yirmi otuz kavim

    ve kimlik daha vardır.

    Lazlar, Çerkesler, Gürcüler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Tatarlar, Balkarlar, Karaçaylar, Fellahlar, Nusayriler, Araplar

    ve daha neler neler.

    Nüfusumuzun ezici çoğunluğu Müslümanlardır ama onlar da Sünnî ve Alevî diye ikiye ayrılmıştır.

    Siyaset ve ideoloji açısından

    sağcılar ve solcular;

    dünya görüşü bakımından

    Müslümanlar ve lâikler

    mevcuttur.

    Cumhuriyet bunların hepsinin cumhuriyeti olmalıdır.

    Bir grup, cumhuriyeti tekeline alıp, ötekileri dışlarsa ne cumhuriyet yaşar, ne devlet ayakta kalır.

    Cumhuriyeti tekellerine almak isteyenler kendi ideolojileri, kendi dünya görüşleri ile cumhuriyeti özdeşleştiriyorlar. Dikkat ederseniz onlar gerçek demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, temel insan haklarından; din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetinden, millî kimlikten pek bahsetmezler, bahsetseler bile bunları çarptırırlar.

    Türkiye’de

    cumhuriyeti tekellerine almak isteyenler kimlerdir?

    Sabataistler mi?

    Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden Harry Ojalvo’nun

    “Ülkemizde bir buçuk milyon Türkleşmiş Yahudi var”

    sözüyle ifşa etmiş olduğu

    gizli Yahudiler mi?

    Ülkemizde

    seksen bin kadar Ermeni vatandaş

    var. Bunların Ermeni ve Hıristiyan oldukları bellidir, zaten onlar da saklamıyorlar.

    Kendileri vatandaşlarımızdır.

    Ancak,

    Türk ismi taşıyan ve hüviyetlerinde Müslüman oldukları yazılı bulunan yüzbinlerce gizli Ermeni bulunduğu da iddia ediliyor.

    Bunlar cumhuriyetimizi hangi tarafa çekmek istiyorlar acaba?

    Türkiye’de

    dört ayrı Mason teşkilatı

    bulunuyor. Bunların üye sayısının

    on bin civarında

    olduğunu sanıyorum. Onlar kemmiyete, kelle sayısı kalabalığına önem vermezler, keyfiyete ve kaliteye önem verirler. Atatürk’ün localarını kapatıp yasakladığı Masonlar da cumhuriyeti tekellerine almak istiyor.

    Maalesef cumhuriyet rejimi büyük darbeler yemiş

    , derin yaralar almıştır. Buna

    sebebiyet verenler de onu tekellerine almak isteyen

    egemen azınlıklar, iki kimlikli, sayıca küçük, nüfuz ve güç itibarıyla büyük cemaatlerdir.

    Cumhuriyet, üniversitelere başları eşarplı olarak giden Müslüman Türk kızlarının da cumhuriyetidir. Onlara zulmedenler kesinlikle cumhuriyetçi olamaz.

    Onlar, cumhuriyetin adını istismar ve âlet ederek kendi ideolojilerine hizmet etmektedir.

    Peki cumhuriyetimizi nasıl ayakta tutabilir, onu nasıl güçlü kılabilir, izzetle yaşamasını temin edebiliriz?

    Bu ancak Millî Kurtuluş Savaşının havası ve zihniyeti ile olur.

    Cumhuriyeti kurtarmak istiyorsak,

    1923’te Lozan’da gizlice hazırlanmış olan “Protokol”u geçersiz ilân etmemiz gerekir.

    Türkiye’nin büyük bir değişime, yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardır. Turgut Özal bunun hazırlığı içindeydi, ömrü vefa etmedi.

    Ülkemizi, devletimizi, cumhuriyetimizi yaşatmak, yüceltmek istiyorsak onları birtakım egemen azınlıkların, çetelerin tekelleri altına almalarına karşı çıkmalıyız. Cumhuriyet bütün kesimlere, bütün çeşitliliğe hukuk, adalet, huzur, güven, barış, korunma sağlamalıdır. Cumhuriyet sâyesinde bu memlekette yaşayan on milyonlarca Müslüman ABD’de, İngiltere’de, İsviçre’de, Almanya’da olduğu gibi kendi inançlarına uygun bir hayat sürebilmeli, korkudan emin ve âzad olarak yaşayabilmelidir.

    Din ve Kimlik

    Japonların kimliğinde din faktörü bizdeki kadar önemli değildir. Çünkü oradaki dinî yapı bizdekine benzemez. Türkiyelilik ve İslâm’ın çok büyük ağırlığı vardır. İslâm’a cephe alarak, İslâm’ı dışlayarak, İslâm’ı geri plana atarak millî kimliği korumanın imkânı yoktur. Amerikan kimliğinde Hıristiyanlığı, bilhassa Protestan püritanizmini inkâr etmek mümkün müdür?

    Musevilik dini olmadan Yahudilik, İsrail olur mu? İslâm olmadan da Türkiye olmaz.

    İslâmsız yeni bir kimlik meydana getirmek mümkün müdür? Belki yabancılaşmış küçük bir azınlık meydana getirilebilir. Lakin büyük çoğunluğun kimliğinin esası, temeli, omurgası İslâm olarak kalacaktır.

    Kimlik yapısının oturduğu zeminin İslâm olduğu bu memlekette dinin siyasete, kültür faaliyetlerine, iktisada, hukuka, sanata; tek kelimeyle hayata karışmaması isteniyor.

    İslâm’ın dışındaki başka inançlar, felsefeler, ideolojiler, nazariyeler her şeye karışabilir ama İslâm karışamaz.

    Kendilerini haklı göstermek için ortaya sürdükleri gerekçe de şudur: Din bir vicdan işidir, vicdanlarda kalmalıdır, dünya işlerine karışmamalıdır. Ne kadar kof, gülünç, mesnedsiz bir iddiadır bu. Masonluk da bir vicdan işi değil mi? Peki Masonlar devlet, siyaset, iktisat, hukuk, kültür işlerine niçin karışıyorlar? Marksizm de bir vicdan işidir. O niçin her şeye karışıyor?

    Bir ülkenin halkının çoğunluğu İslâm dinine mensup olacak, kimliğinin ana faktörü İslâm olacak; tarihi, varlığı, mâzisi, hali, istikbali İslâm ile özdeş olacak ve İslâm sadece vicdanlara hapsedilecek, hiçbir şeye karışmayacak. Olur mu böyle şey?

    Din düşmanları dine karışıyor, dindarları kontrol altında tutuyor. Bu karışma ve müdahale laikliğe uygun oluyor da, din ve dindarlar memleket işleri hakkında fikir ve görüş beyan edince bu laikliğe aykırı oluyor. Böyle laiklik mi olurmuş?

    İngiltere’ye bakınız. Din, devlet, siyaset, kültür, hukuk, tarih içiçedir.

    1944’ten bu yana İngiltere okullarında din dersi verilmesi, her sabah okulların kiliselerinde âyin yapılması, duâ edilmesi mecburidir.

    Hükümdar

    (devlet reisi)

    orada aynı zamanda millî

    Anglikan kilisenin de başıdır.

    Müslümanlar dahil, diğer dinlerin mensuplarına da geniş bir hürriyet tanınmıştır. Dindar Müslüman kızlar kolejlere ve üniversitelere başları örtülü olarak rahatça gidebilmektedir. Sih dininde, erkeklerin başlarına sarık sarmaları mecburiyeti olduğu için, motorsiklet kullanan herkesin başına bir kask geçirmesi zorunluluğundan onlar muaf tutulmuştur.

    Türkiye’de Müslümanlar niçin, İngiltere’deki dindaşları kadar hür yaşayamayacaklarmış?

    Coğrafî bakımdan Türkiye’nin bir iklimi vardır. Bu iklim insan iradesiyle nasıl değiştirilemezse; kimlik, kültür ve kişilik iklimi de değiştirilemez. Tarihî ârızalar sebebiyle bir müddet, bir miktar zulüm ve baskı yapılır, fakat millî kimlik yok edilemez. Her şey aslına döner diye bir söz var. Kimse bunu aklından çıkartmasın.

    Müslüman oldukları, dindar oldukları, millî kimliklerine sımsıkı bağlı kalmak istedikleri için halkın çoğunluğuna düşman muamelesi yapmak hiçbir kimseye, hiçbir gruba yakışmaz.

    Dinî inançları yüzünden vatandaşlarını hasım olarak görmek medenî düşünceye aykırı bir yobazlıktır. Bu ülkenin vatandaşı olan herkes Türkiyelidir. Hiçbirinin Türkiye’ye zarar vermeye, Türkiyelilerin bir kısmını dışlamaya ve onlara düşman gözüyle bakmaya hakkı yoktur.

    Bu memlekette hiçbir ideoloji vatanla, devletle, milletle özdeş olarak görülemez; bunların üzerinde tutulamaz.

    Ilımlı Müslüman Olmazmış

    Yerli ve yabancı kâfirler inkârcılar, yarasalar,

    “Müslümanın ılımlısı olmaz” diyorlar. Halt etmişler.

    Tarih boyunca evrensel bir İslâm sergileyen büyük ve örnek Müslümanlar gelip geçmiştir. Muhyiddin ibn Arabî ve Mevlânâ Celâlüddin Rumî böyle Müslümanlardandır.

    Bir İbn Teymiyye’ye, ondaki dar görüşlülüğe bakınız, bir de ibn Arabî’ye, Mevlânâ’ya.

    Aralarında meşreb bakımından ne kadar büyük farklar vardır.

    Her cemaat ve ümmet içinde sert ve haşin tabiatlılar vardır.

    Hassidique Yahudiler ile ılımlı Yahudiler bir midir?

    Gandi ılımlı bir Mecusiydi.

    Müslüman Hindu çatışmasını önlemek, kan dökülmesine son vermek için

    bir İslâm büyüğünün türbesine gitmiş, orada Kur’ân okumuştu.

    Onun bu ılımlı ve uzlaştırıcı faaliyeti karşısında kin ve nefretinden kuduran

    fanatik bir Hinduist tarafından katledildi.

    Müslümanların içinde de sert, müfrit kimseler ve gruplar olabilir. Onlar kesinlikle çoğunlukta değildir.

    Ehl-i İslâm’ın çoğunluğu, sevad-ı âzamı ılımlı, uzlaşıcı, toleranslıdır.

    Ancak tolerans kesinlikle dinin zarurî hükümlerinden ve müesseselerinden vaz geçmek, tâviz vermek olarak anlaşılmamalıdır. Müslümanların toleransına en güzel örnek, 1492’de İspanya’dan koğulan Yahudileri Dârü’l-İslâm’a dâvet etmeleri, onlara İslâm barışı şemsiyesi altında güven içinde yaşama hakkı tanımalarıdır.

    Müslümanın ılımlısı olmaz diyen inkârcılara bakınız. Onlar ılımlı mıdır?

    Ağızlarından demokrasi, temel insan hakları, hukuk kelime ve kavramlarını düşürmüyorlar. Peki, bunları niçin Müslüman çoğunluğa layık görmüyorlar?

    Yaptıklarına bakılırsa asıl müfrit, asıl yobaz, asıl toleranssız onlardır.

    Tunus Modeli

    Tunus’ta namaz kılanlar üzerinde büyük ve ağır bir baskı varmış. Nice Tunuslu Müslüman alenen namaz kılmaya cesaret edemiyormuş. Çok yaşlı kadınlar dışında Tunuslu Müslüman hanımlar tesettüre riayet edemiyormuş.

    Tunus’ta din, vicdan, inanç ve inandığı gibi yaşamak hürriyeti yokmuş.

    Özbekistan’da ezan okumak yasak edilmiş,

    Rus boyunduruğundan kurtulduktan sonra açılan yeni camiler kapatılmış. Müslümanlar üzerinde ağrı baskılar, şiddetli zulümler varmış.

    Türkiye’deki

    bazı sahte lâikler, ülkemizi Tunus’a, Özbekistan’a benzetmek istiyor.

    Ateist, Mason, Sabataist köşe yazarları bu konuda yazılar kaleme alıyor. Böyle bir şey mümkün müdür?

    Bu gibi zulümler Türkiye’de sökmez.

    Türkiye, Tunus ve Özbekistan ile mukayese edilebilir mi?

    Bizi Avrupa Birliği’ne Alırlar mı?

    Yakın zamanlara kadar İslâmcılar, siyasal İslâm’ın temsilcileri, nice Müslüman aydın Avrupa Birliği’ne girmemize karşıydılar. Bu konuda nice kitap ve makale yazılmış, beyanat verilmiştir. Şimdi ise Müslümanlar genellikle Avrupa Birliği’ne girilmesine taraftardır. Bu sefer de, Atatürkçüler, çağdaşlar, militan lâikler cephesinde büyük bir tornistan olmuştur. Birliğe girildiği takdirde bugünkü rejimin ve statükonun kalkacağından endişe ediyorlar.

    Türkiye gazetesi başyazarı tarihçi

    Yılmaz Öztuna

    Kasım 2000 tarihli ve

    «Demokrasimizin İlkeleri»

    başlıklı yazısında bizim kendimize mahsus demokrasimizin

    üç temel şartı

    olduğunu söylüyor:

    Birincisi:

    “Devletin sınırları içinde bile herhangi tarzda otonomi isteyen bir parti yasa dışı sayılacaktır.”

    İkincisi: “Dini

    , politikaya temel yapmak isteyen bir partinin istikbali olmayacak, lâikliğe aykırı bulunacaktır.”

    Üçüncüsü:

    “Atatürk’e yöneltilecek bir hakaret, müsamaha görmeyecektir.”

    Öztuna, Avrupalılar bizim bu şartlarımızı kabul ettikleri takdirde Birliğe girmemize taraftardır. Aynı gazetenin Atatürkçü ve lâik yazarlarından

    Altemur Kılıç

    ise Birliğe girilmesine şiddetle karşıdır.

    Avrupalıların, Birliğe almak için bize teklif ettikleri şartlar ise bambaşkadır

    .

    Bir kere, fikir, görüş, din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetlerini Batı ülkeleri seviyesinde kabul etmemizi istiyorlar. Onların bu şartı kabul edilirse derin devlet güçleri başörtüsü ile yaptıkları savaşa son vereceklerdir.

    Avrupalılar bizdeki lâikliğin hakikî lâiklik olmadığını biliyorlar.

    Bunun da düzeltilmesi, Müslümanlara bağımsız dinî cemaat kurma, bunun başına ruhanî bir reis seçme, devletten tamamen ayrı ve müstakil bir dinî hiyerarşi kurma hakkı tanınmalı, imkanı verilmelidir. Devlet madem ki, lâiktir, o halde din işlerine karışmasın. Devletin resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı olacak, bir genel müdürlük seviyesinde olan bu resmî dairenin başkanını devlet seçecek, kabinede din işlerinden sorumlu bir bakan bulunacak, devletin beş yüz küsur imam-hatip okulu, on yedi ilâhiyat fakültesi olacak; bütün imamlar, müezzinler, müftüler devlet memuru olacak, devletten maaş alacak ve sonra da bu rejime lâik denilecek. Avrupalılar böyle bir sisteme lâik diyecek kadar aptal ve kültürsüz değildir.

    Atatürkçülüğe gelince:

    Atatürkçülükle demokrasinin uyuşup uyuşmadığı hususuna girmeyeceğim. Lâkin ülkemizde şu anda herkes Atatürkçüdür. Atatürk’ün localarını kapattığı Masonlar Atatürkçüdür. İki kimlikli Sabataycılar Atatürkçüdür. Atatürk’ün hapse attırdığı ve onbeş sene zindanda kalmasına sebep olduğu Nâzım’ı delicesine seven Marksistler Atatürkçüdür. Ziya Gökalp ve Moiz Kohen Tekinalp milliyetçileri Atatürkçüdür. Peki bu Atatürkçülük nedir? Avrupalılar, Türk demokrasisinin değişmez maddesi olarak gösterilen bu Atatürkçülükle bizi Birliklerine kabul ederler mi?

    Almanya’da Hıristiyan Demokrat Partisi oluyor da, Türkiye’de niçin Müslüman Demokrat Partisi olmayacak?

    İngiltere’de ve öteki demokrat Avrupa ülkelerinde başörtülü kızlar üniversitelere serbestçe gidip okuyabiliyorlar da, Türkiye’de niçin okuyamayacaklarmış?

    Dünyanın hangi medenî, ileri, hukuklu ülkesinde

    resmî ideoloji hâkimiyeti ve terörü

    vardır?

    Millî iradenin ve hukukun üzerinde bir

    derin devlet heyûlâsı

    bulundukça tam bir demokrasinin kurulması ve yaşaması mümkün müdür?

    Avrupalıların bizi birliklerine alacaklarını hiç sanmam. Oyalayıp duracaklardır.

    Türkiye, siyasî rejimi ve derin devleti İslâm’a karşı da olsa Müslüman bir ülkedir. Avrupa’nın temel kimlik maddelerinden biri ve belki birincisi ise Hıristiyanlık kültürüdür.

    Türkiye Avrupa Birliği’ne alındığı takdirde tam demokrasi gelecek, geniş bir din ve inanç hürriyeti olacak ve Türkiye İslâm’a kayacaktır. Almadıkları takdirde, ülkemiz bu sefer başka birliklere girmek isteyecek, kayacaktır. Velhasıl içinden çıkılmaz bir durum.

    Türkiye, İsviçre gibi Avrupa Birliği’ne girmeyen, girmek istemeyen bir ülke olamaz mı? Bunun için iyi idare edilmesi gerekir.

    Şimdi bazılarına göre ülkemiz için en büyük tehlike İslâm’dır. İslâmî kalkınmayı, ilerlemeyi durdurma işini de milliyetçilere vermek istiyorlar. Onlara şu hususu hatırlatmak gerekiyor: Alparslan Türkeş’in cenaze törenindeki büyük mahşerî kalabalığı unutmamışsınızdır. Bir milyon vatandaş o karlı, soğuk günde nasıl haykırmıştı? Bir milyon hançereden Bismillah, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illallah sadaları çıkmamış mıydı? Asıl Türk milliyetçiliği, asıl Türkçülük Moiz Kohen’in (nâm-ı diğer Tekin Alp) milliyetçiliği değildir. Gerçek Türk milliyetçileri ve Türkçüler İslâm’ı inkâr etmezler, din ile savaşmazlar.

    Bu memlekette iki büyük belâ vardır: Biri militan, azgın, kuduz din ve mukaddesat düşmanlığı; ötekisi din sömürüsü ve mukaddesat bezirgânlığı. Gerçek milliyetçiler, gerçek Türkçüler bu iki aşırılığın dışındadır. Çoğu dindardır. Dindar olmayanlar da din düşmanı, Müslüman düşmanı değildir. Milliyetçileri dine karşı kullanmak isteyen çokbilmişler hava alacaktır. Kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Türkiye’nin halk, devlet ve ülke olarak yücelmesini, iyiliğini isteyen herkes milliyetçidir. Lâkin Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçiliği zararlıdır, merduttur, hain bir ideolojidir. Bu millet böyle zokaları yutmaz.

    Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçiliğinde ısrar ederseniz, köken itibarıyla Türk olmayan (fakat Türkleşmiş bulunan) milyonlarca vatandaşı küstürür, ülke birliğini yıkarsınız.

    Türkiye’nin her şeyi var da, beyin unsuru yetersiz. Her kesimde kaliteli, güçlü, üstün, çağ seviyesinde, dürüst aydınlarımız, vasıflı beyinlerimiz olsa kısa zamanda düze çıkarız.

    İstanbul’da Cuma Namazı

    Geçen cumalardan birinde İstanbul’un büyük camilerinden birine namaza gittim. Biraz geç kalmıştım, Ezan-ı Muhammedî okunmuştu. Sokaklar, caddeler, meydanlar insan kaynıyordu. Lokantalar, kahvehaneler, dükkanlar açıktı; içlerinde müşteriler vardı. Otobüsler, tramvaylar dopdoluydu. Taksiler vızır vızır işliyordu. Bu ne biçim İslâm şehriydi ki, Cuma ezanı okunduktan sonra hayat durmamış, mü’minler camilere ibadet için koşmamıştı?

    Camiye girdim, iç ezanı okunuyordu. Hoparlörler sonuna kadar açılmıştı ve kulaklara zarar verecek kadar yüksek bir ses camiyi çınlatıyordu. Şunu, gerektiği kadar açsalar olmaz mıydı? Yoksa, “Madem ki, dinimiz büyüktür, hoparlörün sesi de güçlü çıkmalıdır” diye aptalca bir mantık mı yürütüyorlardı.

    Cami maalesef dolmamıştı. İstanbul’un nüfusu bir milyon kişi iken camiler vakit namazlarında bile dolarmış, şimdi şehirde onbeş milyon kişi yaşıyor ve ibadethaneler dolmuyor.

    Cemaatin kılık kıyafetine baktım. Sırtındaki ceketimsi elbisesinin üzerinde İngilizce yazılar olan bir genci gördüm. Kılık kıyafetler genellikle pek itinalı değildi. Takkelilerin nisbeti onda biri bile bulmazdı.

    Beş vakit namaz ve cuma namazları dinimizin temel emirlerindendir. Müslümanların başını çeken büyüklerin; kodaman ve kocaman İslâmcıların, din baronlarının, şeyhlerin, pabucu büyüklerin namaza, cemaate, camiye bütün Müslümanları çekmek için çalışmaları gerekmez mi? Niçin çalışmıyorlar?

    Birtakım İslâmcılar büyük büyük lâflar ediyor, “Biz Türkiye’ye İslâmî bir sistem getireceğiz” şeklinde boylarından büyük sözler sarfediyor. Onlarda zerre kadar iz’an, vicdan, akıl, sağduyu, firaset olsa bir cuma namazı vakti İstanbul’un haline bakar da, bu kadar iddialı konuşmazlar.

    İslâm adına ortaya çıkan kişilerin, üzerinde durmaya mecbur oldukları birtakım hayatî, zarurî, önemli meseleler ve maddeler vardır.

    Bunların birincisi tashih-i itikad meselesidir. Zamanımızda itikad konusunda büyük bozukluklar, sapıklıklar başgöstermiştir ve İslâmcı kodamanların umurunda bile değildir bunlar.

    İkinci önemli ve zarurî husus Müslümanların namaz kılmaya dâvet edilmesidir.

    Üçüncü husus, namaz kılan hür erkeklerin bu ibadetleri camilerde cemaatle yapmaya dâvet edilmesidir.

    Dördüncü husus, kadınların tesettürlü olmaları için çalışmaktır.

    Beşinci husus, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasının yapılmasıdır. Bunu herkes kendi bildiği şekilde yapamaz. İktidar sahipleri fiilen, ulema meşâyih söz ve yazı ile, halk da kalben yapar.

    Altıncı husus İslâm’ın kesinlikle yasaklamış olduğu lüks, israf, aşırı tüketim, gösteriş, kibir, gurur ile mücadele etmek; Müslümanları mütevâzı, kanaatkâr, tutumlu olmaya çağırmaktır. Bu çağrıyı yapan kodaman, kocaman, ileri gelen Müslümanların da yaşayışları ile örnek olmaları gerekir. Nemrud, Firavun, Neron gibi ihtişamlı ve debdebeli bir hayat sürenlerin, Müslüman halka kanaat konusunda öğüt vermeleri gülünç olur.

    Yedinci husus, insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile mücadele hususunda Müslümanları uyarmak ve bu hususta kendilerine yol göstermektir.

    Sekizinci husus, zekâtların, Şeriat’ın öngördüğü şekilde yerli yerine, yani öncelikle muhtaç ve fakir Müslümanlara verilmesi hususunda Ümmet-i Muhammed’i bilgilendirmek ve şuurlandırmaktır. Allah Kur’ân’ında kimlere zekat verileceğini kesin ve açık olarak bildirmiştir. Zekat almaya hakkı olmadığı halde zekat alanlar ve toplayanlar iyi bilmiş olsunlar ki, cehennem ateşi toplamaktadırlar.

    Maalesef İslâmî kesimde bu gibi konularda yeteri kadar faaliyet ve hizmet görülmemektedir. Birtakım adamların böyle konular ilgisini çekmez. Onların aklı fikri kendileri için para toplamaktır. Onlar nefs-i emmarelerine put gibi taparlar, nerede kaldı ki, başka Müslümanları nefsle mücadele konusunda uyarsınlar ve yetiştirsinler.

    Namaz, cemaat konusunda bir seferberlik açılsa, sözlü veya yazılı olarak milyonlarca Müslümana nasihat edilse namaz kılanların ve cemaate devam edenlerin sayısında artış olmaz mı? Elbette olur. Ancak din baronları böyle bir seferberliği başlatmazlar. Çünkü bu gibi hizmetlerde onlar için maddî ve mânevî menfaatler yoktur.

    On milyonlarca Müslüman boş, faydasız, incir çekirdeğini doldurmaz işler ve dedikodularla uğraşıyor. Peygamber “Namaz dinin direğidir. Kim o direği ayakta tutarsa dinini ayakta tutmuş olur, kim direği yıkarsa dinini yıkmış olur” diyor. Namaz Kur’ân-ı Azimüşşan’da elliden fazla yerde emir ve tavsiye buyurulmaktadır. Yine Kitabullah’ta kötü bir kavim için “Onlar şehvetlerine uydular ve namazı terkettiler” deniliyor.

    Müslümanlar geçen asrın başlarına kadar beş vakit namazı kılmışlardır. Son elli altmış sene içinde namaz konusunda ihmal, tehâvün (hafife almak) başlamıştır.

    İslâm’ı temsil iddiasında olup da namaz kılmayanlar haindir. Millî Mücadele yıllarında Ankara’ya giden Bediüzzaman Hazretleri, bir kısım mebusların namaz kılmadıklarını görmüş, çok üzülmüş ve bir küçük risale çıkartarak onları uyarmıştır.

    İstanbul’da, mutlaka namaz kılmakla mükellef olan, bu konuda Müslümanlara örnek ve model olması gereken otuz-kırk kadar resmî şahsiyetten sadece sekizi muntazaman beş vakit namaz kılıyormuş. Yazıklar olsun!

    İzinli oldukları günlerde namaz kılmayan birtakım adamlar varmış. Onlara da yazıklar olsun!

    İmam-Hatip mektepleri için feryad-ü figan kopartıyoruz. İşin içyüzünü bilenlere soruyorum: Bu okullardaki namaz kılan öğrencilerin nisbeti kaçta kaçtır? Bu çocuklarımızın yüzde yüz namaz kılmaları gerekmez mi?

    Türkiye Müslümanları namazı bırakacaklar ve sonra da iflah olacaklar. Ne boş ümittir bu.

    Beyim İslâm nizamını getirecekmiş. İslâm nizamını kullar getiremez. Allah dilerse tesis eder. Bizim vazifemiz, her şeyden önce, dinimizin temel ibadeti olan beş vakit namazı kılmak, cemaate devam etmek, namaz ve cemaat için gereği gibi çalışmaktır.

    Cezaevi Rezaletleri

    Yazılarımdan dolayı üç hapis cezası almıştım ve Yargıtay da bu cezaları tasdik etmişti. 1984’te Bayrampaşa cezaevine tıkıldım. Bir müddet sonra taşradaki başka bir cezaevine nakledilecektim. Dilekçe verdim; gazeteci olduğumu, yaşlılığımı, sağlığımın müsait olmadığını belirterek naklimin, masrafları tamamen tarafımdan karşılanmak üzere özel bir vasıta (bir otomobille, yanımda iki jandarma olduğu halde) ile olmasını istedim. Bu benim kanunî hakkımdı, birçok mahkum böyle naklediliyordu. İsteğimi kabul etmediler. Bir Eylül sabahı erkenden uyandırıldım, sevk yerine götürüldüm. Ceplerimdeki her şeyi boşalttılar, bir çöp bırakmadılar. Ellerimi bir zincir ile bileklerimden bağladılar, bir kilit astılar, anahtarını, gittiğimiz yerde açılmak üzre bir zarfa koydular, üzerine iki resmî mühür bastılar ve beni yirmi beş mahkum ile birlikte, madenî büyük bir tabuta benzeyen bir mahkum arabasına koydular. İçeride yirmi beş kişi vardı; hepimizi büyük bir sevk zinciri ile birbirimize müteselsilen bağladılar. Önde ve arkada polis eskort arabaları olmak üzere cehennemî bir hızla hareket başlatı. İstanbul sınırlarına geldik, eskortlar değişti, Kocaeli polisi nöbeti devr aldı. Benim sevkim Gerede’ye çıkmıştı, oraya kadar ellerimiz çözülmedi. Bir lokma ekmek yiyemedik, bir yudum su içemedik. Bazı ilaçları kullanıyordum, tabiî ki, onları da yutamadım. Bu şartlar altında tuvalet ihtiyacını da görmek imkansızdı.

    Hapishane arabası akşama doğru Gerede’ye vardı, orada zincirlerimiz çözüldü.

    Düşününüz, Türkiye’nin sözde medenî, sözde ilerici, sözde çağdaş sistemi, benim gibi yazılarından mahkum olmuş bir gazeteciye bu muameleyi reva görüyordu. Tehlikeli bir cani değildim, kaçacak halim de yoktu. Niçin yanımda iki kolluk vazifelisi olduğu halde bir otomobille sevkime izin vermemişlerdi?

    Mahkumiyetime sebep olan yazılardan birinde, “Bu hükümet hergün yüce divanlık birkaç suç işliyor” demiştim. Bu cümle suç sayılmıştı. Halbuki ben o yazıyı yazdıktan sonra o mâlum ve mâhut hükümetin iki bakanı yüce divana verilmiş ve hapis cezasına çarptırılmışlardı.

    Epey sıkıntılar çektim, Gerede’den Şile cezaevine tekrar sevkedildim ve hayli zaman geçtikten sonra bir cumhuriyet bayramı günü ceza müddetim doldu, salıverildim.

    Bu eski hatıraları niçin mi yazdım? 9 Kasım 2000 tarihli Hürriyet’te ünlü ve kabadayı bir vatandaşın, içinde bulunduğu cezaevi müdürünü döğdüğü, sonra ora savcısının başına sandalye attığı, ortalığı birbirine kattığı, hapishanede isyan çıkarttığı, birkaç mahkumu pencereden atıp öldürdüğü yolunda bir haber okudum da eski hatıralarım canlandı.

    Rejimin gücü, bakan protesto eden onbeş yaşındaki kıza yetiyor. Zavallı çocuğu tam kırk küsur gün içeride tuttular.

    Birçok hapishaneler devlet içinde devlet haline gelmiştir. PKK militanlarının ve teröristlerinin kapatıldığı bir cezaevi bir ara gerilla okulu, devrim üniversitesi gibi çalışmış diye rivayetler duyuyoruz.

    Hapishanelere telsiz telefonlar, cep telefonları, tabancalar sokuluyor.

    Hapishanelerde can güvenliği yok. Geceleyin âniden ışıklar sönüyor bir müddet sonra tekrar yanıyor. Bu süre içinde birtakım canhiraş feryatlar, küfürler, homurtular, böğürtüler duyuluyor ve bir de bakıyorsunuz ki, birkaç mahkum veya tutuklu şişlenmiş, yerlerde, yatakların üzerinde debeleniyorlar.

    Medya hapishanelerin durumu ile fazla meşgul olmuyor. Öyle birkaç sansasyonel haberle bu mekanların esrarı aydınlanmaz.

    Yıllarca önce Nokta dergisi bir yazı yayınlamıştı. Bir sübyan koğuşunda zavallı gariban bir çocuğun ırzına geçilmiş ve zavallı birkaç gün sonra ölmüş…

    Bu günkü hukuk, infaz sistemimizle bizi kesinlikle Avrupa Birliği’ne almazlar.

    Elbetteki sakin cezaevlerimiz de vardır. Lakin genelde durum çok bozuktur. Kanunlar nizamlar hiçe sayılmaktadır. Âsâyiş kalmamıştır. Yolsuzlukların, yamuklukların bini bir parayadır. Derin devlet büyüklerinin bu işlerle uğraşmaya vakitleri yoktur. Onların en birinci derdi ve meselesi irticadır. Onların nazarında bu ülkeye, bu devlete en zararlı şey İslâm kadın ve kızlarının başörtüleridir.

    Derin devlet dedim de hatırıma geldi: Eğitim Bilim dergisinin Kasım 2000 tarihli sayısında Sabataycı Ilgaz Zorlu ile yapılmış bir röportaj çıktı, başlığı “Derin Devlet Biziz” olan bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. (Tel: 0212/534 38 43 ve 45)

    Türkiye hapishaneleri niçin bugünkü hale gelmiştir? Bozulan sadece oraları değildir, bu memlekette her şeyin çivisi çıkmıştır. Bunun ana sebebi de ülkemizdeki sistemin, düzenin artık miadını doldurmuş, bitmiş olmasıdır.

    Şimdi derin devletçiler statükoyu muhafaza etmek için bazı Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçilerini ve Türkçülerini kullanmak istemektedir.

    Türkiye’nin büyük değişimlere ihtiyacı vardır. Statükoda ısrar edilirse rejim ile devlet birden batacaktır.

    Derin devletçiler, başörtüsü ile uğraştıkları kadar Ermeni meselesi ile de meşgul olsalar ya.

    İç ve dış düşmanlarımız Türkiye’nin kuyusunu kazıyor, bizim egemen azınlıklarımız ise nelerle uğraşıyor.

    Bakanlık makamına kadar çıkmış bir adam kaç banka batırdı, kaç katrilyon götürdü, onun hakkında hiçbir tahkikat yok.

    Türkiye babalar ülkesi oldu. Mafya babası, politika babası, rejim babası… Büyük babalardan birinin akrabaları, canları ciğerleri bin türlü pisliğe bulaşmıştır. Sadece birinin üzerine gidilebildi. Hepsinin birden üzerine gidilmesi gerekmez mi?

    Büyük, ünlü, güçlü Sabataycılardan birinin de pislikleri ortaya çıktı. Şimdi ne kadar Sabataycı, çağdaş, ilerici, sözde Atatürkçü varsa o adamı kurtarmak için seferber olmuştur.

    Sultan Abdülhamid zamanında hürriyet yoktu ama adalet vardı. Padişah tarafından sürülmek tehlikesine mâruz kalan bazı Jön Türkler, bir çare olarak kendilerini sivil mahkemeler tarafından tutuklatır, cezaevine girerlermiş. O zaman İstanbul’da Hilmi efendi isminde bir cinayet mahkemesi (Ağır ceza) reisi varmış, onun tutukladığı kimseyi sultan bile cezaevinden çıkartıp da süremezmiş.

    Adalet mülkün temelidir deyip duruyoruz. Bu söz Hazret-i Ali’nindir. Cezaevleri, infaz sistemi de adaletin önemli bir parçasıdır. Onların bugünkü durumuna bakarak, adalet temellerinin sarsıldığını, dinamitlendiğini söylersek mübalağa etmiş olmayız.

    Gemi Batarken

    1912’de ilk yolculuğunda, “Bu gemi batmaz, bu gemiyi Allah bile batıramaz…” dedikleri Titanic transatlantiği buz dağına çarpar, geminin projesini hazırlayan mühendis açılan 70 metrelik deliği görür, hesaplarını yapar ve Titanik’in bu yara ile kurtulmasının imkânsız olduğunu, geminin birkaç saat sonra dibi boylayacağını söyler.

    Yolcuları paniğe düşürmemek için bu acı hüküm hemen duyurulmaz. Orkestralar daha saatlerce çalar, lüks pistlerde danslar edilir, yeşil çuhalı masalarda kumarlar oynanır, nadide içkiler içilir. Lüks ve birinci mevkilerdeki hanımlar, beyler en şık elbisilerini giymişlerdir. Mücevherler ışıl ışıl parlamaktadır. Gülücükler, kahkahalar, gerdan kırmalar, füsunkâr bakışlar, iştihalı nazarlar, kibarlıklar gırla gitmektedir.

    Nihayet gerçek duyulur, bilinir, herkes can derdine düşer ama ne çare. Geminin yapımcıları ve kumpanyası onun sağlamlığına ve batmazlığına o kadar inanmışlardır ki, yeterli sayıda can filikası koymamışlardır. Binden fazla yolcu ve gemi personeli Atlantik’in derin ve buzlu sularında can verir.

    Aman yolcular paniğe kapılmasın, aman halk tedirgin olmasın, aman kütleler telaşa düşmesin diyerek acı, feci, katı gerçekler ve tehlikeler saklanıyor.

    İstanbul’da beklenen büyük zelzele konusundaki felsefe bu değil midir? Böyle bir facia gerçekleştiği takdirde bu şehrin, bu halkın durumu ne olacaktır?

    Uzmanlar geminin iktisadî, mâlî bakımdan dibe vurduğunu, vaziyetin gerçekten çok vahim olduğunu söylüyor. Titanic batarken orkestra en son “Tanrım bizi koru” ilahisini çalmış. Bizde Allah’a sığınmak da yasaktır, çünkü laikliğe aykırı olur.

    İstanbul’daki eğlence, sefahat, fısk, fücur, fuhuş yerleri adam almıyor. İçki seller gibi akıyor. Seks azgınlıkları son haddinde. Hedonizm, materyalizm, fuhşiyat, azamî haz ve zevk alma hırsı son haddine varmış.

    Ülke kazan gibi kaynıyor. Hapishanelerin durumuna bakmak yeterli fikir verir. Hapishaneler devlet içinde devlet olmuş. İktidar âciz vaziyette kalmış. Memlekette kanun korkusu kalmamış. Adam öldüren birkaç sene sonra çıkıyor.

    İçişleri bakanının şu sözünü levha yaptırıp her yere asmalı: “Medyaya akseden pislikler, mevcut pisliklerin binde biri bile değildir!”

    Ünlü, kodaman, kocaman bir adam vardı. Yüksek makam ve mevkilerde bulunmuştu. O da kaç banka batırdı, kaç katrilyon götürdü? Şimdi ne yapıyor? Yan gelmiş keyfine bakıyor, götürdüklerini çıtır çıtır yiyor.

    Bu memlekette soygun, talan, eşkiyalık, haramilik, hortumlama olmasa, bütçe ülke ve millet için harcansaydı, yollar oniksle (yeşil mermer) döşense bile geriye yine para artardı. Birtakım domuzlar yediler, yediler, yediler. Çatlayıncaya, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yediler. Ülke kara-haram para ile doldu. Çivisi çıkmadık müessese kalmadı.

    Millî kimliğe, dinî ve ahlakî değerlere, evrensel ve temel fazilet prensiplerine savaş açtılar. Bolşeviklik zamanında Rusya’da olduğu gibi Allah’la savaşa yeltendiler ve memleketi batırdılar. Hâlâ da akıllanıp uslanmış değiller. Zulümlerinde, küfürlerinde, azgınlıklarında, gaddarlıklarında bir azalma yok.

    Eğitimi bitirdiler, üniversiteleri resmî ideolojinin ve bozuk düzenin fidelikleri haline getirmek istediler.

    Birtakım namussuz, şerefsiz, alçak, vicdansız, rezil, bayağı, pespaye adamlar kendi küçük menfaatleri için, ihtiyacın üç misli memur tâyin ettirdiler. Bütçe bunların maaşlarını ödemeye yetmiyor.

    Ülkeyi, altından kalkamayacağı iç ve dış borçlara soktular. Devlet bunların faizlerini ödemekten âciz kaldı. Borç alınan paralar ne oldu? Onlarla gelecek nesillere ne gibi müesseseler, işletmeler bıraktılar?

    Uğursuz, meş’um, meymenetsiz bir zihniyet ve felsefe memleketi kuruttu. Tahıl ambarı olan, dışarıya buğday ihraç eden Türkiye şimdi ekmeklik buğdayını dışarıdan getirtiyor. Pirinç, fasulya, nohut bile ithal ediliyor.

    Dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar; şehvet ve içki kurbanları, kalpleri mühürlü imansızlar güruhu memleketi batırdı, bitirdi. Şimdi harabeler üzerinde baykuşlar gibi ötüyorlar.

    Yakın tarihimizin nice önemli kişisini, kodamanını tarihin yüce divanına vermek lazım. “Türkiye niçin bir Japonya, bir Güney Kore, bir Taiwan, bir Singapur gibi zenginleşemedi, sanayi kuramadı, kalkınamadı; şimdiye kadar niçin bir tek Nobel bile kazanamadı?..” Ülkemizin geri kalışının, batışının sorumlusu elbetteki halk değil, idarecilerdir.

    Dünyanın hangi medenî, hukuklu, ileri, oturmuş, sağlıklı ülkesinde bizdeki gibi din düşmanlığı yapılıyor? Stalin, Mao, Enver Hoca, Pol Pot zihniyetli birtakım adamlar, Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi Allah’a, Resûlüne, Kur’an’a, İslâm’a, Şeriat’a savaş ilân etmişlerdir. Pol Pot kâfiri Kamboçya’da, altıbuçuk milyon nüfusun yarısının canını katlettirdi de ne oldu? Başarabildi mi? Enver Hoca, 1966’dan itibaren dinleri, ibadet etmeyi, inanmayı yasaklamıştı? Sonunda ne oldu? Kendisi geberdi gitti, kızıl rejimi yıkıldı. Arnavutluk’a hürriyet geldi ama korkunç tahribat olmuştu.

    Bizde birtakım dinsizler, dindarları ortaçağ kafalı olmakla suçluyorlar. Asıl ortaçağ zihniyetliler onlardır. Ortaçağ Avrupasında din taassubu varmış, bizdeki fanatiklerde ise küfür, dinsizlik taassubu var.

    Batırılan bankalar yüzünden devlet şimdiye kadar seksen milyar dolar ödemiş. Bunun hesabını kim soracak, kim verecek? Bizdeki bazı adamlar kendilerini ondördüncü Louis gibi görüyor, “Devlet benim” diyorlar.

    Vaktiyle bundan yirmi beş yıl kadar önce bin bir türlü dalavere ile on bir milletvekili satın alınmış, bunlarla iktidar olunmuştu. Sonra bu satın alınan onbirlerden ikisi yüce divana verilmiş, hapse mahkum edilmişti. Başa geçmek için adam satın alan zihniyetten bu ülkeye, bu halka, bu devlete ne hayır gelir.

    Müslümanlara yakın tarihimizde nefes aldırmadılar. İslâm’ın ve Müslümanların bütün eğitim müesseselerini, okullarını, medreselerini, üniversitelerini, akademilerini kapattılar. Müslümanların güçlü bir aydınlar sınıfı yetiştirmesini engellediler. Dindar kesim içine birtakım casuslar, ajanlar, provokatörler, ajitatörler soktular. Çoğunluğu teşkil eden dindarları cahil bıraktılar. Böylece, bozuk düzenin alternatifini de yok ettiler, dejenere ettiler.

    Şimdi kurtulmak için Avrupa Birliği’ne girmeye çabalıyorlar. Nafile, siz bu kafa ve vicdan ile Avrupa Birliği’ne dahil olursanız, orayı da batırır, bitirirsiniz.

    Sabataycılık Tartışmaları

    Eğitim Bilim dergisinin Kasım 2000 tarihli nüshasında Ilgaz Zorlu ile yapılan röportaj gerçekten önemli bir yazıdır. “Derin devlet biziz!” başlığını taşıyan röportajdan bazı cümleler ve paragraflar sunuyorum:

    “Türkiye’de bu konu neden gizleniyor?” sorusuna cevap olarak Zorlu şöyle diyor: “Çünkü modern Türkiye’nin kurucuları arasında çok sayıda Sabataycı var… Türkiye’de büyük bir Sabataycı cemaat var ve bu cemaat çok şey yaptı, bunu kabul etmek lazım.”

    Soru: Kaynaklara ulaşılması engelleniyor olabilir mi?

    – “Tabiî ki engelleniyor, çünkü modern Türkiye’nin oluşumunda bu kadar etkin bir topluluğun faaliyetlerinden rahatsız olacak çevreler var.”

    Ilgaz Zorlu röportajın bir yerinde “Sabataycıların eski dinlerine (yâni Museviliğe)
    dönmeleri zamanı geldi” diyor.

    Zorlu şunları da söylüyor: “İttihad ve Terakki döneminde Sabataycıların fonksiyonunu üç yerde görüyorsunuz: İttihad ve Terakki Mason locaları ve İslâm tarikatları. Özellikle Melâmilik ve Mevlevilik içinde yaygınlar… 1924 nüfus mübadelesiyle Türkiye’ye geldikten sonra da Cumhuriyet kadroları içinde yer almışlardır. Aslında bu konudaki tüm soruların cevapları Genelkurmay arşivindedir. Genelkurmay arşivi açılmadığı sürece bu konu gizemini (esrarını) sürdürmeye devam edecektir.”

    “Sabataycılar kendi din adamlarını Melâmilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu da çok ilginçtir. Adam hahambaşıdır ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik, Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş (Müslüman) din adamı gibi görünür…”

    Soru: Peki hangi alanlarda etkili oluyorlar?

    – “Ekonomiden politikaya, eğitimden devletin derin organlarına kadar bütün alanlarda etkilidirler.”

    Soru: Sabataycılar bilindiği gibi üç gruba ayrılıyor. Bunların ortak bir özelliği var mı ve farklılıkları açısından yapmak istedikleri nedir?

    – “Tabiî çok ortak noktaları var. Sadece para kazanmak…”

    Yirminci asrın en büyük oryantalisti olan

    Louis Massignon

    “Müslüman Dünyası Yıllıklarında”

    ve başka yazılarında 1908’deki ikinci meşrutiyet hareketinin ve

    İttihad Terakki’nin arkasındaki en büyük güç ve tesirin Dönmeler ve Masonlar olduğunu yazmıştır.

    Sabataycılar modern Türkiye’ye damgalarını basmışlardır.

    Selanik Dönmeleri

    konusunun fazla abartıldığını, bir nevi paranoya haline getirildiğini iddia eden bazı yazarlar gaflet uykusundadır.

    Gerçekçi olmakla paranoyak olmak arasında büyük fark vardır. Türkiye’deki son yetmiş yıllık buhranlarda, ârızalarda Sabataycıların tuzu biberi çoktur

    . İzmirli haham ve sahte Mesih Sabatay Sevi

    , dolaylı olarak

    modern Türkiye’ye damgasını vurmuş bir şahsiyettir.

    İğreti ve yüzeysel Türk ve Müslüman kimliğiyle

    Şemsi efendi

    ; hakikî kimliğiyle haham

    Şimon Zvi

    olan eğitimci de yakın tarihimizin çok önemli bir şahsiyetidir. Uzmanlar tarafından yazılmış olan ilmî araştırmaları okumadan, tedkikat yapmadan, doğru dürüst bir bilgi sahibi olmadan “Paranoyadır, kıpırdayan her yaprağın arkasında Yahudi ve Sabataycı arıyorlar… Konuyu çok abartıyorlar… Adamcağızlar “Biz Müslümanız” diyor, öyleyse hüsn-i zan etmemiz gerekmez mi?..” diyen köşe yazarları yanılıyor ve yanıltıyorlar.

    Müslümanlar artık saflığı, bönlüğü, kırsal kesim zihniyetini, tarihin dışına itilmişliği, taşralılığı bıraksınlar ve var güçleriyle ilme, irfana, kültüre, araştırmaya yönelsinler. O zaman gerçekleri göreceklerdir.

    Köylü kafasıyla, delidana gibi koşuşturarak, Arap dünyasından ve Pakistan’dan gelen aktivist İslâmcılıklarla bugünkü hâle geldik, zillete duçar olduk.

    Bizim bilmediğimiz konu sadece Sabataycılık mıdır?

    Biz son yüzelli yıllık tarihimizi de bilmiyoruz. Dört başı mâmur, en az on ciltlik sağlam ve sahih bilgilere, belgelere dayanan bir

    “Türkiye Millî Mücadele Tarihi”

    yazabildik mi?

    Mustafa Kemal Paşa hakkında büyük, objektif, sadece gerçekleri yazan bir araştırmamız var mıdır?

    Müslümanlar asırlardan beri geri kalmıştır ve geri kalmışlık bugün de devam etmektedir. Türkiyeli Müslümanların şu aşağıdaki konularda temel eserler ortaya koymaları gerekmez miydi?

    1. Şu anda Batı Türkçesinin en büyük ve mükemmel gramer kitabı,

    Fransız Jean Deny

    ‘nin eseridir. Ondan daha iyisini ve güçlüsünü bizim yazmamız icap etmez mi?

    2. Zengin edebî-yazılı Türkçe’nin doğru dürüst,

    Fransa’daki Larousse ve Robert lügatleri gibi bir lügatı yoktur.

    Böyle bir eseri yazmak da Müslümanların vazifesidir.

    3. Başlangıcından bu güne kadar

    bin yıllık bir Türkiye tarihini de Müslümanlar yazmalıdır.

    En az on bin sayfalık belgeli, resimli, mükemmel bir tarih…

    4. Cuinet adlı Fransız’ın bundan yüz küsur yıl önce yayınladığı altı ciltlik

    Küçükasya Coğrafyası

    adlı kitap ayarında bir Türkiye Coğrafyası’nı da Müslümanlar yazmalıdır.

    5.

    İslâm Türk sanatları hakkında

    da yirmi yirmibeş ciltlik büyük bir külliyata ihtiyaç vardır. Mimarlık, hüsn-i hat, süsleme sanatları, Türkevi, Türk şehirciliği, halıcılık, kilimcilik, tahta sanatı, maden sanatı, giyim kuşam, serpuşlar ve daha yüzlerce konu…

    6. Henüz büyük bir

    edebiyat tarihimiz

    bile yoktur. En büyük şair ve edibimiz

    Fuzulî

    hakkındaki en geniş araştırma,

    Terzibaşıyan adlı bir Ermeni rahibi tarafından Ermenice yazılıp üç cilt halinde yayınlanmıştır.

    Biz, ülkemizdeki gizli, esrarlı, çok güçlü, modern Türkiye’ye damgasını vurmuş, iki kimlikli bir cemaati aydınlığa çıkartmak için uğraşıp duruyoruz. Bazı köşeyazarı beyefendiler de “Bunlar paranoyaklıktır, fazla abartılıyor, yaprak oynasa Yahudilerden ve Sabataycılardan bilecekler, bu kadar da olmaz ki, madem ki, adamlar “Biz Müslümanız” diyorlar, öyleyse Müslümandırlar…” gibi ucuz bir edebiyatla bizi baltalamaya çalışıyor. Ne günlere kaldık?

    Efendiler biraz ciddî ve mâkul olalım.

    Şu anda Türkiye’nin en güçlü şahsiyeti, Ankara’da önemli bir iktidar adamının eşi olan bir hanımdır. Bu kadın militan ve fanatik bir Sabataycı

    olup, çoğunluğu teşkil eden Müslümanların temel hak ve hürriyetlere sahip olmalarını, demokrasiden nasiplenmelerini, hukuktan yararlanmalarını, birinci sınıf vatandaş olarak kendi vatanlarında korkusuzca ve güven içinde yaşamalarını istememektedir.

    Sadece bu Sabataycı eş bile, Müslümanların bu konuyu dikkatle ve derin bir şekilde incelemelerini, araştırmalarını gerektirmez mi?