Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-3
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Mart 2019
Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-3
Bir gazetede bir takım yazarlar halkın anasına, avradına, kızına söğüp saysalar, böyle yayınlar alçaklık, edebsizlik, rezillik, namussuzluk, şerefsizlik, vahşilik olmaz mı?..
ve belki daha alçakça ve namussuzcadır.
Dünyanın hiçbir medenî, ileri, sağlıklı, hukuklu ülkesinde dinsiz ve şirret bir azınlığın, o ülkede hakim olan dine ve dinlere savaş açtığı, saldırdığı, hakaretler savurduğunu göremezsiniz. Böyle bir gerilik ve medeniyetsizlik bize, bazı üçüncü dünya ülkelerine mahsustur.
Milletin dinine, imanına, inandığı gibi yaşamak hürriyet ve hakkına karşı gelenler
ve böylece, dolaylı bir şekilde Türkiye’nin temellerini dinamitlemek, ülkeyi çökertmek istiyorlar.
Atatürk, falan diyeceklerdir. Yalandır.
İslâm’a ve Müslüman halka düşmanlık yapanların hepsi Sabataycıdır demiyorum ama
Bu adamlar ne yapmak istiyor?
Halk yığınları, hattâ âmme hukuku ve devlet nazariyeleri okumamış üniversite mezunları bile devletin ayrı şey, rejim veya sistemin ayrı şey olduğunu bilmezler. Bu yüzden birkaç yıldan beri, militan ve azılı din düşmanları yüzünden devletimizin itibarı erimektedir.
Eskiden batıcılık yaparlardı, ilhamlarını Batı’dan alırlardı.
İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. ABD’de, Hıristiyanlıktan sonra İslâm ikinci din olmuştur. O medenî, hukuklu, gerçekten demokrat, insan hak ve hürriyetlerine hürmet ve riayet edilen ülkelerde Müslümanlar, dinî kimliklerini koruyarak güven ve huzur içinde yaşıyor, kızlarını başörtüsü ile üniversitelere gönderebiliyor.
ilhamlarını diktatörlükle idare edilen küçük Tunus’tan alıyor. Orada Müslüman halka din hürriyeti tanınmıyor. Kadın ve kızların sokaklarda tesettürlü gezmesi yasaktır. Beş vakit namaz kılmak bir cesaret meselesidir.
Tunus Müslümanlar için bir zindan, bir cehennem olmuştur. Oradaki rejim sağlıklı mıdır, uzun ömürlü olur mu?
Dini siyasete âlet etmenin mahzurları varsa
bunu önlemek devletin işi değil, Müslümanların işidir.
Devletin temel nizamlarını Masonluk, dinsizlik, ateizm, Rotaryenlik, Lionsçuluk, Sabataycılık üzerine oturtmak maksadıyla propaganda yapmak, faaliyette bulunmak serbest ama Müslümanların İslâmî prensip ve hükümleri hayata hâkim kılmak için çalışmaları yasak. Böyle hürriyet, böyle demokrasi olur mu?
İslâm ve Müslümanlara düşmanlık edilmesi, dindar halkın ezilmesi Türkiye’nin en büyük ayıbıdır.
Yedinci asırda İslâm Mekke’de zuhur ettiği zaman, müşrikler iman edenlere büyük zulümler yapmışlar, Peygamber de onların Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermişti.
Türkiye’de okumalarına engel olunan tesettürlü kız çocuklarımızın bir kısmını Hıristiyan Batı ülkelerine göndererek onlara yüksek tahsil yaptırtmalıyız. Onları en güçlü üniversitelerde, bilhassa sosyal ve siyasal kültür alanlarında yetiştirmeliyiz.
Memnuniyetle öğreniyorum ki, birtakım varlıklı Müslüman aileler kızlarını dış ülkelerde okutmak üzere harekete geçmişlerdir. Bu iş o kadar kolay değildir. Kız çocukları korunmaya muhtaçtır. Bu yüzden tesettürlü kızların, gruplar halinde ve başlarında yaşlı ve tecrübeli hocalar, hocahanımlar olduğu halde okutulması gerekir. Ben öncelikle ABD, Kanada ve İngiltere’de öğrenci okutulmasını tavsiye ederim.
Dünyanın en ileri ülkelerinde, en parlak üniversitelerinde lisan ve edebiyat uzmanları, türkologlar, tarihçiler, sanat tarihi ve kültürü üzerine derin ihtisas yapmış elemanlar, siyasetçiler, hukukçular, mimarlar yetiştirmeliyiz. Böyle değerli kişiler açıkta kalmaz. Türkiye’deki sıkıntılar hep böyle ilelebed devam etmez.
Ülkemizdeki dinsizlik baskıları hür ve medenî dünyaya duyurulmalıdır. Müslümanlardan, hizmet ve yardım parası olarak milyarlarca dolar toplayan din baronları İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça kitaplar ve broşürler çıkartarak bizdeki egemen azınlığın İslâm’a ve Müslümanlara nasıl saldırdığını, Müslümanlara nasıl eziyet ettiğini dünya aydınlarının gözleri önüne sermelidir. “Dünya zaten biliyor…” demek ahmaklık olur. Birkaç uzman ve diplomat dışında Türkiye’deki dinsizlikleri dünya bilmiyor. Bunları duyurmak vazifesi bize ait bir iştir.
Maalesef bazı kodaman ve kocaman din baronları bozuk düzenle, kötü sistemle, zalimlerle anlaşmış vaziyettedir. Müslümanlara yapılan zulümler din sömürücülerini hiç ilgilendirmiyor. Onların dini imanı paradır, putları ise nefs-i emmareleridir.
Bugünkü gidiş gösteriyor ki,
Köylülerden, gecekondu halkından, ihtiyarlardan başka kimsenin başörtüsü takmasını istemiyorlar. Bu bir vahşettir, medeniyetsizliktir, asıl gericiliktir.
Müslüman kızlar ABD, Kanada, İngiltere, Almanya ve diğer medenî ve demokrat ülkelerin üniversitelerine başörtüleriyle serbestçe gidiyorlar, yüksek tahsil yapıyorlar da Türkiye’de niçin gidemeyecekler, yapamayacaklarmış…
Müslümanların başlarına gelen felâketlerin asıl sebebi din sömürüsü yapılmasıdır
Dinsizlere en büyük kozu bu sefiller ve sürüngenler vermiştir.
Yüce İslâm dinini âlet ve vasıta kılarak,
yaparak zengin olmak, ün ve makam kazanmak en büyük alçaklıktır.
Ümmet işleri meşveret
adalet, emanete riayet, ihlâs, istikamet, sıdk ile görülmelidir. İslâmî hizmet ve faaliyetlerde şarlatanlığın, soytarılığın, Firavunluğun, Nemrudluğun yeri yoktur. Hiçbir islâmî hizip, fırka, tarikat, cemaat din ile özdeşleştirilemez.
Tağutî ahlâk ile, Makyavelizm ile hareket edilirse, hizmet edilmez, hezimete sebebiyet verilir.
Müslüman kitleyi sömüren, aldatan, yanıltan ve dolandıran arivistler cahilliği teşvik ediyorlar. Onlar ancak cahilliğin karanlığında iş yapabilir, tezgah kurabilir. İlmin, irfanın, edebin, firasetin nuru onların foyasını kısa zamanda açığa çıkartır.
İlkokul tahsilli nice kişi çıkıyor ve sanki siyaset kültürünün ordinaryüs profesörüymüşler gibi ahkâm kesiyor. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Kendileri gibi düşünmeyen kişiler münafıktır. Onlar has Müslümandır, onların meşreblerinden olmayan, tercihlerini paylaşmayan Müslümanlar ise sapık ve bozuktur. Müslümanları aldatan ve dolandıran birtakım baronlar bu çarpıklığa hiçbir tepki göstermezler. Tepki göstermek bir tarafa, âferin derler, sırtlarını sıvazlar, daha da kışkırtır ve azdırırlar.
Geçmiş tarihte, bir Ramazan ayının Kadir gecesinde, Bursa’nın Ulu Camii’nde feci, dehşet verici bir cinayet işlenmiştir. Tarikat mensubu bir grup Müslüman o gece oraya cemaatle tesbih namazı kılmak için gelmişler, câhil bir güruh “Dinimizde böyle bir namaz yoktur, kılamazsınız, size bu konuda izin vermeyiz“ demişler, tartışma çıkmış, tartışma arbedeye ve fiilî çatışmaya dökülmüş ve sonunda o mübarek gecede, o mübarek makamda, beytullah olan o camide çok muhterem bir Müslüman öldürülmüştür. İşte cahilliğin, işte taassubun, işte müsamahasızlığın, işte hizib ve meşreb asabiyetinin, işte kemalsizliğin korkunç sonucu.
Zamanımızda da böyle gözü dönmüş mutaassıplar vardır. Bunlar mezheplerini, tarikatlarını, hizip ve fırkalarını, meşreblerini, tercihlerini İslâm dini ile özdeşleştirmişler ve bunları paylaşmayan farklı Müslümanları müşrik, kâfir, sapık olarak ilân etmişlerdir. Allah böylelerinin şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i, Türkiye’yi muhafaza buyursun.
Ben bir ara bu kabil adamların çok iftirasına, düşmanlığına, kinine mâruz kaldım. Kendilerini islâh etmişlerse hakkım helâl olsun. Taassupta ve azgınlıkta devam ediyorlarsa helâl etmiyorum hakkımı.
Allah mü’minleri Kur’ân’da kardeş etmiştir. Âyette meâlen “Hiç şüphe yok ki, bütün mü’minler kardeştir“ buyuruluyor. Allah’tan korkmaz mutaassıp cahiller mü’min kardeşine karşı sönmez bir kin, bitmez bir düşmanlık besliyor. Onlar kendilerini yalancıktan pohpohlayan kâfirlere ve müşriklere karşı pek nazik, pek yumuşak, pek merhametli; farklı meşreb ve görüşlere bağlı mü’min kardeşlerine karşı pek şiddetli, pek yavuz, pek amansızdırlar.
Din sömürüsü yapan arivistler, demagoglar, sahte şeyhler (hakikilerinin ellerinden öperim), sahte mesihler, sahte gavslar, sahte koca mücahidler, sahte kutublar, sahte kurtarıcılar bu mutaassıpları kışkırttıkça kışkırtıyor. Bizden olmayanlara sövün sayın, dedikleriniz azdır, daha fazla düşmanlık edin, hakaretler savurun. Bize para toplamayı da unutmayın. Dâvâmızın çok paraya ihtiyacı vardır, neyiniz varsa verin. Paranız yoksa karılarınızın mücevherlerini toplayıp getirin, evinizi satıp parasını bize ulaştırın…
Birtakım adamlar çıkıyor, kendileri gibi düşünmeyen farklı Müslümanları tekfir ediyor (küfürle suçluyor). Bir Müslümanı küfürle suçlamak, kâfirliğini ilân etmek hiç kimsenin hakkı değildir. Bu iş, sadece hakikî müftülerin verecekleri fetvalara dayanılarak selahiyetli kadılar tarafından hükme bağlanabilir. İtikad ilmiyle ilgili kitaplarımızda, “Bir mü’mini tekfir edenin kendisi kâfir olur“ diye yazılıdır.
Bir takım cahiller memleketin başında bulunan, ülkeyi idare eden kimselere verip veriştiriyor, sövüp sayıyor. Bu adamlar bilmiyorlar mı ki? Resûl-i Kibriya Efendimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz“ buyurmuştur. İslâm inancına göre, bir memlekette re’s-i kârda (işin başında) bulunan kimseler o makamlara ilâhî kaderle geçmişlerdir. Onların zulmünden kurtulmanın tek çaresi, onlara sövüp saymak, küfür etmek değil, kendimizi islâh etmektir. Çünkü biz Müslümanlar cahil, bozuk, ilimsiz, irfansız, büyük ve küçük cihadsız kaldığımız müddetçe, paramparça , binbir fırkaya bölünmüş olduğumuz takdirde başımıza iyi ve salih kimseler gelmeyecektir.
Filanca büyük zat çok bozukmuş, falanca iktidar sahibi çok kötüymüş, feşmekan idareci çok fasık ve facirmiş… Böyle konuşan adamlara aynaya bakmalarını tavsiye ederim. Sizin gibi Müslümanlara böyle adamlar uygun ki, onlar başa geçirilmiş. Yoksa siz Fahr-i Kâinat efendimizi tekzibe mi yelteniyorsunuz?
Ezanlar okunur, şuurlu Müslüman geçinen, İslâmcı postuna bürünen adamlar camiye gelmezler, Şeriat’ın kesin emri olan cemaati yerine getirmezler. Dinimiz gıybeti yasaklamıştır. Kur’ân’da gıybet eden kimse sanki ölü kardeşinin etini yemiş gibi günah işlemiş, çirkin bir iş yapmış olur buyuruluyor. Koyu dindar ve sofu bir güruh vardır ki, durmak dinlenmek bilmeden devamlı şekilde gıybet eder. Dinimiz, zina suçu işlememiş kadınların namusuna dil uzatılmasını da yasaklamıştır. Bir kadının namusuna dil uzatıp da onun kötülüğünü isbat edemeyen kimseye yetmiş sopa vurulur. Buna kazf haddi (cezası) denir. Şeriat’ın vurduğu sopa da şiddetlidir.
Peygamber Efendimiz, “Müslüman öyle bir kimsedir ki, onun elinden ve dilinden öteki Müslümanlar emin olurlar“ buyurmuştur. Şimdi nice yalancı ve sahte Müslüman var ki, dilleriyle iman kardeşlerine eza ve cefa etmektedir.
Bu yazım bazılarının hoşuna gitmeyecektir. Gitmesin. Ben zaten şunun bunun hoşuna gitsin diye yazmıyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim de yoktur.
Her Müslüman aklını başına toplamalıdır. Ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olan herkes Müslümandır. Biz kimsenin kalbini bilemeyiz. İki temel ölçü, ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olmaktır. Hiçbir meşreb, mezhep, tarikat, fırka, hizip din ile özdeşletirilemez. Bunları İslâm ile özdeşleştirmek sapıklıktır. Meşrebi, tercihi, tarikatı, metodu seninkine ters düşse de mü’min kardeşini dışlamaya, ona düşmanlık etmeye, ona sövüp saymaya, ona kin beslemeye hakkın yoktur. Kebair (büyük günah) işlese de mü’mine düşmanlık edemez, onu kardeşlikten atamazsın. Çünkü mü’minde iman denilen ilâhî bir cevher vardır. Düşmanlık, ondaki günaha edilir, onun şahsiyetine değil.
Hangi adam çıkıp da “Biz Türkiye Müslümanları bu idareye, bu idarecilere layık değiliz“ diyebilirler. Böyle bir söz, Peygamber’in, “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz“ hikmetine ve hükmüne aykırı düşmez mi?
Bu memlekette ulema kalmadı mı ki, bu gerçekler halka anlatılmıyor?
Kitabullah’da “Allah, bir toplum kendini bozmadıkça onu bozmaz“ buyuruluyor. Bugünkü bozukluktan kurtulmak için kendimizi islâh etmemiz gerekir.
Peygamberimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız“ buyuruyor. Yüreklerindeki kin ve garaz ateşi ağızlarından saçılan adamlar bu âyet ve hadîslerden ibret almıyorlar mı?
Hinoğlu hin din baronları peşlerine düşen cahil ve irfansız Müslümanları kandırarak, kışkırtarak, birbirlerine düşman ederek, daha fazla para, daha fazla ün, daha fazla itibar temin etmeye çalışıyor. Zaten fitnenin başı onlar değil midir?
1. Herkesi okuturuz, böylece bilgi ışıkları her yeri aydınlatır ve halk yükselir, ülke kalkınır.
– Okutmakla halkın yükselmesi ve ülkenin kalkınması iki şeye bağlıdır. Bir, ne okuttuğuna; ikincisi kimleri okuttuğuna; Hak, doğru, güzel, faydalı, hikmetli ilimler okutacaksın; bunları okumaya, öğrenmeye ehil, layık kaliteli insanları okutacaksın. Hazret-i Ali, “Eşrara (şerlilere, kötülere) ilim öğretmek, eşkiyaya silah temin etmek gibidir“ buyurmuştur.
2- Bugünkü anayasa iyi ve uygun değildir. Onun yerine iyi bir anayasa hazırlanıp yürürlüğe konulursa devlet, halk, ülke kurtulur.
– Bu kadar ucuz değildir kurtulmak. Anayasanın değiştirilmesi elbette gerekir ama anayasa sihirli değnek değildir. Tepeden tırnağa kadar köklü, büyük, esaslı bir değişim gerekmektedir. İlk önce resmî ideoloji kaldırılacak, sonra eğitim ve üniversiteler millî kimliğe, akla, hikmete uygun bir yapıya sokulacak; politika, hukuk, temel müesseseler islah edilecektir. Dört başı mâmur ve her konuyu içine alan bir kurtuluş plan ve programı hazırlanıp tatbikata geçirilmedikçe kurtuluş ve yücelme bir hayaldir. Böyle bir plan ve program yapılsa bile, başarılı bir şekilde uygulanmadığı taktirde yine netice alınmaz.
3. Şu anda en büyük eksikliğimiz paradır. Para bulunur, borçlarımız ödenir, iktisat rayına oturtulursa kriz ortadan kalkar.
– En büyük eksikliğimiz para değil beyindir. Biz bu kafa ve zihniyetle gidersek, Amerika’nın bütçesini bize verseler onu da yer bitirir, israf eder ve yine düze çıkamayız. Bize, 1945’te İkinci Dünya Savaşı’ndan feci şekilde yenik çıkan ve kayıtsız şartsız teslim olan Almanya ve Japonya’daki gibi beyinler, kaliteli insanlar ve iradeler lazımdır. Ülkeleri, devletleri, milletleri güçlü yapan insanlarının kalitesidir.
4. İslâm uygulanırsa Türkiye kurtulur, yükselir.
– Nazarî bakımdan bu söz doğrudur. Lakin İslâm’ı hangi kadrolar, hangi beyinler uygulayacak, bu husus mühimdir. Pakistan bir İslâm Cumhuriyetidir ama orada işler iyi gitmiyor, darbeler oluyor. 200 milyar dolar kara para varmış orada. Ülkede büyük bir kokuşma mevcutmuş. Bu ülkede İslâm’ı kırsal kesim, gecekondu, varoş zihniyetli Müslümanlar hakkıyla uygulayamaz. Bilgi, aksiyon ve estetik bakımdan çok kaliteli, çok güçlü, çok üstün Müslüman kadrolar bulunmadıkça İslâm uygulanamaz.
5- Bizi düşmanlarımız bu hale getirdi. Onlar olmasa her şey düzelecek, işler yoluna girecek.
– Bunlar kuruntudur. Bizim en büyük düşmanımız kendimiziz. Dışarıdaki düşmanların önemini abartmayalım. Cahil, ahlâksız, kalitesiz, faziletsiz, emanete hıyanet eden bir Müslüman İslâm’ın ve Müslümanların dolaylı bir düşmanıdır. Yine yamuk işler yapan faziletsiz bir Türkçü ve milliyetçi de Türklerin ve Türkiye’nin düşmanıdır.
6- Türkiye’yi kurtaracak şey sekülerleşme, yani çağdaşlaşma, din ile hayatı birbirinden ayırmaktır.
– Türkiye dinden uzaklaştıkça batmaktadır. Çağdaşlığın bu noktasında bu kadar batmış bulunuyoruz. Çağdaşlık daha ilerlerse daha fazla batacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Din hayat demektir, o giderse hayat, varolmak da gider.
7- Türkiye İslâm ülkeleri içinde durumu en iyi olan memlekettir. Bunu da dinsizliğe borçluyuz.
– Ne büyük bir hezeyan. Bir kere Türkiye’nin durumunun iyi olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Binaenaleyh en iyi olması da mevzuubahis değildir. “İslâm dünyası içinde durumu en az kötü olan Türkiye’dir“ denilse bile bu da tartışılabilir bir iddiadır.
8. Cumhuriyet tehlikededir. Devletimizi tehdit eden en büyük tehlike de irticadır.
– Cumhuriyetin tehlikede olduğu doğrudur. Ancak irtica diye bir tehlike yoktur. Asıl tehlike ehliyetsizlik, liyakatsizlik, derin devletçilik, resmî ideoloji, demokrasiye ve hukuka aykırı teori ve uygulamalar, kokuşma, devletin ve mahallî idarelerin bütçelerinin hortumlanması, ülkenin çok kötü idare edilmesi, İslâm’ın ve Müslümanların tehlike olarak görülmesi, Sabataycı militan bir azınlığın diktatörlük hevesi, rüşvetin yaygınlaşması, eğitimin ve üniversitelerin dejenere edilmesi, din ve inanç hürriyetinin çiğnenmesi, yüksek tabakanın dejenere olması gibi hususlardır. Cumhuriyet fazilet rejimidir. En büyük tehlike faziletsizliktir.
9- Laikliği var gücümüzle koruyacağız.
– Bir şeyin korunabilmesi için öncelikle var olması gerekir. Türkiye’de laiklik yoktur ki, korunabilsin. Bizdeki sistem “Devlet dini“ sistemidir. Laiklik boş bir edebiyattan ibarettir. 1928’de anayasadan, “Devletin dini, İslâm dinidir“ maddesi kaldırılmıştır ama uygulamada bu madde yürürlüktedir. Kabinede din işlerinden sorumlu bir bakan bulunmaktadır. Devletin resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Devletin, resmî memur statüsünde yüz bin imamı, müezzini, müftüsü, vaizi, din hocası mevcuttur. Devletin beş yüzden fazla İmam-Hatip okulu, onyedi İlahiyat Fakültesi vardır. Böyle bir sistem nasıl laik olabilir?
10- Laiklik cumhuriyetin, medeniyetin, yücelmenin, ilerlemenin vazgeçilmez şartıdır.
– Dünyada, anayasalarında laiklik yazan iki ciddî ve büyük devlet vardır ki, bunun biri Türkiye, diğeri Fransa’dır. Türkiye’de laikliğin adı vardır, kendisi yoktur. Fransa gerçekten laiktir. Bu iki devletin dışındaki bütün büyük, güçlü, kalkınmış, medenî, ilerleyen devletler laik değildir. Meselâ demokrasinin, hukukun, insan haklarının vatanı olan İngiltere’de devlet başkanı aynı zamanda millî Anglikan kilisesinin de başkanıdır. Komşumuz Yunanistan Avrupa Birliği’ne girdi, orada da laiklik yoktur; din ve devlet uyumu ve işbirliği vardır. Dünyanın en güçlü devleti olan ABD’de paraların ve pulların üzerinde “Biz Allah’a güveniyoruz“ yazılıdır ve orada yaşayan Müslümanlar dinlerinden, inançlarından, başörtülerinden, sakallarından, kıyafetlerinden dolayı hiçbir zulme, baskıya mâruz kalmamaktadır.
11- Biz kadınları hürleştirdik. İslâm’da kadın hakları kısıtlıdır.
Sınırsız hürriyet olmaz. Kadınlara, üzerinde devletin resmî damgası bulunan “vesikalarla“ fuhuş yapmak hürriyeti ve imkanı tanınamaz. Hürriyet tek başına bir değer ve mânâ taşımaz. Onun yanında saygı, haysiyet, adalet gerekir. Kadın, insan olmak bakımından hukuk önünde erkeğin eşitidir. Lakin kadın kadındır, erkek de erkek. Niçin futbol takımlarında kadınlarla erkekler birlikte oynamıyor? Niçin olimpiyatlarda kadınlar ayrı, erkekler ayrı ekipler halinde yarışıyor? Niçin orduların yarısı kadın, yarısı erkek değil? Niçin dünyanın hiçbir ülkesindeki parlamentoda milletveklilerinin yarısı kadın, yarısı erkek değil?.. İslâm anne olarak, zevce olarak, iffetli kadın olarak kadınlara en büyük değeri vermiştir. Ne kölelik ve ikinci sınıf insan statüsünde bulunmak, ne de ölçüsüz bir hürriyet. İslâm’ın kadın konusundaki hükümleri ve tutumu orta yoldur, itidaldir, yaratılışa ve tabiata en uygun mevkidir. Kadına resmî fahişelik vesikası verenler, kadını seks ve şehvet âleti olarak görenler, tesettür ve kafes aleyhtarı bir edebiyatın gölgesinde kadını her yerde ve her fırsatta kafesleyenler kadın haklarından bahsetmesinler.
Müslümanlar rahata, konfora, lükse, keyfe, zevke, kolaylığa düşkün oldu. Dinî hassasiyet ve titizlik her geçen gün azalıyor. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmıyor; kötülüklere, zulme, zındıklık ve sapıklıklara meşrû hudutlar içinde gereken reaksiyon gösterilmiyor, haksızlığa ve felakete mâruz kalan Müslümanların yardımına gereği gibi koşulmuyor.
Müslümanlar böyle pasif, mızmız, uyuşuk, duygusuz, gayretsiz, hamiyetsiz hale nasıl gelmişler veya getirilmişlerdir?
Din baronlarının aklı fikri para, menfaat, şöhret, riyaset ve alkış temin etmektir. Kendilerine bir tenkit yöneltilince küplere binerler ama dine saldırılınca sesleri çıkmaz.
Din nasihat (öğüt) demektir. Resûlullah efendimize (Salat ve selam olsun ona) “Din nedir?” diye sorulmuş, “Nasihattir” buyurmuşlar. Soru iki kere daha tekrarlanmış, ikisinde de aynı cevabı vermişler, “Nasihattir” demişlerdir. Bugün ülkemizde Müslüman halka, idarecilere, aydınlara, hattâ İslâm karşıtlarına nasihat edecek ulema ve meşâyih sınıfı kalmamıştır. Diyanet teşkilatı rejimin ağır baskısı altındadır, gerekli ve yeterli nasihati yapamıyor.
Yıllardan beri Müslümanlar günlük dedikodular, incir çekirdeğini doldurmaz sun’î reçeteler, faydasız gündem maddeleri ile meşgul edilip duruyor. Milyonlarca dindara, olmayacak dualara âmin dedirtiliyor. İslâmî hizmetler yapacağız, İslâm nizamını getireceğiz, Asr-ı Saâdet’i yine yaşatacağız diyerek son otuz yıl içinde Müslümanlardan, yekûnu milyarlarca dolara varan paralar toplandı. Bunların ne kadarıyla mutlaka yapılması gereken, elzem, zarûri, hayatî hizmetler yapılmıştır? Müslümanların birinci ligte oynayan çok vasıflı, çok güçlü, çok üstün bir medyası bile yoktur.Din baronları köylü, gecekondu zihniyetli, varoş kafalı insanlardı; İslâmî kesimi de kendilerine benzettiler. Ümmet-i Muhammed’i futbol kulübü yapılı bir sürü cemaate, hizbe, fırkaya ayırdılar; câhil Müslümanları bu kulüplerin hooliganları haline getirdiler, birtakım amigolar yetiştirdiler.
Müslümanların stratejik araştırmalar yapan ciddî enstitü ve vakıfları yok. Müslümanların dünya standartları seviyesinde eğitim veren güçlü kolejleri yok. Müslümanların mimarlıkla, şehircilikle, hukukla, güzel sanatlarla, giyim kuşam tasarımıyla ilgili müesseseleri yok. Müslümanlar bu ülkede kelle sayısı, kemiyyet itibarıyla çoğunluktalar ama barolar birliği onların elinde ve kontrolünde değil, mühendisler odası onların kontrolünde değil, keza mimarlar odası da Müslümanların elinde değil, Müslümanlar sanki kuru kalabalık durumuna düşürülmüştür. Peki bunca din baronu, kocaman ve kodaman Müslüman, küçük dağları ben yarattım edasındaki pabucu büyükler şimdiye kadar ne yapmışlardır? Bunların bazıları mal beyanında bulunabilirler mi?
Zındıklar, sapıklar dinî sahada cirit atıyor, ucu küfre kadar gidecek bir sürü yanlış fetva ve ruhsat veriyor, lakin dinî kesimin sorumlularından bir itiraz iniltisi bile çıkmıyor. Geçen gün bir gazetede ilahiyatçı bir adamın “Kur’ân’da kadınların tesettürü konusunda kesin emir yoktur” şeklinde bir görüşünü okudum. Böyle bir hezeyana karşı Müslüman kesimden büyük reaksiyon gelmeliydi. Eli kalem tutan hocalar, din tahsili yapmış kişiler hemen cevap vermeliydi. Maalesef böyle şerhler, reddiyeler, cevaplar yazılmıyor. Şeyh Filânüddin efendiye bağlı olan bir Müslüman, Filanüddin hazretlerine saldırılınca büyük reaksiyon gösteriyor ama dine, Peygamber’e, Kur’ân’a, Şeriat’a saldırılınca tepkisiz kalıyor. Bu da bir sapıklık değil midir?
İlahiyatçı bir zındık on küsur yıldır bir sürü hezeyan üretti. Bu adamın kitap ve makalelerinde binlerce bozuk yer var. Bu adamı bütün dinsiz gazeteler, televizyonlar reklam ediyor. Kazandığı paraların milyonlarca doları bulmuş olduğu söyleniyor. Peki bu adama karşı ehl-i sünnet ve cemaat hocaları gereken cevapları veriyorlar mı? Heyhat!
Dinsizliklere, zındıklıklara, sapıklıklara cevap vermek o kadar zor bir iş değildir. Yüzlerce sayfalık bozuk bir kitap, otuz kırk sayfalık bir reddiye ile berhava edilebilir. Lakin bu işi kimler yapacak? Bu iş için para lazımdır. Hizmet edeceğiz, faydalı faaliyetler yapacağız, sizi kurtaracağız diye Müslümanlardan milyarlarca dolar toplayan sahte önderler, din baronları, sahte şeyhler, sahte kurtarıcılar böyle zarurî ve elzem (en lüzumlu) hizmetler için zırnık vermezler.
Dinî bir cemaat, dinimizi temellerinden dinamitleyen bir zındığa resmen ödül vermiştir. İslâmî kesimin kalemşörlerinin, çokbilmişlerinin, baronlarının bu taltifi tenkit etmeleri gerekmez miydi?
Bazıları, zındıkların da din hizmeti yaptığını iddia ediyor. İyi bilinmelidir ki, zındıklıkla din hizmeti birlikte yürümez. Hindistan ve Pakistan’da kendilerini has Müslüman olarak gösteren Kadiyaniler vardır. Bunlar, 1912’de vefat etmiş olan sahte mesih ve yalancı peygamber Gulam Ahmed Kadiyanî’nin peşinden giderler. Onların dininde Kelime-i şehadet şöyledir: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hazret-i Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna ve Mirza Gulam Ahmed’in nebi olduğuna şehadet ederim.” Bende onların Moris adasında basılmış Fransızca bir ilmihal kitapları var, aynen böyle yazmaktadır. Bu adamlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, hacca giderler, din propagandası yaparlar. Fakat Mirza Gulam Ahmed’i peygamber olarak kabul ettikleri için dinden çıkmışlardır. Pakistan millet meclisi, Kadiyanilerin Müslüman olmadıklarına dair bir kanun çıkartmıştır. Bu adamlar hem Kur’ân okurlar, hem de Gulam AhmedKadiyani’nin Arapça, Farsça, Sanskritçe karışımı kitaplarını kutsal kitap olarak kabul ederler. Bunların dünyanın çeşitli yerlerinde misyonerlik teşkilatları vardır. İslâm’a çağırıyoruz diye kendi özel dinlerine çağırırlar. Şimdi Kadiyaniler için, “Bunlar dine hizmet ediyorlar, tenkit edilmesinler” demek doğru olur mu?
Müslümanlara nasihat etmek gerek. Müslümanları uyarmak gerek. Müslümanların daha hassas, daha gayretli, daha hamiyetli, daha uyanık, daha şuurlu olmaları için propaganda ve telkinat yapmak gerek.
Vatan, millet ve devlet hâini olmak için gizli askeri haritaları yabancılara para karşılığında vermekten başka yollar da vardır. Meselâ, Türkiye’nin yüzde yüz yerli-millî üstün otomobiller üretip bütün dünyaya satmasını engelleyip; demode, çirkin, ihraç imkânı olmayan, geri teknolojili berbat otomobiller üretip de iç piyasayı tokatlamak da bir türlü vatan hâinliğidir.
Bütün dünya nükleer enerji santrali yapmayı durdurmuşken şimdi ülkemizde atom santralı yapılmak isteniyor. Bu işin bütçesi mi? Üç milyar dolardır.
Ya Rusya ile yapılan doğalgaz pazarlıkları… Öncü gazetesi bu konuda “Grozni direniyor, Ankara düştü” diye manşet attı.
Emin Çölaşan önemli bilgiler ve belgeler bulmuş, bir yazı yazmış, lakin Hürriyet gazetesi bu yazıyı sansürlemiş.
Adamın biri hem Cumhurbaşkanı olmak istiyor, hem de kardeşi, yakınları ve dostları ile trilyonlar, katrilyonlar vuruyor. Aleyhlerinde yazan çizen var ama o ateşlerin bu heriflere fazla tesiri olmuyor. “Zırlasınlar dursunlar…” diyorlar.
Bir kodamanın kardeşi, yeğeni, eşi dostu, etrafı vurdukça vuruyor, götürdükçe götürüyor. Fazla ses çıkartan yok. Zaman zaman iftiraya uğradık diye mahkemeye veriyor ve milyalarca lira tazminat alıyorlar.
Birtakım temel müesseseler hakkında anketler yapılıyor, ciddî araştırmalar yapılıyor ve ortaya korkunç neticeler çıkıyor. Rüşvet, komisyon, kokuşma, haram para, yiyicilik… İsim vererek yazanı böcek gibi ezerler.
Önemli bir yerin belediye başkanı vardı. Kendisi, ağabeyi, akrabası, yakınları korkunç soygunlar yaptılar, vurgunlar vurdular.
Rüşvet gırla gitti, uyduruk paravan bir vakıf kurdular, iş sahiplerinden vatandaşlardan makbuzlu bağışlar topladılar. İmar izni olmayan arsaları ucuza kapattılar, sonra izin çıkartıp üzerlerine bina yapıp pahalıya sattılar. Bu yolla binlerce arsa ve bina inşa ettikleri söyleniyor. Katrilyonluk servetleri var. Zırhlı arabalarla, gorillerle, muhafızlarla dolaşıyorlar. Yine de korku, endişe, huzursuzluk içindeymişler. Beter olsunlar, sonları iyi olmasın!
Bir başkası dürüst adam rollerine çıktı, halkın gözünü boyadı. Duyuyoruz ki, 70 – 80 trilyon götürmüş bu dürüst adam.
Kimisi devleti, ülkeyi soyuyor, kimisi de peşine takılan ahmakları. Taraftarlarından yüzlerce trilyon toplayıp zimmetlerine geçiren haramiler var. Çoluk çocukları, yakınları hep süper zengin oldular.
Adapazarı’nda çok zengin bir aile varmış. Mülklerin, milyarların haddi hesabı yokmuş. 17 Ağustos zelzelesinde hepsi yerle bir olmuş. Bu dünya bir varmış bir yokmuş dünyasıdır. Gel de bu gerçeği gözleri para hırsıyla, menfaat azgınlığı ile dönmüş olanlara anlat.
Kimi kodamanlar artık iyice yaşlanmış, lakin hırsları, iştihaları dur durak bilmiyor. Bir ayakları çukurda, kabrin kapısına gelmişler, akılları fikirleri hâlâ para, menfaat, riyaset, şöhret, alkış, dünya dağdağası. Kırkından sonra azanı teneşir paklarmış, peki bunları ne paklar?
Otuzlu yıllarda büyük bir şehrin başındaki zat, üzerinde kutsal kelimeler yazılı mezar taşlarını toplatıp bunlarla lağımları kapattırmış. Aynı zat, önündeki otelin orkestrasını tâciz ettiği için tarihi bir caminin minaresini sabaha kadar bir gece içinde tanzifat amelesine (temizlik işçilerine) yıktırtıp molozunu denize döktürmüş. Mahalleli sabahleyin kalkınca bir de bakmışlar ki, minarenin yerinde yeller esiyor. Demokrat Parti iktidara geçtikten sonra, 1951’de bu minarenin yeniden yapıldığını gördüm. Cumhuriyet gazetesi konuyla ilgili alaylı bir makale yayınlamıştı. Merhum Üstad Necib Fazıl Kısakürek de, günlük Büyük Doğu’lardan birinde bu facia ile ilgili ifşaatta bulunmuştu.
Terör devirlerinde Müslümanlara zulm eden, nice din âliminin, tarikat şeyhinin, sâlih Müslümanın öldürülmesine yeşil ışık yakan bir zâlim vardı. Bu adam yaşlandı, amansız bir hastalığa tutuldu, hastahane odasında ağzından pislik gelerek korkunç bir şekilde can verdi. Etme bulma dünyası. Men dakka dukka…
Dünyevi laik adalet büyük hırsızların, büyük soyguncuların, büyük eşkıyanın cezasını veremiyor. Onların derileri kalın; gergedan derisi gibi. Ancak ilahî adaletten kaçamayacaklardır. Ülkeyi, milleti, devleti soydukları için çok azap çekecekler, cehennem ateşinde yanacaklardır.
Doğrudan doğruya olmasa bile dünyada da azaplara, sillelere mâruz kalacaklardır. Amansız hastalıklara yakalanacaklar; kimisinin karısının, kızının, oğlunun başına bela gelecek; ummadıkları yerlerden darbeler yiyip sonunda perişan olacaklardır.
Şu koskoca bankayı soyan haydutun kârı yanına mı kalacak sanıyorsunuz? Ne oldum demesin, ne olacağım desin o herif.
Biri vardı, sıfırdan başlamış, ülkenin en zengin, güçlü adamı olmuştu. Ankara’da devlet büyüklerinden biri ile günün her saatinde telefonla konuşabiliyordu. Büyük bir Ermeni zengini ile ortaktı. Yine zengin bir Yahudi ile birlikte işler çeviriyordu. Bu adam büyüdü, şişti, yükseldi ve sonunda balonu patladı, müflis ve bitmiş bir şekilde hayat sahnesinden çekildi.
Milleti, ülkeyi, devleti, mahalli idareleri soyup soğana çeviren büyük hırsızları, anlı şanlı haydutları, önemli eşkıyayı, saygıdeğer haramileri; şık elbiseler giyen, lüks limuzinlerde gezen, saray gibi evlerde oturan, pahalı restoranlarda ecnebi markalı şampanyanlarla yemek yiyen babaları Allah’a şikayet ediyoruz. Haram servetlerini huzur içinde yiyemesinler, belalardan kurtulmasınlar.
İlk Müslümanlar ile bugünküler arasında ne büyük farklar var. İlkler üstün insanlardı. İslâm’ı iyi biliyorlardı, iyi anlıyorlardı. Gayret, hamiyet, sabır, mürüvvet sahibiydiler. Yüksek ahlâka ve fazilete mâliktiler. Zamane Müslümanları kendilerini sakın onlarla bir tutmasın. Onlar kaliteli Müslümandı, bugünküler ise genellikle vasıfsız ve yetersiz Müslümandır.
İslâm’ın devirlerine bakalım. Miladî 636’da Müslümanlar Kudüs-i şerifi alırlar. 673’te İslâm donanması Kostantiniyye önündedir. 707’de İslâm ordusu Hindistan’da İndus nehri kenarına gelir. 711’de Tarık bin Ziyad İspanya’yı fethe başlar. 751’de Ortaasya’da İslâm orduları Çinlileri yener, Türkler akın akın Müslüman olur. 851’de Müslüman denizciler Çin’in Kanton limanına giderler. 856’da Müslümanlar Napoli’ye girerler.
İlk Müslümanlara bu gücü, bu hızı, bu fetihleri veren neydi? Onlar güçlerini İslâm’dan alıyordu. İslâm en büyük güç kaynağıdır. Lakin iyi anlamak, iyi uygulamak şartıyla. İlk Müslümanlar lükse, konfora, rahata düşkün değillerdi. Lüks, konfor, rahat, aşırı tüketim, hazperestlik (dünya zevk ve lezzetlerine düşkünlük) fertleri ve toplumları yumuşatır, çürütür, çökertir.
İlk Müslümanların arasından büyük kahramanlar çıkmıştır.
Bir de şimdiki Müslümanlara bakınız. Bilgi, ilim, irfan, kültür, sanat boyutları güdük; ahlâk ve faziletleri yetersiz; himmetsiz ve gayretsiz; ufukları dar, şahsî menfaatlerine düşkün, ihlassız ve istikametsiz kimseler. Elbette istisnalar var ama yetersiz kalıyorlar.
Dinimiz birliği emrediyor. Aralarında çeşitlilikler, farklılıklar olabilir ama bütün Müslümanlar tek bir Ümmettir. Şimdi böyle mi? Paramparça olmuşlar. Dinimiz, Ümmet’in üç günden fazla başsız, İmam-ı Kebirsiz kalmasına izin vermiyor. Müslümanların bir başı var mı? 1924’ten beri Riyaset-i Kübra makamı boş. Yüz milyonlarca Müslüman bu boşluğun ıstırabını vicdanında hissetmiyor mu? İslâm âleminde birleşmek için gayret var mı?
Batı dünyasında eski Haçlı taassubu kalmamış. Hıristiyan ülkelerde yaşayan milyonlarca Müslüman büyük bir hürriyete sahip. ABD, İngiltere, Almanya, İsveç, Kanada, Avustralya gibi medenî, demokrat, ileri memleketlerde sonsuz bir din hürriyeti var. Müslümanlar bundan yararlanabiliyor mu? Milyonlarca insan İslâm müjdesine, İslâm tesellisine, Hazret-i Muhammed aleyhisselamın getirdiği iyi habere muhtaç. Müslümanlar bu müjdeyi, bu teselliyi, bu iyi haberi tebliğ edebiliyorlar mı?
Binlerce cemaat, binlerce din baronu, binlerce tezgâh… 15’inci asırda Katolik dünyasında toplanan endüljanslar gibi şimdi İslâm dünyasında mütemadiyen para toplanıyor. Bu paralarla, olması gerektiği gibi dâvet ve tebliğ yapılabiliyor mu? Bunca para ne oluyor? Hangi din baronunun kaprisleri, heva ve hevesi için harcanıyor?
İlk Müslümanlar hukuk sahasında büyük çalışmalar yapmış, fıkıh ilmini kurmuş, mükemmel bir adalet sistemi tesis etmişlerdi. Şimdiki Müslümanların hukukî, fıkhî başarıları var mıdır?
İlk asırların Müslümanları medreseler, mektepler, üniversiteler, kütüphaneler, dergâhlar, zâviyeler, kervansaraylar kurmuşlardı. Endülüs İslâm üniversiteleri dünyanın en parlak, en üstün ilim ve irfan müesseseleriydi. Şimdiki Müslümanların böyle mektepleri, medreseleri var mı?
İlk Müslümanlar laf adamları değil, iş adamlarıydı. Şimdi laf ve demagoji çok, iş ve eser pek az.
İlk Müslümanlar karada yayan olarak yahut atla, denizde yelken veya kürekle yol alarak binlerce kilometre uzaklara gider ve i’lâ-yı kelimetullah ederler, büyük fütühata nâil olurlardı. Şimdikiler ne yapıyor?
İlk Müslümanlar namaza, ibadete, cemaate, zikrullaha, hayır ve hasenat yapmaya, cihad fî sebilillaha, nefsin terbiyesine, ilim ve irfan edinmeye, hikmete, ruh asaletine, ahlâka, fazilete düşkündüler. Şimdiki Müslümanlar ise müzeyyen meskenler, lüks mefruşat (mobilya, döşeme), lüks ve gösterişli binitler, bol ve pahalı yemekler, süslü ve kaliteli giyim kuşam, böbürlenme, çalım satma, dünya zevkleri peşinde koşuyor.
İlk Müslümanların zahirine baktığınız zaman onların İslâm kimliğine sahip olduklarını hemen anlardınız. İmâmeleri (serpuşları, sarıkları), elbiseleri, cübbe ve kaftanları İslâm kültür ve medeniyetinin eseriydi. Şimdiki Müslümanların çoğu Frenk kıyafetlerine bürünmüşler. Başları açık, üstlerinde Frenk gömleği, Frenk ceketi, Frenk pantolonu, ayaklarında Frenk iskarpini var. İlk Müslümanlar sakallıydı, şimdikilerin çoğu sinek kaydı matruş.
İlk Müslümanlar, günde beş kez Ezan-ı Muhammedî okunduğunda camilere seğirtirler, büyük cemaatler halinde namaz kılarak Allah’a ibadet ederlerdi. Şimdi yüksek tabaka, sözde okumuş ve aydın Müslümanları camide göremezsiniz. Cihad yapmaktan, İslâmcılık faaliyetlerinden namaza gitmeye vakit bulamıyorlarmış. Pöh!
İlk Müslümanların dirayetli imamları, fakihleri, müftüleri, müderrisleri, şeyhleri, mürşidleri, zâhidleri vardı. İlk Müslümanlar büyük şairler, büyük edipler, büyük mimarlar, büyük sanatkarlar, büyük kumandanlar, büyük mütefenninler yetiştirmişti.
İlk Müslümanlar emanetleri ehline verirlerdi. Bendelere, kardeşlere, bizdenlere, hocaperestlere vermezlerdi.
İlk Müslümanlar hukuk, ticaret, eğitim, askerlik sahalarında rakiplerinden, karşıtlarından üstündüler.
Sözü uzatmayayım. Biz onları görseydik ihlaslarını, istikametlerini, mürüvvetlerini, sabırlarını, fedakârlıklarını, himmetlerini anlayıp idrak edemezdik de onlara deli derdik. Onlar bizi görseler Müslüman demezlerdi.
Son otuz yıl içinde Türkiye’de ne kadar çok islâmî hizip, fırka, cemaat, grup peydah oldu. Bunların hepsi de az veya çok ehl-i sünnet dışı, bid’atlara sapmış, dini yanlış yorumlayan bölünmelerdir. Kısaca bir listesini vermek istiyorum:
1. Telfik-i mezâhib cereyanı. Yâni fıkıh mezheplerinin hükümlerini karıştırarak uygulama fırkası. Bu grubun taraftarları bir ara Diyanet’i ele geçirmişler ve Mısırlı Reşid Rıza’nın bu konudaki kitabını başkanlık yayınları arasında bastırmışlardı.
2. Mezhepsizlik. Fıkıh mezheplerini kabul etmezler, “bunlar sonradan çıkmıştır” derler. Herkesin, Kur’anı ve hadîsleri okuyup, kendi kafasına göre dinî ve şer’î hüküm çıkartmasını isterler. “Asr-ı Saadet’te mezhep yoktu, binaenaleyh bid’attir” diyorlar. Peki, Asr-ı Saadet’te Mushaf da yoktu, o da mı bid’attir? Büyük âlim Zâhir el-Kevserî Makalat’ında “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” diyor.
3. Teşeyyu (şiileşme) cereyanı. İran’da Humeynî iktidarı kurulunca bizdeki bazı radikal Müslüman gençler ehl-i sünnet mezhebini bırakarak şiî olmuşlardı. Bunların kendi aralarında mut’a nikahı yaptıklarını da duyuyoruz.
4. Arap radikalizmi ve fundamentalizmi. Bunlar tasavvufu, mezhepleri açıkça veya dolaylı şekilde inkar ederler, siyasî çalışmaları ibadetin üstünde görürler, aktivist ve terörist metodları kullanmakta beis görmezler.
5. Pakistan’daki Cemiyet-i İslâmî taraftarları: Bunlar da Arap radikalistleri gibidir.
6. Kur’an Müslümanlığı. Bu tâife İslâm’ın tek kaynağı olarak Kur’anı kabul eder; Sünneti, icmâ-i ümmeti, kıyası kabul etmez. “Peygamber postacı idi, öldükten sonra işi ve otoritesi bitmiştir. Hadîsler uydurmadır. Sünnet din hükümlerinde kaynak olamaz” diyerek Şeriatsız, fıkıhsız laik ve seküler bir İslâm hümanizmini türetmek için çalışırlar. Rejim tarafından desteklenmektedirler.
7. Kavmiyetçi Müslümanlar. Bunların esas ideolojisi nasyonalizmdir. İslâm’ı kavimlerinin dini olarak görür ve bir dereceye kadar saygı gösterirler. Selahiyetleri, ehliyetleri, liyakatları, icazetleri olmadığı halde işkembe-i kübradan fetva ve ruhsat verirler, kendilerine göre bir İslâm türetmek isterler.
8. Cemaatlerini, meşreblerini, mesleklerini, fırkalarını İslâm ile özdeşleştiren, hattâ –neuzübillah– dinden de üstün ve önemli gören tâifeler. Bunların sayısı çoktur. Sayılsalar ve anlatılsalar kocaman bir kitap olur.
9. Kendilerini mehdi, hattâ bazıları resûl sanan birtakım adamların fırkaları. Bunların mehdilikleri ve resullükleri açıkça söylenmez. Sadece çok emin bağlılara bir sır olarak verilir. Burada isimlerini verip de başımı belaya sokmak istemem. Çünkü bazıları Haşhaşîn tarikatı reisi Şeyhü’l-cebel Hasan Sabbah gibidir; kolları uzun, hançerleri keskindir.
10. Bazı din baronlarının (hepsi değil) doktrinleri, inançları ehl-i sünnetten hayli uzaktır. Bunlar lâ yuhtî ve lâ yüs’el (Hatâ etmez, sorumsuz) olduklarına inanırlar ve inandırırlar. Asla hiçbir tenkit ve uyarı kabul etmezler ve dinlemezler. Dedikleri dedik, yaptıkları yaptık, astıkları astıktır. Kendilerini kâinatın mihveri sanırlar. Bazıları mevrid-i nasta (Dinin kesin hükümlerinde) Şeriat’a aykırı bozuk ictihadlar yaparlar, olmayacak fetva ve ruhsatlar verirler. Bu adamların peşlerine takılan beyinleri yıkanmış, robotlaşmış, zombileşmiş, ehlebleşmiş adamlar da bu uyduruk ictihadları, naylon fetvaları hikmetin kendisi olarak kabul ederler. Allah bunlara uyanmak nasip etsin.
11. Vehhabilik, pro-vehhabilik. Bunlar İbn Teymiye’yi, Muhammed ibn Abdülvehhab’ı din önderi, imam olarak kabul ederler. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’ye “Şeyh-i Ekfer=En kâfir şeyh” derler, mezhepleri kabul etmezler, inanç konusunda mücessime (antropomorfizm) kokan görüşleri vadır. Allah göktedir, O’nun yüzü, eli, ayağı vardır diye inanırlar. Dindarlıkları ruhsuz, kaba, zahirîdir. Parayı ve menfaati pek severler.
Listeyi uzatmıyorum… Eskiden ilm-i kelâm âlimleri bozuk fırkaları inceler, reddederlerdi. Şimdi ne Diyanet, ne İlahiyat fakülteleri ve ne de birkaç kişi kalan ehl-i sünnet âlimleri böyle şeylerle uğraşıyor. Her taraf sapık, bozuk, yamuk fırkayla doldu. Halkın ve gençliğin zihni teşvişe uğradı (karıştı). Maalesef bu kargaşa içinde en doğru şekliyle İslâm’ı anlatan, izah eden bir otorite yok.
Ehl-i Sünnet Müslümanları itikad konusunda İmamı Eş’arî ve İmamı Mâtüridî hazeratına bağlıdırlar, yâni inanca âit hükümlerde onların yorumlarını ve açıklamalarını kabul etmişlerdir. Ameliyata (işlemeye) âit hüküm ve konularda ise dört hak mezhepten birine bağlıdırlar. Mezhepleri birbirlerine karıştırmazlar. Telfik-i mezâhib çok yanlış bir metoddur.
Şeriat’ı esas olarak kabul eden bütün tasavvuf tarikatları haktır. Onların zikirleri, âyinleri, semaları hakkında Şeriat uleması tarafından fetva verilmiştir.
Maalesef ehl-i sünnet geçinen, fakat aşırılıklara kaçan birtakım fırka ve taifeler de vadır. Bunlar da bilinmelidir.
Bütün bozuk fırkalar ve güruhlar kendi kusurlarını ve reislerini çok büyütürler, âdeta onları erbab haline getirirler. Müslümanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye ikiye ayırırlar. Bizdenleri has kardeş kabul ederler, ötekilere pek itibar etmezler.
Âhir zamandayız, fitne ve fesat çoğalmıştır. Şeytanlar, nefs-i emmâreler, kâfirler, münâfıklar Müslümanları bölmek, birbirine düşürmek için tuzak kuruyor, hile ve hud’a yapıyor. İtikadda ve amelde ehl-i sünnet dairesinde olan kişi inşaallah kendini kurtarmış olur.
İslâm bilgeliğinin kurallarından biri de, cahillerle ülfet ve ünsiyet etmemek, onlarla kaldıramayacakları konularda konuşmamaktır. Cahil kişilerle selamlaşılır, merhaba alışverişi yapılır, onların hali ve hatırı sorulur elbette. Fakat onlarla siyasî, ilmî, kültürel, sanat meseleleri ve incelikleri asla müzakere edilemez.
Popülist politikacılar cahil kitlelerin hoşlarına gidecek sözler söyler, onların duygularını okşar, gururlarını tatmin ederler. Bu yolla da siyasî güç, iktidar, nüfuz ve menfaat kazanırlar. Cahillere, “Siz cahilsiniz, sizin aklınız ve fikriniz ile işler düzelmez” denilse, oy alınabilir mi?
Ahlâksız din sömürücüleri de geniş kalabalıkların nabızlarına göre şerbet verir ve sonra onlardan bol bol para devşirir.
İslâm’da istişare-danışma vardır. Lakin, danışma, uzmanlığı ve ehliyeti olan mu’temen kişilerle yapılır. Cahiller ile istişare yapılamaz. Yapan zararını görür.
Bundan yirmi küsur yıl önce, Cağaloğlu’ndaki yazıhaneme onaltı yaşında bir genç gelmişti. Ondan önce gelmiş, başka bir ziyaretçim daha vardı. Bu zat onsekiz senedir müftülük yapan, oldukça ilme ve irfana sahip, terbiyeli ve efendi bir kimseydi. Onaltı yaşındaki genç benimle tartışmaya, çekişmeye gelmiş. Suçum da, onun gibi düşünmemek, onun tercihlerine katılmamaktı. Yarım saat kadar bağırdı çağırdı, münakaşa etti, en sonunda cinleri başına çıktı ve:
– Zaten senin gibi adamla konuşulmaz!.. diyerek kalktı, odanın kapısını şiddetle çarpıp gittiydi.
O gittikten sonra, müftü efendi:
– Bunca yıldır müftülük yapıyorum, çok insan gördüm ama bunun kadar terbiyesiz bir genç görmedim demekten kendini alamamıştı.
İşin vahim tarafı, bu gencin dindar kesime mensup olması, bir cemaati fanatikçe desteklemesi idi. Kendisinde biraz edeb olsaydı, benim yaşıma hürmet ederek daha sâkin, daha mülayim, daha terbiyeli olması gerekmez miydi?
Kimdi, ismi neydi? Hatırlamıyorum. Hakkım kendisine helâl olsun. Lakin onu kışkırtan, böyle edepsiz ve dengesiz hale getiren din sömürücülerine hakkım helâl olmasın.
Müslümanlığın kuralları vardır. Bunlardan biri: “Bizim büyüklerimize saygı beslemeyen, küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” hadîs-i şerifidir. Maalesef bu devirde birtakım cahil Müslümanlar bu temel kuralı çiğneyip durmaktadır.
Din ve dünya işlerinde cahillerin, ehliyetsizlerin, uzman olmayanların, yetersizlerin, firasetsizlerin söz sahibi olması bir İslâm toplumunu ve bir İslâm ülkesini çökertir.
Yaz geliyor. Yine binlerce camiye soğutma cihazları, yel âletleri (vantilatör) alınacaktır. “Aziz Müslümanlar camiye yardım, İslâm’a yardım ediniz.” Neymiş yardım? Soğutucu ve vantilatör almakmış. Fesubhanallah. Bizim ülkemiz genellikle mutedil iklime sahiptir. Cami binaları dışarıya nisbetle serin olur. Her iş bitti de sıra bunlara mı geldi?
Cahil kişiler din ve siyaset işlerini futbol kulübü tutar gibi ele alırlar. Kaş yapayım derken göz çıkartırlar, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olurlar, yağmurdan kaçarken doluya tutulurlar, az kötüyü izale edelim derken çok kötüyü başa bela ederler.
Cahil sadece okumamış, mektep üniversite görmemiş kimseler değildir. Çok yüksek diplomalara sahip cahiller de vardır. Birincileri kültürsüz cahillerdir, ikinciler ise hinoğluhin cahillerdir.
Bir cahille konuşup sohbet ederken hakarete uğrayan, alaya alınan, zarar gören kişi, suçu muhatabında aramasın, asıl kabahatli bizzat kendisidir.
Peki cahiller uyarılamaz mı, yola getirilemez mi? Bu pek zordur. Cahilliğin ilacı ilimdir, irfandır, kültürdür. İyi bir eğitimdir. Onlar olmazsa, kuru lafla, bir iki nasihatle cehalet tedavi edilemez.
Demokrasi cahillerin, ayak takımının, tabanın, halk yığınlarının saltanatı değildir. Bir ülkenin medyası, eğitim sistemi, üniversiteleri, aydın tabakası, seçkinleri, idarecileri halkı devamlı şekilde eğitmekle, onlara öğüt vermekle, yol göstermekle, ışık tutmakla vazifelidir. Bizdeki durum mâlum. Büyük medya, eğitim, üniversiteler, aydın sınıf, yüksek tabaka, egemen azınlıklar bu halkın dinine, kimliğine, ülkenin tarihî devamlılığına karşıdır. Yüksek tabaka ile taban arasında büyük bir kopukluk mevcuttur.
İslâm ve Müslümanlar bu memlekette garip kalmışlardır.
Din sömürücüleri için âlim cahil farkının önemi yoktur. Onlar çok sayıda taraftar, büyük miktarda para, ün, alkış, menfaat, riyaset, itibar, ikbal peşindedir. Halkı uyarmak diye bir dertleri yoktur.
İslâm dini inanç, bilgi, ahlâk, nizam konusunda cahillikleri gidermek; sahih inanç ve bilgilerin, ilmin, irfanın, faziletin, medeniyetin, adaletin, güvenin, yardımlaşmanın, korkusuz yaşamanın hâkim olduğu bir toplum kurmak için gönderilmiştir. Şimdiki Müslümanlarda böyle bir misyonu yürütecek güç, vasıf ve üstünlük var mıdır?
Cahil kişi gelir, bir soru yöneltir. Verdiğiniz cevap hoşuna gitmezse size kırılır, gücenir, hattâ düşman bile olabilir.
Cahiller genellikle mutlak doğrulardan hoşlanmazlar. Onların kendi doğruları vardır.
Cahil bir kimseye basit bir gerçeği kırk gün anlatsanız, yine anlayıp kabul etmez.
Cahilleri şartlandıran cemaatler, hizipler, fırkalar vardır. Onların beyinlerini yıkarlar, robot ve zombi haline getirirler.
Cahil fanatik olur. Bundan yirmi küsur sene önce İstanbul’daki yüksek bir din mektebinin bazı hocalarının evleri gece karanlığında kurşunlanmıştı. Çünkü birtakım cahil fanatikler onların siyasî görüşlerini beğenmiyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu altı yüz küsur sene ayakta kaldı, bunun ana sebeplerinden biri de, Osmanlı nizamında cahillerin ve ehliyetsizlerin iki konuda, din ve siyaset konusunda konuşturulmamaları olmuştur. 1908’de İkinci Meşrutiyet’ten sonra zararlı bir serbestlik gelmiş, devletin idaresi İttihad ve Terakki çetesinin eline geçmiş ve koskoca devlet on sene içinde batmış ve bitmiştir.
Bu memlekette yüksek seviyede yüz Müslüman münevver olsa; bunlarda halkı uyarma, yönlendirme niyeti bulunsa; ellerinde medya imkanları olsa, İslâmî kesimdeki bugünkü bölünmüşlük, parçalanmışlık, çaresizlik, dağınıklık ve tefrika ortadan kaldırılabilir. Gazete ve televizyon yayınları, çeşitli konularda milyonlarca basılıp dağıtılan broşürler, camlatılıp duvarlara asılacak levhalar ve daha başka yollarla birtakım temel, hayatî, önemli bilgiler ve hükümler milyonlarca insanımıza duyurulabilir. Ancak, benim kanaatimce bu şartlar mevcut değildir. Bizde doların milyarıyla maddî imkan vardır ama, bunları kullanacak beyin, niyet ve irade yoktur.
Müslümanları bölerek, onların beyinlerini yıkayarak milyonlarca, milyarlarca dolar yardım ve hizmet parası toplayan din baronları cahillikle mücadele etmezler.
Almanların
dedikleri
esrarlı ve garip bir sanattır. Eskiden geleneksel sanatlarımız hayat ile içiçeymiş. Sonra çeşitli sebeplerle hayattan kopmuşlar; müzelere, nâdir koleksiyonlara hapsedilmişler. Yakın zamanlara kadar ebrû, çok az kimsenin ne olduğunu bildiği ve bir örneğine sahip olduğu yetim sanatlarımızdan iken, biraz propaganda, biraz himmet, biraz merak ile kütlelerin duyduğu, evlere süs unsuru olarak girdiği, öğrenilmeye heves edildiği bir konu haline gelmiştir.
22 Nisan Cumartesi günü Sultanahmet’in altında Küçükayasofya Camii Sokağı 12 numaralı mekânda
açıldı. Bu bence, sanat ve kültür bakımından büyük bir hâdisedir. Bundan yüz sene öncesine kadar İstanbul’da, Bayezid civarında ebrûcu dükkanları varmış. Kitreli teknelerde, ödle karıştırılmış toprak boyalarla ebrulu kâğıtlar yapılır ve satılırmış. Sonra birer birer kapanmışlar, tarihe karışmışlar. Aradan bir asır geçtikten sonra bir diriliş başladı. Hayra alâmettir.
Atölye-dükkanın ismi “Menekşe Ebrû Evi”, sahibi ve sanatkârı da dostumuz Yılmaz Eneş Bey. Kendisini tebrik ediyor, bundan sonraki sanat hayatında başarılar diliyorum.
Menekşe Ebrû Evi’nin açılışı günü Suriye’de bulunduğum için bizzat bulunamadım. Eminönü Belediye Başkanı Lütfi Kibiroğlu beyefendi teşrif etmiş ve başkanlık adına ebrûlu bir hat levhası satın almış. Birtakım hattatlar, tezhipçiler, sanat ve kültür meraklıları da bulunmuşlar.
Yılmaz Eneş Bey 1960 İstanbul doğumlu, kalender meşreb, gözü paradan çok sanatta olan efendi bir kimsedir. Ebrû yapmayı sevmekte, bol eser vermekte, bunları uygun fiyatlarla geniş kütlelere yaymaya çalışmaktadır.
Şu anda şehrimizde birkaç ebrû kursunda ders verilmekte, öğrenci yetiştirilmektedir. Dükkanları olmasa bile evlerindeki atölyelerde ebrû yapan hayli değerli ebrû sanatkârımız bulunmaktadır. Bu çok güzel bir gelişmedir. Hat ve tezhib sanatımızın durumu da iyidir. Darısı, unutulmaya yüz tutan diğer geleneksel sanatlarımızın başına.
El yapımı kâğıt üretme ve bunları tabiî boyalarla boyama sanatımız da canlandırılmalıdır. Kültür Bakanımız İstemihan beyefendi vazifeşinas, titiz, meraklı, himmetli bir zattır. Kendisine bir dosya sunulsa bu sahaya el atacağından eminim. Dikkat edilecek tek nokta, birtakım yiyici, hortumlayıcı uğursuz heriflerin, birkaç kuruş tırtıklamak için bu gibi projeleri dejenere etmeleri tehlikesidir. Buna karşı tedbir alınmalıdır. Vakit bulabilirsem Kültür Bakanı’na bu konuda küçük bir dosya sunmak istiyorum.
Son Suriye seyahatimde Şam’da, Haleb’te elle kumaş dokuyan sanatkârlar gördüm. Turistlere, meraklılara biraz pahalıya satılan, sanat kıymeti olan ipekli kumaşlardı bunlar. Bizde hâlen Buldan’da elle kumaş dokunan tezgahlar var. Fakat piyasaya ucuz mal ürettikleri için bu yolla yeterli gelir temin edilemiyor. Biraz yol gösterilse, elle eğrilmiş ipliklerle lüks kumaş dokutturulsa bu sanatımız da kısa zamanda inkişaf edecektir. Duyduğuma göre Beymen ve Vakko müesseseleri Anadolu’dan böyle tezgahlar getirtip İstanbul’da kurdurtmuşlar ve benim dediğim işi yapıyorlarmış. Japonya, İsviçre gibi çok ileri ülkelerde bile bu eski sanat devam ettirilmektedir.
Cam sanatının da teşvike ihtiyacı vardır. Avrupa ülkelerinde, İran’da, Hindistan’da, birçok Asya ülkelerinde çok köklü, çok gelişmiş, çok güzel sanat ürünleri veren cam sanatı bizde maalesef geriliyor. Eskiden Akdeniz havzasında üç şehir cam sanatı bakımından başta gelirmiş: Venedik, Kahire, İstanbul. Venedik’te ve Kahire’de cam sanatı halen güçlüdür. Bizde kör topal yürümektedir. Kültür Bakanlığı’mızın, birtakım vakıfların bu konuya el atmaları temenni olunur.
İznik çinisi sanatımız, “İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı” sayesinde eski seviyesine ulaştı ve harika eserler vermeye başladı. Duyduğuma göre, İznik’te sırf bu sanat üzerinde ihtisas verecek özel bir üniversite de kurulacakmış. Himmetleri dolayısıyla vakıf başkanı Profesör Işıl Akbaygil hanımefendiye teşekkür ve hürmetlerimi takdim ederim. Memlekete büyük hizmet etmektedir. Sağolsun.
Yeterli olmasa da Konya’da hat, tezhip, ebrû, Selçuklu çinisi gibi geleneksel sanatlarımız da teşvik görmeye, öğretilmeye başlanmıştır. Birkaç yıldan beri devam eden bu faaliyetler takdir ve tebrike şayandır. Diğer büyük şehirlerimizin de bu gibi sahalarda faaliyete girişmelerini temenni ederiz.
Mısır’dan, Suriye’den, Uzakdoğu’dan birkaç usta-öğretmen getirtilse, büyük şehirlerimizden birinde bir sedef kakmacılığı okulu açılsa, eminim ki bu sanat kısa zamanda gelişir, kökleşir.
Çini, porselen, seramik, toprak eşya konusunda da Çin’den, Kore’den, Japonya’dan ustalar getirtilmeli; meselâ Kütahya’da küçük bir okul açılarak hemen yeni çalışmalara başlanmalıdır.
El sanatları, büyük sanayi gibi milyonlarca insana istihdam ve iş imkânı temin etmeyebilir ama bunlar bir ülkenin medeniyet, kültür, zekâ göstergeleridir. Teşvik edilmeli, yaşatılmalıdır.
Gaziantep şehrimiz böyle sanatların inkişafı ve geliştirilmesi için çok müsait bir insan hazinesine sahiptir. Yeter ki, himmet sahipleri yol göstersinler, okullar ve kurslar açsınlar, kaliteli hocalar ve ustalar bulup talebe yetiştirtsinler.
Siyasete, futbola, iktisada haddinden fazla önem veriyoruz. Sanatı ise ihmal ediyoruz. Eskiden ülkemizde yüzlerce geleneksel sanat eseri üretiliyormuş. Bunların yüzde doksanı maalesef unutulmuştur. Bunlar canlandırılmalı, öncelikle turistlere ve bünyemizdeki kültürlü ve medenî insanlara bu sanatların ürünleri satılmalıdır.
Sanat hayattan kopmamalıdır. Evlerimizi, işyerlerimizi elden geldiği kadar “Türkçe” döşemeliyiz. Eldokuması halı ve kilimler, sedirler, kerevetler, yastıklar, şerbetlikler, dolaplar, kavukluklar. İmkânı olanlarımız evlerinin ve bürolarının tavanlarına ahşap oymalı, nakışlı tavan göbekleri koydurmalıdır. Duvarlarımızda hüsn-i hatlar, ebrular, gravürler, minyatürler gözlere ışık saçmalıdır. Masalarımızın, sehpaların üzerinde, büfe ve vitrinlerde Türk işi cam, porselen, çini, toprak, bakır, tunç objeler bulunmalıdır. Bu dediklerimi gerçekleştirmek o kadar zor değildir. Yeter ki, biraz niyet, biraz irade, biraz zevk, biraz kültür ve medeniyet olsun.
Hikâyenin hülâsası şudur: Biz Müslümanlar bu ülkede ezici çoğunluğu teşkil ediyoruz. Türkiye bizim vatanımızdır. Bizim başka bir Türkiye’miz yoktur. Binaenaleyh: Biz bu ülkede Farmasonlar kadar hür ve güvenli olmak istiyoruz. Biz bu memlekette Sabataycı Yahudiler kadar hür ve güvenli olmak istiyoruz.
Biz inanan çoğunluk bu memlekette, inanmayan ateist azınlık kadar hür, güvenli bir ortam içinde yaşamak istiyoruz. Biz, gericilik suçlamalarıyla temel hak ve hürriyetlerimizin kısıtlanmasını istemiyoruz. Biz, aslında mevcut olmayan laikliğin bahane edilerek din, inanç, vicdan, inancımıza göre bir hayat sürmek haklarımızın elimizden alınmasını istemiyoruz. Biz, halkını teşkil ettiğimiz bu ülkede sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaş, zenci, köle, parya muamelesi görmek istemiyoruz. Biz bu ülkede hukuk istiyoruz, evrensel ve temel insan hak, hürriyet ve haysiyetlerinin bizim için de geçerli olmasını istiyoruz.
Her şey istismar edilebilir. Yüce İslâm dini ve mukaddesatı da, birtakım alçak, arivist, sahtekâr, şerefsiz, rezil kimseler tarafından sömürülebilir, mal ve cah vasıtası yapılabilir. Bazı sefiller din istismarı yapıyor diye İslâm’ın ve Müslümanların ezilmesi, haklarının çiğnenmesi asla doğru ve meşru bir iş olamaz. Hem bu ülkede sadece din istismarı yoktur. Atatürk de istismar edilmektedir. Birtakım sahtekârlar, riyakârlar, samimiyetsiz adamlar Atatürk’ü âlet ederek kendi şahsî ihtiraslarını tatmin ediyor. Din istismarının en iyi ilâcı ve engelleyici çaresi din hürriyetidir. Müslüman çoğunluğun da demokrasiden yararlanmaya, onun nimetlerinden istifade etmeye hakkı vardır. Tekrar ediyorum: Bu ülkede biz Müslümanlar da en az Farmasonlar, Sabataycılar, ateistler kadar hür ve güvenli bir hayat istiyoruz. İrtica bahaneleriyle hiçbir kuvvet Müslümanların haklarını gasbedemez, onları sömürge yerlisi durumuna düşüremez.
Ben özeleştiri yapan, Müslümanların hatâlı taraflarını tenkid eden, faydalı uyarılar kaleme alan bir vatandaşım.
Dinsizlerdeki yamukluklar, kötülükler, ahlâksızlık ve şerefsizlikler Müslüman kesimdekinin bin katıdır. Türkiye’yi kendi içinden bir sömürge olarak idare etmek, sömürmek, devletin imkânlarını hortumlamak, millî gelirin arslan payını kendileri almak için irtica bahanelerini kullananlar er veya geç tasfiye olacaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Asr-ı Saâdet’ten bu güne kadar Ümmet-i Muhammed içinde münâfıklar, zındıklar, sapıklar olagelmiştir. Dünyadan nasıl mikroplar, akrepler, zehirli yılanlar kaldırılamazsa, bu gibi zararlı kişiler de kaldırılamaz. Günümüzde bazı cemaat başkanları, hazretler birtakım zındıkları ve doğru yoldan çıkmışları muhatab kabul etmekte, onlarla konuşmakta, kendilerine tâzim etmekte, ödüller vermektedir. Bu son derece tehlikeli bir toleranstır ve hem İslâm’a, hem de Ümmet’e zarar verecek bir yanlışlıktır.
Adam ortaya çıkıyor, Müslümanlara
gibi son derece bozuk, tahripkâr, yıkıcı fikirler ortaya atıyor; dinsizlerle ittifak ediyor, Amerika’daki Dr. Moon cemaatiyle işbirliği yapıyor; kurduğu tezgah ile trilyonluk bir servete nâil oluyor
Böyle bir şey 1400 yıllık İslâm tarihinde ilk defa görülen bir yanlışlık ve bid’attir.
Müslümanlar, gerekirse Hıristiyanlarla, Musevilerle, başka din mensuplarıyla toplanıp görüşebilir. Yahut laiklerle, çağdaşlarla, ateistlerle, toplumsal bir uzlaşmaya varmak için bir araya gelip tartışıp müzakere edebilir.
Tabakat-ı fukahanın en alt derecesi olan
rütbesine bile sahip olmayan birtakım zamane hocalarının, selâhiyet ve ehliyetlerini çok aşan konularda sorumsuzca hareket etmeleri esef verici bir hâdisedir. Sanki İslâm dini kumaş, bazı kişiler de makastır. Kendi kafalarına göre kesip biçiyor, şahsî re’y ve hevalarına göre ictihad yapıyorlar. Kendilerini uyarıyoruz. Dost acı söylermiş.
Müslümanların işlerinin futbol kulübü gibi idare edilmesinden daha saçma ve beyinsizce bir şey olamaz.
İslâm, insanlığı mutluluğa götüren bir yoldur. İslâmî hizmetler, faaliyetler, işler Kitabullah’ın, Peygamberin sünnetinin, on dört asır boyunca gelip geçmiş Sâlih Seleflerin metodunun ışığında yapılmalıdır.
Birtakım beyinsiz, şarlatan, soytarı, arrivist, üçkâğıtçı adamlar çıkmışlar ve Müslümanları futbol kulüplerine benzeyen cemaatlere, hiziplere, fırkalara, gruplara ayırmışlar; tek bir Ümmet olması gereken mü’minler topluluğunu parçalamışlar, tefrikaya düşürmüşler, sersemletmişler ve dinî hizmet ve faaliyetleri dejenere etmişlerdir.
Filanca hocaefendi çok güçlü, çok zengin, çok ünlü olacakmış. Bunun İslâm’a ve Müslümanlara ne faydası vardır? Falanca adam İslâm’ı ve Müslümanları âlet ederek şahsî ihtiraslarını tatmin edecek, havalara çıkacakmış. Bunun Ümmet-i Muhammed’e ne yararı olacaktır?
İslâmî hizmetleri ve faaliyetleri mıncıklayarak bazı adamlar ülkenin en zengin 100 kişisi listesine girmişlerdir. Böyle bir zenginliğin İslâm’a ve Müslümanlara ne yararı olmaktadır? Peygamber aleyhissalatü vesselam vefat ettiğinde zırhı, birkaç ölçek buğday (bir rivâyette arpa) mukabilinde bir Yahudide rehin bulunuyordu. Peygamber zırhını niçin rehin vermek zorunda kalmıştı? Çünkü evinde kendisi ve hanımları için yiyecek yoktu. Onu temin için bu yola başvurmuştu.
Bugün o yüce Peygamberin yolundan gittiğini iddia eden bazı sahte mehdiler, sahte şeyhler, gavslıkları ve kutublukları kendilerinden menkul adamlar nasıl oluyor da trilyonlarla, milyarlarca dolarla oynuyorlar? Ben, Allah’ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine, Sâlih Seleflerin prensiplerine uygun şekilde hizmet veren hakikî ulemanın ve hakikî şeyhlerin ellerini değil, ayaklarını bile öperim. Lakin, sömürücülere asla hürmet etmiyorum. Bu dini, dinsizler değil, asıl onlar darbeliyor.
Birtakım küçük adamlar, nefsânî ihtiraslarını, dünyevî şehvetlerini tatmin edecek diye dinimin, mukaddesatımın mıncıklanmasına kayıtsız kalamam. Din rantıyla zengin olanlara lânet olsun! İslâm’a hizmet edeceğiz diye ortaya çıkıp da, bozuk düzenin zehirli kemiklerini yalayanlara yuf olsun! Biz İslâm’a hizmet ediyoruz diye kendi reklamlarını yaparken, perde arkasında bir sürü gayr-i meşrû iş beceren, hortumlayan, götüren, Müslümanlardan ganimet toplayan, Ümmet-i Muhammed’i aldatan, mü’minleri çıkmaz sokaklara sürükleyen güruhlara yazıklar olsun!
Futbol kulübü tutar gibi cemaat, tarikat, hizip, fırka, grup tutanlara yuf olsun! Peşlerine taktıkları Müslüman kütleleri afyonlayan, zombileştiren, robotlaştıran, futbol hooliganı haline getiren sefiller kahrolsun! Ev halkına birazcık ekmek tedarik etmek için, birkaç ölçek buğday karşılığında zırhını bir Yahudiye rehin bırakan Resûlullah’ın, Fahr-i Kâinatın dinine, sünnetine hıyanet edenler yarın Mahkeme-i Kübra’da nasıl hesap verecekler?
Kur’ana, Sünnet’e geçmiş İslâm büyüklerinin metod ve prensiplerine uyulmuş;
ve ona itaat edilmiş; din işleri Ümmet’in ehil kişileriyle istişare edilerek görülmüş; toplanan katrilyonlar, milyarlarca dolar akıllıca, plan ve program dairesinde, danışılarak, ehemm mühimme tercih edilerek, şahsî ihtiraslar ve şehvetler aradan çıkartılarak harcanmış olsaydı Müslümanlar şimdiye kadar çoktan kurtulmuş, selâmet sahiline çıkmış, izzete kavuşmuş olurlardı.
Bastıkları yerde ot bitmeyen sefiller bu dine, bu Ümmet’e büyük zarar vermişlerdir. İslâm dinine muhlisen lillah, istikamet ile hizmet edenlerin ellerinden ve ayaklarından öpüyor; yüce dinimi istismar eden arrivist, sömürücü, soytarı, üçkâğıtçı, hokkabaz şarlatanlara da lânet ediyorum.
Hukuk sınırları içinde kalmak şartıyla son derece cesur, son derece gözükara, son derece kararlı olmak gerekir. Bununla birlikte, itidali, ihtiyatı da elden bırakmamalıdır.
Her gerçek her zaman söylenmez ama bugün gerçekleri haykırmak zamanıdır. Mızmızlık, mıymıntılık, korkaklık, ödleklik bir şey kazandırmaz. İlmin, irfanın, hikmetin ışığında, söylenilmesi gerekli olan gerçekler bugün söylenmezse ne zaman ifade edilecektir?
Birtakım adamlar ve zümreler demokrasiyi dillerine dolamışlar, ucuz ve sahte bir demokrasi edebiyatı yapıyorlar. Onlara demokrasinin ne olduğu ve ne olmadığı en yüksek kültür ile anlatılmalıdır. Bugünkü resmî ideolojili demokrasinin güdük, kısıtlı, kuşa çevrilmiş, yetersiz bir demokrasi olduğu, inkâr edilemeyecek bir şekilde beyan ve isbat edilmelidir.
Demokrasi istiyorlarsa işte Amerikan, İngiliz, İsveç, Norveç, Avusturya ve diğer medenî ülkelerin demokrasileri. Buyursunlar bizde de onun gibi bir demokrasi olması için çalışsınlar. Hem demokrasi olacak, hem de Müslüman halk din ve inanç hürriyetinden, inandığı gibi yaşamak hakkından mahrum edilecek. Böyle demokrasi olmaz. Altmış milyonluk bir millet, birkaç yüz bin kişinin keyfine göre idare edilir ve çoğunluğun hakları çiğnenirse o sistem demokrasi değildir.
Hukuk diyorlar. Samimî iseler, zorbalıkları bıraksınlar ve hukuku Türkiye’nin birinci gücü haline getirsinler. Laiklik diyorlar. Buna yürekten inanıyorlarsa, devletle din işlerini birbirine karıştırmasınlar. Resmî Diyanet’i, resmî camileri, resmî din görevlilerini, resmî İmam-Hatip okullarını, resmî İlâhiyat fakültelerini, resmî din derslerini kaldırsınlar. Din ve ibâdet işlerini, din eğitimini, din okullarını, din fakültelerini, dinî vakıfları, camileri Müslümanlara bıraksınlar.
Müslümanların da, Ermeniler ve Yahudiler gibi kendi seçtikleri din büyükleri olsun. Medeniyet medeniyet diyorlar. Medeniyet istiyorlarsa ABD’ye, İngiltere’ye, İsviçre’ye baksınlar ve oralardaki hürriyeti, hukuku, eşitliği bize de getirmeye çalışsınlar. Türkiye’deki on milyonlarca Müslüman halk, birkaç on bin kişiden ibaret olan Farmasonlar, Sabataistler, Rotaryenler kadar hür, eşit, güvenli değilse bu ülkede demokrasi, hak, hukuk olduğundan bahsedilebilir mi?
İki seneden beri ülkemizde demokrasi, hukuk, laiklik, temel insan hakları ağır tehditler altındadır. Türkiye diktatörlük karanlıklarına götürülmek isteniyor. Şimdi susmak zamanı değildir. İlmin, irfanın, kültürün, hikmetin ışığında konuşmak, tartışılmak, sorgulamak, itiraz etmek zamanıdır. Konuşması gerekenler konuşmalıdır.