Mehmet Şevket Eygi / 1998- 2014 Yılları Arasında Millî Gazete’de Yayımlanmış Köşe Yazılarından Derlenmiş Mühim Konular-4

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Başlıklar

  1. Hikayenin hülasası

    Hikâyenin hülâsası şudur: Biz Müslümanlar bu ülkede ezici çoğunluğu teşkil ediyoruz. Türkiye bizim vatanımızdır. Bizim başka bir Türkiye’miz yoktur. Binaenaleyh: Biz bu ülkede Farmasonlar kadar hür ve güvenli olmak istiyoruz. Biz bu memlekette Sabataycı Yahudiler kadar hür ve güvenli olmak istiyoruz.

    Biz inanan çoğunluk bu memlekette, inanmayan ateist azınlık kadar hür, güvenli bir ortam içinde yaşamak istiyoruz. Biz, gericilik suçlamalarıyla temel hak ve hürriyetlerimizin kısıtlanmasını istemiyoruz. Biz, aslında mevcut olmayan laikliğin bahane edilerek din, inanç, vicdan, inancımıza göre bir hayat sürmek haklarımızın elimizden alınmasını istemiyoruz. Biz, halkını teşkil ettiğimiz bu ülkede sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaş, zenci, köle, parya muamelesi görmek istemiyoruz. Biz bu ülkede hukuk istiyoruz, evrensel ve temel insan hak, hürriyet ve haysiyetlerinin bizim için de geçerli olmasını istiyoruz.

    Her şey istismar edilebilir. Yüce İslâm dini ve mukaddesatı da, birtakım alçak, arivist, sahtekâr, şerefsiz, rezil kimseler tarafından sömürülebilir, mal ve cah vasıtası yapılabilir. Bazı sefiller din istismarı yapıyor diye İslâm’ın ve Müslümanların ezilmesi, haklarının çiğnenmesi asla doğru ve meşru bir iş olamaz. Hem bu ülkede sadece din istismarı yoktur. Atatürk de istismar edilmektedir. Birtakım sahtekârlar, riyakârlar, samimiyetsiz adamlar Atatürk’ü âlet ederek kendi şahsî ihtiraslarını tatmin ediyor. Din istismarının en iyi ilâcı ve engelleyici çaresi din hürriyetidir. Müslüman çoğunluğun da demokrasiden yararlanmaya, onun nimetlerinden istifade etmeye hakkı vardır. Tekrar ediyorum: Bu ülkede biz Müslümanlar da en az Farmasonlar, Sabataycılar, ateistler kadar hür ve güvenli bir hayat istiyoruz. İrtica bahaneleriyle hiçbir kuvvet Müslümanların haklarını gasbedemez, onları sömürge yerlisi durumuna düşüremez.

    Ben özeleştiri yapan, Müslümanların hatâlı taraflarını tenkid eden, faydalı uyarılar kaleme alan bir vatandaşım. Evet, Müslüman kesimde de birtakım kötülükler ve kötü adamlar vardır ama onların karşısındaki laik, ilerici, çağdaş, resmî ideoloji kesim Zemzemle yıkanmış değildir. Dinsizlerdeki yamukluklar, kötülükler, ahlâksızlık ve şerefsizlikler Müslüman kesimdekinin bin katıdır. Türkiye’yi kendi içinden bir sömürge olarak idare etmek, sömürmek, devletin imkânlarını hortumlamak, millî gelirin arslan payını kendileri almak için irtica bahanelerini kullananlar er veya geç tasfiye olacaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

    Zındıklara Yüz Verilmez

    Asr-ı Saâdet’ten bu güne kadar Ümmet-i Muhammed içinde münâfıklar, zındıklar, sapıklar olagelmiştir. Dünyadan nasıl mikroplar, akrepler, zehirli yılanlar kaldırılamazsa, bu gibi zararlı kişiler de kaldırılamaz. Günümüzde bazı cemaat başkanları, hazretler birtakım zındıkları ve doğru yoldan çıkmışları muhatab kabul etmekte, onlarla konuşmakta, kendilerine tâzim etmekte, ödüller vermektedir. Bu son derece tehlikeli bir toleranstır ve hem İslâm’a, hem de Ümmet’e zarar verecek bir yanlışlıktır.

    Adam ortaya çıkıyor, Müslümanlara “Sizin inandığınız ilmihal dini hakikî İslâm değildir. Hakikî İslâm benim anlattığım Kur’an İslâmlığıdır. Peygamber’in işi, ölümünden sonra bitmiştir. Onun sünneti din kaynağı değildir…” gibi son derece bozuk, tahripkâr, yıkıcı fikirler ortaya atıyor; dinsizlerle ittifak ediyor, Amerika’daki Dr. Moon cemaatiyle işbirliği yapıyor; kurduğu tezgah ile trilyonluk bir servete nâil oluyor ve ehl-i sünnet câmiasına mensup bir hoca bu adamı muhatab kabul ediyor, onu mükâfatlandırıyor, toplantılara dâvet ediyor. Böyle bir şey 1400 yıllık İslâm tarihinde ilk defa görülen bir yanlışlık ve bid’attir.

    Müslümanlar, gerekirse Hıristiyanlarla, Musevilerle, başka din mensuplarıyla toplanıp görüşebilir. Yahut laiklerle, çağdaşlarla, ateistlerle, toplumsal bir uzlaşmaya varmak için bir araya gelip tartışıp müzakere edebilir.

    Lakin Müslümanlar, hiç bir zaman zındıklarla, bu dini içinden yıkmak isteyen tezgâhçılarla dostâne münasebetler içinde olamazlar.

    Tabakat-ı fukahanın en alt derecesi olan

    “ashab-ı fetva”

    rütbesine bile sahip olmayan birtakım zamane hocalarının, selâhiyet ve ehliyetlerini çok aşan konularda sorumsuzca hareket etmeleri esef verici bir hâdisedir. Sanki İslâm dini kumaş, bazı kişiler de makastır. Kendi kafalarına göre kesip biçiyor, şahsî re’y ve hevalarına göre ictihad yapıyorlar. Kendilerini uyarıyoruz. Dost acı söylermiş.

    Yuf Olsun!

    Müslümanların işlerinin futbol kulübü gibi idare edilmesinden daha saçma ve beyinsizce bir şey olamaz.

    İslâm, insanlığı mutluluğa götüren bir yoldur. İslâmî hizmetler, faaliyetler, işler Kitabullah’ın, Peygamberin sünnetinin, on dört asır boyunca gelip geçmiş Sâlih Seleflerin metodunun ışığında yapılmalıdır.

    Birtakım beyinsiz, şarlatan, soytarı, arrivist, üçkâğıtçı adamlar çıkmışlar ve Müslümanları futbol kulüplerine benzeyen cemaatlere, hiziplere, fırkalara, gruplara ayırmışlar; tek bir Ümmet olması gereken mü’minler topluluğunu parçalamışlar, tefrikaya düşürmüşler, sersemletmişler ve dinî hizmet ve faaliyetleri dejenere etmişlerdir.

    Filanca hocaefendi çok güçlü, çok zengin, çok ünlü olacakmış. Bunun İslâm’a ve Müslümanlara ne faydası vardır? Falanca adam İslâm’ı ve Müslümanları âlet ederek şahsî ihtiraslarını tatmin edecek, havalara çıkacakmış. Bunun Ümmet-i Muhammed’e ne yararı olacaktır?

    İslâmî hizmetleri ve faaliyetleri mıncıklayarak bazı adamlar ülkenin en zengin 100 kişisi listesine girmişlerdir. Böyle bir zenginliğin İslâm’a ve Müslümanlara ne yararı olmaktadır? Peygamber aleyhissalatü vesselam vefat ettiğinde zırhı, birkaç ölçek buğday (bir rivâyette arpa) mukabilinde bir Yahudide rehin bulunuyordu. Peygamber zırhını niçin rehin vermek zorunda kalmıştı? Çünkü evinde kendisi ve hanımları için yiyecek yoktu. Onu temin için bu yola başvurmuştu.

    Bugün o yüce Peygamberin yolundan gittiğini iddia eden bazı sahte mehdiler, sahte şeyhler, gavslıkları ve kutublukları kendilerinden menkul adamlar nasıl oluyor da trilyonlarla, milyarlarca dolarla oynuyorlar? Ben, Allah’ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine, Sâlih Seleflerin prensiplerine uygun şekilde hizmet veren hakikî ulemanın ve hakikî şeyhlerin ellerini değil, ayaklarını bile öperim. Lakin, sömürücülere asla hürmet etmiyorum.

    Bu dini, dinsizler değil, asıl onlar darbeliyor. Birtakım küçük adamlar, nefsânî ihtiraslarını, dünyevî şehvetlerini tatmin edecek diye dinimin, mukaddesatımın mıncıklanmasına kayıtsız kalamam. Din rantıyla zengin olanlara lânet olsun! İslâm’a hizmet edeceğiz diye ortaya çıkıp da, bozuk düzenin zehirli kemiklerini yalayanlara yuf olsun! Biz İslâm’a hizmet ediyoruz diye kendi reklamlarını yaparken, perde arkasında bir sürü gayr-i meşrû iş beceren, hortumlayan, götüren, Müslümanlardan ganimet toplayan, Ümmet-i Muhammed’i aldatan, mü’minleri çıkmaz sokaklara sürükleyen güruhlara yazıklar olsun!

    Futbol kulübü tutar gibi cemaat, tarikat, hizip, fırka, grup tutanlara yuf olsun! Peşlerine taktıkları Müslüman kütleleri afyonlayan, zombileştiren, robotlaştıran, futbol hooliganı haline getiren sefiller kahrolsun! Ev halkına birazcık ekmek tedarik etmek için, birkaç ölçek buğday karşılığında zırhını bir Yahudiye rehin bırakan Resûlullah’ın, Fahr-i Kâinatın dinine, sünnetine hıyanet edenler yarın Mahkeme-i Kübra’da nasıl hesap verecekler?

    Kur’ana, Sünnet’e geçmiş İslâm büyüklerinin metod ve prensiplerine uyulmuş; tek bir Ümmet haline gelinmiş; Müslümanların başına bir İmam-ı Kebir seçilmiş ve ona itaat edilmiş; din işleri Ümmet’in ehil kişileriyle istişare edilerek görülmüş; toplanan katrilyonlar, milyarlarca dolar akıllıca, plan ve program dairesinde, danışılarak, ehemm mühimme tercih edilerek, şahsî ihtiraslar ve şehvetler aradan çıkartılarak harcanmış olsaydı Müslümanlar şimdiye kadar çoktan kurtulmuş, selâmet sahiline çıkmış, izzete kavuşmuş olurlardı.

    Bastıkları yerde ot bitmeyen sefiller bu dine, bu Ümmet’e büyük zarar vermişlerdir. İslâm dinine muhlisen lillah, istikamet ile hizmet edenlerin ellerinden ve ayaklarından öpüyor; yüce dinimi istismar eden arrivist, sömürücü, soytarı, üçkâğıtçı, hokkabaz şarlatanlara da lânet ediyorum.

    Haykırmak Zamanıdır

    Hukuk sınırları içinde kalmak şartıyla son derece cesur, son derece gözükara, son derece kararlı olmak gerekir. Bununla birlikte, itidali, ihtiyatı da elden bırakmamalıdır. Her gerçek her zaman söylenmez ama bugün gerçekleri haykırmak zamanıdır. Mızmızlık, mıymıntılık, korkaklık, ödleklik bir şey kazandırmaz. İlmin, irfanın, hikmetin ışığında, söylenilmesi gerekli olan gerçekler bugün söylenmezse ne zaman ifade edilecektir? Birtakım adamlar ve zümreler demokrasiyi dillerine dolamışlar, ucuz ve sahte bir demokrasi edebiyatı yapıyorlar. Onlara demokrasinin ne olduğu ve ne olmadığı en yüksek kültür ile anlatılmalıdır. Bugünkü resmî ideolojili demokrasinin güdük, kısıtlı, kuşa çevrilmiş, yetersiz bir demokrasi olduğu, inkâr edilemeyecek bir şekilde beyan ve isbat edilmelidir. Demokrasi istiyorlarsa işte Amerikan, İngiliz, İsveç, Norveç, Avusturya ve diğer medenî ülkelerin demokrasileri. Buyursunlar bizde de onun gibi bir demokrasi olması için çalışsınlar. Hem demokrasi olacak, hem de Müslüman halk din ve inanç hürriyetinden, inandığı gibi yaşamak hakkından mahrum edilecek. Böyle demokrasi olmaz. Altmış milyonluk bir millet, birkaç yüz bin kişinin keyfine göre idare edilir ve çoğunluğun hakları çiğnenirse o sistem demokrasi değildir. Hukuk diyorlar. Samimî iseler, zorbalıkları bıraksınlar ve hukuku Türkiye’nin birinci gücü haline getirsinler. Laiklik diyorlar. Buna yürekten inanıyorlarsa, devletle din işlerini birbirine karıştırmasınlar. Resmî Diyanet’i, resmî camileri, resmî din görevlilerini, resmî İmam-Hatip okullarını, resmî İlâhiyat fakültelerini, resmî din derslerini kaldırsınlar. Din ve ibâdet işlerini, din eğitimini, din okullarını, din fakültelerini, dinî vakıfları, camileri Müslümanlara bıraksınlar. Müslümanların da, Ermeniler ve Yahudiler gibi kendi seçtikleri din büyükleri olsun. Medeniyet medeniyet diyorlar. Medeniyet istiyorlarsa ABD’ye, İngiltere’ye, İsviçre’ye baksınlar ve oralardaki hürriyeti, hukuku, eşitliği bize de getirmeye çalışsınlar. Türkiye’deki on milyonlarca Müslüman halk, birkaç on bin kişiden ibaret olan Farmasonlar, Sabataistler, Rotaryenler kadar hür, eşit, güvenli değilse bu ülkede demokrasi, hak, hukuk olduğundan bahsedilebilir mi? İki seneden beri ülkemizde demokrasi, hukuk, laiklik, temel insan hakları ağır tehditler altındadır. Türkiye diktatörlük karanlıklarına götürülmek isteniyor. Şimdi susmak zamanı değildir. İlmin, irfanın, kültürün, hikmetin ışığında konuşmak, tartışılmak, sorgulamak, itiraz etmek zamanıdır. Konuşması gerekenler konuşmalıdır.

    Mevlevilikte 1001 gün çilesi

    Süleymaniye Camii mesnevîhânı

    Tâhirü’l-Mevlevî

    (Tâhir Olgun) 1949’da basılmış

    “Mesnevî Dersleri”

    adlı kitabının birinci cildinin 345’inci ve 346’ncı sayfalarında Mevlevî tarikatında dervişlerin geçirmeleri gereken çileyi şöyle anlatıyor:

    “Mevlevilik çilesi tam 1001 gündür ki, 25 erbâın sürer. Çileye giren bir mevlevî dervişi bu müddet zarfında tekkede bulunmaya, izinsiz hâriçte kalmamaya mecburdur. Ruhsatsız bir gece dışarıda kalırsa çilesi kırılır. Yeniden çileye girip ikmâl etmesi gerekir.

    Bir çile kırgını semâ’hâneye giremez. Çile esnâsında bir mevlevî dervişinin hayatı epeyce meşakkatli geçtiği için, çile kelimesinden mihnet ve meşakkat mânaları da anlaşılır.

    Nitekim: Ederken mevlevînin çillesin itmâm bin bir gün Bizim bak çille-i aşk içre bir mi’âdımız yoktur denilmiştir. Sâir tarikatlarda dervişin istidâdına göre kendisine isim telkin edilir. Meselâ Kelime-i Tevhid, İsm-i Celâl, İsm-i Hû, İsm-i Hayy ilâ âhirihi tâ’lim olunur. Terîk-i Mevlevide nev-niyaz bir câna tahammülüne göre hizmet verilir. Ayakçılıktan, yâni süprüntü dökmek, abdesthâne yıkamak gibi nefse âğır gelen hizmetlerden başlanır, derece derece terakki ettirilir. Bu müddet zarfında onun vazifesi “Eyvallah” demeye alışmak ve rizâ tahsiline çalışmaktır. Maamâfih sabah ve yatsı namazlarından sonra müctemi’an okunan İsm-i Celâl’de ve haftada bir yapılan mukabelede ve beş vakit namazda cemaatle bulunur.

    Hizmetini bitirdikten, yâni 1001 günü tamamladıktan sonra kendisine zikir telkin olunur.

    Bir mevlevî canı, uhdesindeki hizmeti sâdıkâne ifâ etmeye, kendisinden bir gün evvel bile olsa kıdemli bulunanlara hürmet göstermeye, verilen bir emri bilâ ta’allül ve kemâl-i şevk ile icrâ eylemeye mecburdur. Mevlevî çilekeşleri akşama kadar hizmetle meşguldür. İstirahat zamanları yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra fecir vaktine kadar olan müddettir.

    “Meydan-ı şerif”

    denilen yerde yatarlar, yatak yorgan gibi şeyleri yoktur.

    Bir posteki üstüne kıvrılmak, üzerlerine aba hırkalarını çekmek sûretiyle uyurlar.

    Soyunup dökünmek de âdet değildir. Sabah namazı vaktine bir saat kala kalkarlar. İçlerinde

    “meydancı”

    denilen can, dedelerin hücrelerini dolaşır,

    “Destûr! Âgâh ol dedem!”

    nidâsıyla hücre sahibini uyandırır. Mescidin çirağlarını yakar. Sonra ezan okunur, cemaatle namaz kılınır. Namazdan sonra İsm-i Celâl okunur.”

    Bazıları Mevlevî, Nakşî, Rufâî, Kadirî, Bektaşî veya başka bir tarikate mensup derviş olmayı kolay sanıyor. Birtakım câhiller ve haddini bilmezler lâf ile Nakşî veya Mevlevî oluveriyor. Bakınız merhum üstad

    Tâhirü’l-Mevlevî

    hazretleri, Mevlevî dervişi olabilmek için binbir gün ve gece tekkede nasıl çile çıkarıldığını ne kadar açık bir şekilde anlatmış. Derviş namzedi (adayı) en ağır ve süflî işleri yapacak, helâ bile temizleyecek, geceleri yatsıdan sonra bir posteki üzerine kıvrılıp, yorgan yerine üzerine abasını çekerek uyuyacak. Sabah namazından bir saat önce uyanacak. Beş vakit namazı cemaatle eda edecek. İzinsiz ve ruhsatsız hiçbir gece dışarıda kalmayacak. Bu 1001 gün çilesini başarı ile bitirdikten sonra ancak derviş olacaktır.

    Şimdi zamanımızda birtakım ucuz Mevleviler zuhur etti.

    Ne namaz kılarlar, ne çile çekmişlerdir. Celâlüddin Rûmî efendimiz hazretlerine ve Mevlevî tarikatına sevgileri vardır. Sadece kuru bir sevgiyle derviş olduklarını sanırlar. Yağma yok!

    Bektaşiliğin bozuk tarafından bir adam son yıllarda Mevlevî şeyhi oldu. Kadınları da semâya soktu. Bu adam rakı da içmektedir.

    Böyle

    “demci”

    bir dededen Mevlevî şeyhi olur mu?

    Neûzübillah! Mevlevilik Şeriat’a sımsıkı bağlı yüksek bir tarikattır.

    Gerçek Mevleviler beş vakit namazı kılarlar, diğer ibâdetleri ifa ederler. Kur’ana, Sünnete uyarlar.

    Sahte şeyhler, sahte dervişler tarikatlara, tasavvufa gölge düşürüyor.

    Bunları dışlamak gerekir. Mevlevî geçinenler Hazret-i Pîr’in yolundan gitmeye, onun ahlâkı ile ahlâklanmaya mecburdur. Hakikî bir Nakşî de hem Şeriat’a uyacak, hem de Altın Silsileden gelip geçmiş büyük mürşidlerin düsturlarını hayata uygulayacaktır.

    Gıybet eden, tenperestlik yapan, kendini beğenmiş, gururlu, kibirli, başka meşrebteki Müslümanları tahkir eden; çok yiyen, çok uyuyan, çok konuşan; mal ve cah peşinde koşan, din istismarı yapan, hubb-i riyâset sahibi olan, kendini halka beğendirmek ve alkış toplamak için bin türlü şaklabanlık yapan, yalan söyleyen, emânete hıyanet eden, verdiği sözden dönen bir adama Nakşî denilebilir mi? Nakşîlik o kadar ucuz ve kolay mı?

    Bugün birtakım tarikatler holding veya futbol kulübü haline dönüşmüştür. Böyle tarikat olmaz. Bunlar tarikat değil, tarikat karikatürüdür. Dervişlik zor iştir. Çile çekecek, nefsiyle mücâdele edecek, kâmil bir mürşidin terbiyesi altında derecesi yükselecek, ölmeden önce ölecek, dünyaya sırt çevirecek, az yiyecek, az uyuyacak, az konuşacak, insanlarla az ihtilât edecek, kanaat sahibi olacak, malı mülkü de olsa fakrı seçecek, sövene dilsiz, dövene elsiz olacak. Böyle kaç derviş vardır bunca tarikatçı içinde?

    Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriat İslâm’ın temelidir.

    Tarikat Sünnet-i seniyye üzerine müesses olur. Tarikatlar, Peygamber ahlâkı üzere olgun Müslüman yetiştirme ocaklarıdır. Tarikata odun gibi giren, oradan yontulmuş, incelmiş, ilim irfan, zarafet, ahlâk, fazilet, hikmet kazanmış bir insan olarak çıkmalıdır ki, ona gerçekten derviş denilsin, sûfî sıfatı verilsin. Tarikata odun giriyor, kereste çıkıyor. Böyle tarikatı, böyle dervişliği ben ne yapayım?

    İslâm tarikatları holding, anonim şirket, finans kurumu değildir. Müntesiplerini, muhiblerini kaz gibi yolan, inek gibi sağan teşkilâta tarikat adı verilemez. Kur’ana, Sünnet’e, geçmiş İslâm büyüklerinin yollarına uygun olarak tarikat hizmetleri yapan şeyhlerin ve dervişlerin ellerinden, eteklerinden öperim. Onlara bir şey dediğim yoktur. Kendilerini seviyorum, onlara hürmet ediyorum. Lakin sahte şeyhlere, sahte dervişlere; tarikatı ve tasavvufu istismar ve istihdam edenlere ne hürmet besliyorum, ne muhabbet.

    Tarikat, tasavvuf, tekke hizmetleri İslâm’ın bir boyutudur. Bunlarsız İslâm medeniyeti olmaz.

    Osmanlı devleti, biri Şeriat, diğeri Tarikat olmak üzere iki büyük güçle altı asır pâyidar olmuştur.

    Biz Müslüman Türkiyeliler Anadolu’daki varlığımızı tarikatlere, bilhassa

    Nakşîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik

    gibi üç büyük tasavvuf yoluna borçluyuz. Bunların dejenere olmaması için çalışmalıyız.

    Endülüs ve Biz

    Gaston Mıgeon

    ‘un 1907’de Paris’te basılmış

    “Manuel d’Art Musulman”

    adlı kitabının ikinci cildini karıştırırken, müellifin Endülüs’le ilgili şu satırları dikkatimi çekti: “Araplar Endülüs’te, Avrupa’nın öteki kısmı barbarlık içinde yüzerken bir medeniyet harikası olan Kurtuba krallığını kurdular. İspanya’nın bu kısmı, bundan daha âdil ve daha bilge bir hükümet altında daha iyi günler hiç görmedi. Vaktiyle Arabistan çöllerinde serseriyâne dolaşan Araplardaki bu nizam dehâsı nereden geliyordu? Onların grek ve İspanyol danışmanları olduğu ileri sürülüyor. Araplardan önceki Gotların da grek ve ispanyol danışmanları mevcut olmuştu ve onlar Gotlarla hiçbir şey yapamamışlardı. Endülüs’ün yerli halkı, efendi değiştirmekle bir şey kaybetmemiş olduğunu çabucak anladı. Kanunlarını ve hâkimlerini, idarecilerini ve vergi tahsildarlarını muhafaza etmişlerdi. Zaten bir çoğu elde edecekleri maddî menfaatleri hesap ederek kısa zamanda Müslümanlığı kabul ettiler.

    (S. XLIX)

    Birkaç sayfa ileride

    Kurtuba şehrinin ihtişamını

    anlatırken, aynı müellif, o tarihte Avrupa’nın diğer şehirlerindeki halkın tahta evlerde yaşadığını, millî dillerin henüz teşekkül halinde bulunduğunu, bilginin birkaç rahibin tekelinde bulunduğunu kaydediyor.

    Peki Avrupalılar, Hıristiyanlar barbarlık, cehâlet, gerilik, vahşet içindeyken Müslümanlar böyle yüksek bir medeniyet kurmuşlardır da, şimdi niçin geri kalmışlar, sefalet ve cehalet içine düşmüşlerdir?

    Sadece Endülüs mü? Abbasî hilâfeti, Osmanlı devleti, Hindistan’daki İslâm devleti, Orta Asya’daki İslâm devletleri ve medeniyeti ne oldu?

    Lisan, edebiyat, mimarlık, sanat, harp tekniği sahasındaki üstünlükleri, kütüphâneleri, sayısız incelikleri ile

    bu Müslüman devletler, bu İslâm medeniyeti ve kültürü nasıl yıkıldı?

    Müslümanlar o şahikalardan bugünkü çukurlara nasıl yuvarlandılar?

    Müslümanları bugünkü geriliğe, güçsüzlüğe, sönüklüğe, zillete, zebunluğa hep yetersiz adamlar düşürmüştür.

    Ümmet-i Muhammed her asırda birtakım kahrolasıca mütegallibenin, arivist haşaratın, ehliyetsiz idarecilerin nârına yanmıştır. Yirminci asrın ikinci yarısından sonra İslâm dünyasında bir uyanma, hürleşme, ayağa kalkma devri başladı ama yetersiz, âciz, arivist adamlar yüzünden bu hareket de hedefine ulaşamadı.

    Sömürgecileri kovan Müslüman ülkeler, bu sefer içlerinden çıkan haşaratın kölesi durumuna düştü.

    Cezayir 1962’de Fransızlar’ı kovdu, orada sözde bağımsız bir cumhuriyet kuruldu.

    Yeni efendiler zulümde Fransız sömürgecilerden beter çıktı. Tunus

    sömürgecilerden kurtuldu,

    Burgiba’nın

    pençesine düştü. Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında bir kısım Müslüman münevverleri heyecanlandıran, ümitlendiren

    Cemaleddin Efganî

    çığırı yirminci yüzyılda Âlem-i İslâm’ın sebeb-i felâketi oldu.

    Arap selefileri, Pakistan reformcuları hayallerle dolu kitaplar yazdılar, reçeteler hazırladılar ama şu anda hiç bir Arap ülkesinde gerçek mânada bir İslâm devleti, bir İslâm medeniyeti yok.

    Mısır’ın anayasasında

    “Devletin dini İslâm’dır”

    yazılı ama

    hapishâneler Müslüman dolu.

    Petrole sahip Müslüman ülkelerin yıllardan beri kazandığı yüz milyarlarca, trilyonlarca dolarlık efsânevî servetlerle şimdiye kadar İslâm dünyasının çoktan kurtulmuş olması gerekirdi. Ne yazık ki,

    yanında akıl, ilim, irfan, vicdan, ehliyet, liyakat, ihlâs, istikamet, takva, mürüvvet, ruh soyluluğu olmadan para bir işe yaramıyor.

    Türkiye’deki İslâmî hareket de içinden baltalanmıştır. Birtakım yetersiz cüceler kendi dünyevî ihtirasları, nüfuz ve menfaatleri, hubb-i riyâsetleri, nefsâniyetleri uğrunda İslâm dâvâsını ve Müslümanları satmışlardır.

    Din rantı yiyen küçük adamlardan, kof şöhretlerden, liyakatsiz rehberlerden, çoban kepeneğine bürünmüş kurtlardan bir hayır gelebilir miydi?

    Müslümanlar asırlardan beri aldatılıyor. İmana, ibâdete, ilme, irfana, kültüre, yüksek bir medeniyete, sanata, mimarlığa, hukuka,

    çağ seviyesinde kadrolara sahip olmaksızın kurtulmak ne mümkün.

    Müslümanların Hakkı Yok

    Bir müddet önce vefat etmiş olan

    Ermeni patriğinin yerine yenisinin seçilmesi konusu

    Türkiye’nin başına hayli çorap öreceğe benziyor. Ermeni cemaati Ankara’nın teklif ettiği adayı kabul etmemiş, kendi adayını patrik naibi ilân etmiş.

    Ben, mütehassısı

    (uzmanı)

    olmadığım bu konu üzerinde fikir yürütecek değilim. Ancak şu garip durumu okuyucularımın dikkatlerine arzetmek istiyorum: Türkiye’deki az sayıdaki Ermeniler kendi patriklerini kendileri seçiyor. Lâik Ankara rejimi onların kiliselerine karışamıyor. Sayıları üç-dört bine düşmüş olan Ortodoks Rumlar da kendi patriklerini kendileri seçiyor. Nüfusları az ama, nüfuzları çok. On onbeş yıl kadar önce Bakırköy’deki bir kilisenin bahçesinden birkaç metre kare arazi, yolun genişletilmesi için istimlâk edilmek istenmişti de, bütün dünya ayağa kalkmış, kızılca kıyamet kopmuştu. Göç dolayısıyla bağlıları azalan

    Süryani kilisesi

    de Ankara hükümetine bağlı değildir. Onlar da patriklerini kendileri seçerler.

    Yahudilerin durumu da böyledir. Hahambaşlarını kendileri seçer, devlet onların dinine, diyanetine karışmaz.

    Ancak ne gariptir ki, bu ülkenin ezici çoğunluğunu teşkil eden

    Müslümanların din işleri tamamen lâik devletin kontrolü altındadır.

    Lâik rejimin kabinesinde din işlerinden sorumlu bir devlet bakanı vardır. Devlet, Müslümanlara ruhanî reis olarak bir Diyanet İşleri Başkanı tâyin eder.

    “Din işlerinizi yönetmek üzere başınıza kimin gelmesini istersiniz?”

    diye Müslümanlara sormaz. Ne garip bir memlekette yaşıyoruz.

    Ermeni, Rum, Süryanî, Yahudi azınlıkları kendi dinî liderlerini kendileri seçebiliyor, fakat on milyonlarca Müslümana böyle bir hak, hürriyet tanınmamış.

    Ulemâ ve Meşâyih

    Osmanlı ulemâsı

    en cebbar padişahları bile tenkit etmiştir. Bu tenkit ya doğrudan doğruya olmuş, yahut dolaylı şekilde yapılmıştır.

    Ulemâ ve meşâyih İslâm ümmetinin iki rehber sınıfıdır.

    1925’den sonra tekkeler kapatılmış, tarikatlar yasaklanmış; İslâm medreseleri de aynı âkıbete uğramıştır.

    Artık Türkiye’de din âlimi ve tarikat şeyhi yetiştirecek müesseseler kalmamıştır.

    60’lı, 70’li yıllara kadar imparatorluk devrinden kalma ulema ve meşâyihle idare edilmiştir. Bulgaristan’dan gelen hocalar da yokluğu bir dereceye kadar telâfi etmiştir. Şu anda ülkemizdeki çok az miktarda gerçek din âlimi ve tarikat şeyhi bulunmaktadır.

    Bunların da fazla bir imkânı, selâhiyeti yoktur.

    Hakikî ulemâ ve meşâyih çok azalınca ortalık bir sürü sahtekârla, yalancıyla, âlim taslağıyla, şeyh müsveddesiyle dolmuştur.

    İcâzetleri, ehliyetleri, yeterlilikleri olmayan bu adamlar İslâmî hizmet ve faaliyetleri dejenere etmişler, mıncıklamışlar, Ümmet-i Muhammed’i bugünkü berbat duruma sokmuşlardır. 09 Ağustos 1998